Arkeoloji, ülkemizde eksik bir şekilde “kazıbilimi” olarak görülüyor, arkeologlar ise çoğu zaman çanak-çömlek araştırmacıları olarak nitelendiriliyor. Günümüz Türkiye’sinde arkeolojinin değerinin turizme olan katkısıyla ölçüldüğü de gayet açık. Oysa gerçekte arkeoloji nedir? Klasik bir filolojik tanım olarak arkeoloji; antik Yunancadaki “arkheos” ve “logos” kelimelerinin birleşmesinden oluşur, yani Türkçesi “eskinin bilimi”dir. Evet, arkeolojinin konusu geniş bir tarihsel perspektif içinde eskiyi araştırmaktır. Ancak bu araştırmanın odağına insanı içinde olduğu toplumla birlikte oturtur. Sonrasındaysa insanın etkileşime geçtiği materyal kültür ögelerini, yani nesneleri araç olarak kullanarak ortaya tarihsel bir kurgu sunar. Dolayısıyla arkeoloğun araştırma sürecindeki temel malzemesi yalnızca “çanak-çömlek” ile sınırlı olmamakla birlikte insanın etkileşime geçtiği tüm nesneler ve onları çevreleyen dünyadır.
Arkeoloji, bugüne geliş sürecimizi anlamak için günümüz dünyasının üzerinde yükseldiği temelleri araştırmaya yönelir ve bu araştırma sürecinde en erken tarihsel zamanlara inerek -topraktaki tabakalara benzer şekilde- her tabakanın diğerini etkilediği ve şekillendirdiği üst üste binen bir dizge oluşturur. Ortaya koyduğu bu yaklaşımla sanayi endüstrisinden sosyal medyaya her şeyin arkeolojisi yapılabilir. Peki Türkiye’de bağımsız ve bilimsel bir arkeoloji yapmak ne kadar mümkündür?
Ülkemizde arkeoloji arkaik gelişimini henüz tamamlıyor. Osman Hamdi Bey’in çabalarını bir kenarda tutarak, zaten Cumhuriyet ve Atatürk öncesinde bilimsel anlamda bir arkeolojiden bahsetmek mümkün değildir. Cumhuriyet’le birlikteyse Arif Müfid Mansel, Sedat Alp, Ekrem Akurgal gibi arkeoloji bilimi açısından oldukça önemli kişiler yurt dışında eğitim alarak Türkiye arkeolojisinin gelişimine öncülük ettiler. Ancak, dönemin modası sayılabilecek şekilde ilk arkeolojik çalışmalar ulus devletin oluşma sürecine katkı sağlamak amacıyla yürütülmüş, hatta taraflı bir şekilde yönlendirilmişti.
Bu dönemlerde ortaya atılan “Türk Tarih Teorisi” ya da “Güneş Dil Teorisi” gibi yaklaşımlar, Anadolu’nun Türk kökenliliğini suni şekilde vurgulayarak bir ulus devlet yaratma sürecinde kullanıldı. Teorilerin temelini oluşturan “kültür tarihi” yaklaşımında Alman ekolünün payı büyük. Belli materyal kültür ögelerinin seçilmiş belli kültürlerle özleştirilerek bu nesnelerin görüldüğü her yerin hâkim kültürün etkisi altında olduğunu farz eden bu kuram, Alman bilim insanı Kossina tarafından geliştirildi. Kossina, Nazi Almanya’sında ari ırk teorisinin oluşumundaki en etkili isimlerden biri olarak kabul ediliyor. Ortaya koyduğu bakış açısı da yalnızca Türkiye’de değil, dünyadaki birçok devletin uluslaşma ve sömürü sürecinde kullanıldı.
Niteliksiz eğitim ve puan sistemi
Türkiye arkeolojisinde belki “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” durumu yaşandığı için belki de daha kolay geldiğinden dolayı nesnelerin etkileşimi ve anlamları üzerinden tarihi yorumlamaya sırt çevriliyor. Daha apolitik bir şekilde nesneleri toplamaya ve kataloglamaya önem veren bir sürece geçilse de bu materyal kültür ögelerini üreten, kullanan ve onlarla ilişkiye geçen insanlar uzunca bir süre unutuldu. Bu durum 2000’li yıllarla birlikte açık fikirli akademisyenler ve onların öğrencileriyle yavaş da olsa değişmeye başladı. Bu yenilikçi grup –genel arkeoloji camiası içinde değerlendirildiğinde– ne yazık ki henüz bir azınlıktan ibaret. İçinden gözlemleme fırsatı bulduğum bu bilimsel camiada yeniliğe karşı hâlen gelenekçi, sert bir tavır var olmaya devam ediyor. Dünya biliminde örneklerini görebildiğimiz birçok yenilikçi tez ya da yayın, daha fikir aşamasında yok edilebiliyor. Bu da şu soruyu doğuruyor: Peki bu tutum neden?
Buna net bir cevap vermek mümkün değil. Sebep belki yeniliğe karşı duyulan korkudan kaynaklanan, egoların ön planda olduğu gelenekselci tavır; belki de zaten özerkliğini kaybeden, tek bir kuruma bağlanan üniversitelerde artık bilim yapandan çok görevlerini yerine getiren akademisyene ihtiyaç duyulması. “Niteliği bir kenara bırak nicelik olarak yayın üret” demenin bürokratik yolu olarak pekâlâ görülebilecek olan akademideki puan sistemi bunun en iyi örneklerinden biri. Bu sistem içinde anlamayı, sentezi, yeni yaklaşımı bir kenara bırakmış akademisyen de artık bilim insanı olmaktan çıkarak bir puan maratonunun içindeki koşucu durumuna geliyor. Bu süreç eğitimin yeniliğe kapalı, “zamanda donmuş” bir hâlde kalarak niteliksizleşmesine kadar giden zincirleme bir reaksiyona sebebiyet veriyor. Böylece niteliksiz eğitim ve niteliksiz öğretim görevlileri arasında sürekli devam eden bir paradoks yaratılıyor.
İşin asıl üzücü kısmı kariyer yapmaya çalışan, zaten zaman zaman değersizleştirilen, neredeyse hiçbir iş sahasına sahip olmayan idealist genç arkeologların önüne kendi meslektaşları tarafından bu tutumla bir engel daha konması. Çünkü aksi hâlde bir arkeolog olarak kazı ve birkaç yılda bir az sayıda açılan KPSS kontenjanlarına bağlı mülakatlarla girilen müzeler dışında tek şansınız olan akademide de iş bulmanız oldukça zor. Akademik eğitim sürecinizdeyse, mesleğinizle alakasız binbir çeşit sınav süreciyle girebildiğiniz çok az sayıda ve hatta bazen isme özel açılabilen üniversite kadroları haricinde, herhangi bir maddi kazanç alanı bulmanız neredeyse imkânsız bir durum. Böylece akademideki sıkışmış varlığınızın idamesi farklılıklarınız ve fikirlerinizin törpülendiği bir sürece dönüşebiliyor.
Kazılarda cinsiyet ayrımcılığı
Arkeoloji ve akademik eğitim süreci bu şekildeyken, arkeologların ana iş sahası olan kazılarda ise bambaşka dinamikler ve süreçler söz konusu. Arkeoloji biliminin laboratuvarı olan kazılara, her arkeoloji öğrencisinin birinci sınıftan itibaren katılması beklenir. Bu durumda herhangi bir yanlışlık da yoktur. Ancak tam da bu noktadan sonra bazı kazılar hem kendi iç dinamikleri hem de bürokratik süreçleriyle öğrencilerin değersizleştirildiği bir iktidar mücadelesi alanına dönüşür. Zaten daha arkeolojiyle yeni tanışan öğrenci, maddi karşılığını almadan sabahtan gece yarısına kadar çalıştığı bir iş yükünün altına sokulur. Sonrasında da genellikle verimli bir bilimsel süreç de deneyimleyemeden, hiyerarşinin en altına yerleştirilerek kazı sezonundaki görevlerini tamamlar. Oysa en temeldeki beklenti, laboratuvar görevi görmesi gereken bu kazılarda öğrencilerin arkeoloji bilimini deneyimleyerek öğrenmeleridir. Bunun aksine kazılar, üstten alta doğru ego mücadelelerinin yaşandığı, öğrencilerin sesinin bir “usta-çırak” ilişkisiyle kısıldığı ve ataerkil geleneğin bilimsel süreç içerisinde yeniden üretildiği bir mekâna dönüşür.
Arkeolojik kazılar, işin yapısı gereği film setlerine benzer şekilde kalabalık ekiplerle birlikte yürütülen çalışmalardır. Çoğu kez erkek egemen bir bakış açısıyla yürütülen bu çalışmalarda kadınlar kazı evinde kalarak buradaki işleri yaparken, erkekler ise arazide çalışırlar. Bu süreçte de yetkili akademisyenler ve öğrenciler arasında, çoğunlukla askeri düzeni kopyalarmışçasına ortaya koyulan, biat etmeye dayanan bir ilişki söz konudur. Bu tip kazıların yöneticilerinin oluşturduğu hegemonya ise aynı güç sahipleri tarafından sömürülmeye oldukça açık hâle gelir. Belki de bu sebeple kazılarda ast-üst ilişkilerinin yıpratılmasına dayanan tacizlerle çokça karşılaşılıyor.
Doç.Dr. Çiler Çilingiroğlu ve Dr. Öğr. Üyesi Berkay Dinçer’in yaptığı, Arkeoduvar dergisinde yayımlanan bir anket çalışması bu konudaki gerçekleri ortaya koyuyor: Anketin sonuçlarına göre kazı çalışması sürecinde tacize maruz kaldığını söyleyenlerin sayısı yüzde 42. Bu oran, ne acıdır ki her 10 öğrenciden 4’ünün istismara uğradığını gösteriyor. İşin daha da korkunç tarafı yaşanan olayların yüzde 90’nında herhangi bir şikâyette bulunulmaması, bulunulduğunda takdirde ise sonuç alma durumunun yüzde 5’lerde kalması.
Bu ataerkil yaklaşım tabii ki yalnızca kadınları dışlamıyor, kendinden olmayan diğer herkesi sınırın dışında bırakabiliyor. Aynı ankette cinsiyeti ya da cinsel yöneliminden dolayı ayrımcılığa uğradığını söyleyenler yüzde 62,6 gibi oldukça yüksek bir orana sahip. Birçok kazıda LGBTİ+ bir öğrencinin hakarete ya da alaya maruz kalmadan, kimliği açık bir şekilde var olabilmesi pek mümkün değil. Neyse ki eşitlikçi ve yenilikçi yöndeki projelerin sayısında yaşanan hızlı artış bir şeylerin dönüşmeye başladığının haberini veriyor.
‘Kazılar siyasallaşmaya başlıyor’
İç dinamikleri bu şekilde olan kazılarda resmî süreçlerde de türlü sıkıntılar yaşanıyor. Kazılardaki problemlerin en başında ödenekler geliyor. Genellikle yeterli ödenek alamayan kazı başkanları, çalışmalarını yürütebilmek için özel şirketlerden belediyelere birçok kuruma sponsorluk için başvurmak durumunda kalıyor. Bu da ister istemez kazıların zaman zaman markalaşmaya çalışan bir şirket gibi yönetilmesine yol açıyor. Sponsorluklar genellikle belediyelerden alınabiliyor, dolayısıyla kazılar bu süreç içerisinde siyasallaşmaya başlıyor. Böylece projesini yürütmek için zaten binbir çeşit güçlükle baş etmeye çalışan kazı başkanı hem maddi kaygılarla hem de bürokratik süreçlerle meşgul ediliyor. Maddi olarak bağımlı hâle gelen kazılar da herhangi bir uzmanlığı olmayan sponsorlar tarafından, bilimsel faaliyete dikkat edilmeden turistik amaçlı merkezlerin ortaya çıkarılması yönünde baskı altında bırakılıyor. Büyük resme baktığımızda bilimin değerinin rantın gerisinde kaldığını görüyoruz. İşte bütün bu süreçler de bahsettiğimiz gibi üniversitelerin yapısından doğan niteliksizleşme sürecine başka bir açıdan katkı yapmış oluyor.
Bu şartlar altında arkeoloji yapmak tabii ki kolay değil. Oysa bu sıkışık düzenden çıkmış, özgür kalmış bir arkeolojinin bize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair anlatacak, öğretecek çok fazla şeyi var. Bunların en başında geniş bir tarihsel perspektifin topluma katacağı bilinç sayılabilir. Çünkü arkeoloji insana yaşadığı dönem ve içinde bulunduğu durumundan ibaret olmadığını, binlerce yıllık bir kültürel birikimin üstünde yükseldiğini, dolayısıyla kimliklerin evrensel olduğunu ve her şeyin değişip dönüştüğünü gösterir. Bu değişim ve dönüşüm süreçlerinde aynı hataları tekrar ve tekrar yapmamamızı sağlayan, arkeoloji ve diğer sosyal bilim alanlarının çalışmalarıyla ortaya çıkarılan tarihsel bilgidir.
#Arkeoduvar#Arkeoloji#Doç.Dr. Çiler Çilingiroğlu#Dr. Öğr. Üyesi Berkay Dinçer#Ege Üniversitesi#Toplumsal cinsiyet eşitsizliği