“Marka, Takva, Tuğra” kitabındaki yazınızda, Ak Parti iktidarı dönemine kadar “Değişen hükümetlere karşın temel özellikleri, amacı ve içeriği değişmeyen bir ‘kültür politikası’ süregelmiştir” diyorsunuz. Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002’ye kadar, kültür politikalarında sizce neden bir süreklilik vardı?
Süreklilik var, çünkü Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri sonraki bütün hükümetlerin temel politikalarını belirlemiştir. Dış politikayı belirlemiştir, eğitim politikalarını belirlemiştir. Genel olarak sosyal yapı üzerinde hakimiyetin ne tarzda yürütüleceğine dair problemlerin çözümünü içeren temel ilkeler sabit kalmıştır. Bu, darbeler döneminde de böyle olmuştur. Yalnızca 12 Eylül bunu derinleştirme ve etkin kılma yolunda farklı girişimlerde bulunmuştur. Mesela Milli Kültür Politikası denilen bir yapı inşa etmişlerdir ve bunun esası önceki Cumhuriyet hükümetlerinden farklı olarak Türk-İslam sentezi kavramına oturtulmuştur. O güne kadar Türk-İslam sentezi yoktu, Türklük vardı. Bir millet inşa etme çabasına uygun olarak toplumun aydınlatılması, kendisinin bir millet olduğunun bilincine varmasını sağlayacak politikalar söz konusuydu. 12 Eylül rejimi ise bundan farklı olarak toplumun nasıl denetim altına alınacağına dair bir politikayı inşa etmiştir. “Devletin cıvataları gevşemiştir, bunların sıkıştırılması lazım, toplum yoldan çıkmıştır” demiştir, cuntanın başı. 12 Eylül rejimi huysuz bir toplumla karşı karşıyadır ve bunu hizaya getirmek için neler yapılması gerektiğine cevap vereceği umulan kapsamlı bir kültür politikası geliştirilmiştir.
12 Eylül kültür programlarının ifade edildiği belgelerde, mesela şöyle ilginç sözler vardır: “Her ne kadar biz onları Türk olarak kabul etsek de kendilerini öyle görmeyen bazı vatandaşlarımız İslami esaslar çerçevesinde Türklükle birleştirilebilir, bu laikliğe aykırı değildir.” Laikliğe aykırı değildir diye önemle vurguluyorlar, aman ha Atatürkçülükten taviz vermiş olmasın! Kastettikleri elbette Kürtlerdir. “Her ne kadar kendilerini Türk olarak kabul etmeseler de biz onları öyle görüyoruz, öyleyse ikna etmenin yolu İslamiyet’ten geçmektedir”, deniliyor. 12 Eylül, İslamiyet’in, genel olarak dinin, toplumu kontrol etme ve yönlendirme mekanizmalarının bir parçası olarak kullanılmasının yolunu açmıştır.
Ondan önceki hükümetler katı bir biçimde Atatürk ilkeleri ve inkılâplarına bağlılık, laiklikten taviz vermeme gibi temel noktalarda sabittirler. Bir ölçüde Demokrat Parti tek parti rejimi sona erdikten sonra bunu esnetmeye çalışmıştır. Mesela bütün İsmet Paşa döneminde ezan Türkçe okunurken bunun Arapça okunmasına karar verilmiştir. Tekrar Arapça ezana dönülmüştür. Tarikatlara ve tekkelere karşı daha hoşgörülü davranılmıştır. Mesela benim çocukluğumdan çok iyi hatırladığım, Said-i Nursi CHP döneminde nefes alamazken Demokrat Parti döneminde makbul din adamı olarak kabul edilmiş ve serbest hale gelmiştir. Bunlar laiklikten taviz olarak CHP tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Ama doğrusu Adalet Partisi’nin bu politikaları genel seçmen kitlesinin çoğunluğunda olumlu bir yankı bulmuştur. “Dinimize geri dönülmüştür, nihayet Allahüekber sesini duyduk” biçiminde onaylanmıştır.
27 Mayıs’ta tekrar bir revizyondan geçirme ihtiyacıyla Kemalist güçlerin hakimiyeti başlamıştır. Ezan Türkçeye çevrilmemiştir ama, farklı bir açıdan dinin devreye sokulması gündeme gelmiştir. O da nedir? Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulmasıdır. Bugün tarihini açıkça biliyoruz, genç bir vaiz olarak Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni kuran Fethullah Gülen’dir. Erzurum’dan başlayarak Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurmuştur ve dönemin devlet başkanı olan Cemal Gürsel de bunun fahri başkanı olmayı kabul etmiştir.
Biliyoruz 27 Mayıs bütün o olumlu demokratik gelişmelerin yolunu açan bir anayasayı inşa etmiştir ama diğer yandan NATO’ya, CENTO’ya, SEOTA’ya, bu askeri paktlara bağlılığını ve Amerika’nın güdümünde kalmanın kendilerince herhangi bir rahatsızlık yaratmayacağını ilan etmiştir. Komünizmle Mücadele Dernekleri aynı zamanda şu fikrin olduğunu gösteriyor: “Komünizme karşı mücadelede din bir silahtır, vatandaşlar ne kadar dindar olurlarsa komünizme karşı da o kadar sağlam durur.” Dolayısıyla Komünizmle Mücadele Dernekleri daha sonra Milli Türk Talebe Birliği gibi gençlik teşkilatlarını, daha sonra Ülkü Ocakları’nı, (Bozkurtlar deniyordu o zaman, henüz Ülkü Ocakları adını almamışlardı, Alparslan Türkeş’in gençlik teşkilatıydı) oluşturan aktif güçler olarak örgütlenmişlerdir. Böylece devletin kültür politikaları dediğimiz şey, hükümetlerin programlarında ne yazarsa yazsın, aslında genel olarak toplumu denetim altına almanın yollarını açacak olan uygulamalardan oluşur.
Hükümetlerin kültür politikaları programlarına bakınca hepsi basmakalıp şeylerdir. Türk kültürünün geliştirilmesi, kültür ve sanatın korunması, tiyatro, müzik, resim alanında şunların bunların yapılması falan filan. Hiçbir somut bir uygulamayı önermeyen çok genel laflardır ve kültür politikanız nedir deyince “İşte iyi bir şeyler yapmaya çalışıyoruz” falan derler. Aslında mesela Devlet Opera ve Balesi’nin kuruluşu, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın ortaya çıkışı, Devlet Tiyatroları’nın kuruluşu, bütün bunlar Cumhuriyet’in sağlam esaslara dayalı bir kültür politikası olduğunu gösteren kuruluşlardır. Sonraki hükümetler bunları kapatmamışlardır, gerici amaçlarla kullanılmayı da başaramamışlardır. Yani Devlet Tiyatroları repertuvarına bakınca Bertolt Brecht yine vardır, Türk solcu tiyatro yazarlarının eserleri de vardır.
Sanat kurumlarının kültürel yaşama etkisi
Devletin kurduğu sanat kuruluşlarının nasıl bir etkisi vardı?
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası işlevsiz hale getirilene kadar Ankara’nın çok önemli kültür odaklarından biriydi. Benim öğrencilik yıllarımda her cumartesi öğrencilere özel programlar olurdu ve salon tıklım tıklım dolardı. Az buz da değil, ilgi çok büyük olurdu. Devlet Tiyatroları’nın önünde çok uzun kuyruklar olurdu ve bir haftalık biletler alınırdı. Bir hafta sonrasına ancak bilet bulabilirdiniz Küçük Tiyatro’da, Büyük Tiyatro’da, Deneme Sahne’lerinde falan. Bunlar Ankara’nın, özel olarak Ankara’nın, kültür hayatını çok canlı tutan merkezlerdi. Bir memur ve öğrenci kentiydi o zamanlar Ankara.1970’li yıllarda biraz değişmeye başladı ama esas olarak Ankara bir memur ve öğrenci kentidir. Ankara entelijansiyası tavizsiz Atatürkçüdür. Sağlamdır, orada beton gibi durur, hiç taviz vermezdi. Bu cumhuriyetin kültür politikalarının en azından Ankara çapında cevap bulduğunun göstergesidir. Ama diğer kentlerde de zamanla Devlet Tiyatroları kurulmaya başlandı. Benim hatırladığım en son kurulan Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’dur. Orada Diyarbakır’ın atmosferine uygun bazı oyunlar oynandı.
İstanbul’a ise devlet, tiyatroyu sokamadı. Binası vardı, oyunları vardı, çok iyi yönetmenleri falan vardı ama İstanbul seyircisi daha çok vodvil seyircisi gibidir. Hafif oyunlar ve eğlenceli şeylerden hoşlanır. Mesela Nejat Uygur her akşam tıklım tıklım salonlara oynardı, üstelik hep aynı oyunu oynardı ama hep salonları dolardı. Sonra Kenter kardeşlerin tiyatrosu İstanbul’da hâkim hale geldi. O farklı bir izleyici kitlesini kazandı. Şehir Tiyatroları vardı, o farklı bir geleneği sürdürüyordu ama Devlet Tiyatrosu İstanbul’da tutunamadı. İstanbul gibi kocaman bir kentte az sayıda seyirciye hitap eden bir salon olarak kaldı.
Devletin kültür sanat politikalarının temel hedefi Atatürk’ten bu yana aydınlanmış bir ulus yaratmaktı. Türk ulusunu aydınlatmak… Bugün için herhangi bir hükümetin aklının alamayacağı işlerdir. Mesela yüzlerce ressamı Anadolu’ya göndermişlerdir köy resimleri yapın getirin diye. Halk türkülerinin derlenmesi, modernize edilmesi, klasik modern Türk müziğinin kurulmaya çalışılması. Türk Beşleri denilen, gerçekten önemli müzisyenler bunlar, modernize edilmiş halk ezgilerini yarattılar. Atillâ İlhan “Köylüye smokin giydirmeye çalışıyorlar” diye bunu eleştirmiştir ama böyle bir çaba vardı. Bunu birinci dönem olarak adlandıralım, birinci dönem belli bir ulus kimliği yaratmaya yöneliktir. 12 Eylül’den sonra başlayan ikinci dönem ise ulusu tahakküm altına almaya yönelik politikalardır. Ulus vardır artık, gerçi bazıları kendilerini Türk olarak kabul etmemektedir onlarla ayrıca ilgilenilecek ve bir bütün olarak ulusu tahakküm altına almanın araçlarını yaratmaya gitmişlerdir. Aslında başarısız olmuşlardır. Çünkü komutla kültür sanatın yaratılamayacağı açıktır.
‘Sünni Müslüman kitlenin değerlerini hakim kılma uğraşı’
Cumhuriyet döneminde millilik vurgusu var. Adnan Menderes döneminde bu, sizin de söylediğiniz gibi, maneviyatla birlikte anılmaya başlanıyor. Milli ve ahlak (din) esaslı manevi değerlerden söz ediliyor. Şimdi de yerli, milli ve manevi değerlerin yüceltildiği bir kültür söyleminin iktidar tarafından egemen kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Bizim bugüne kadarki tüm kültür politikalarımızın temelini bu kavramların oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
Nasıl bir ahlak, kimin ahlakı sorularına farklı hükümetler tarafından farklı cevaplar verilmiştir. Ecevit, Batı aydınlanmasının önerdiği en klasik ahlak öğütlerini, pozitivist ahlak, ilerici aydınlanmacı ahlak gibi ilkelerden kurulmuş bir tavrı önerir. Bunu, Anadolu’nun kadim geleneksel ahlak anlayışlarını, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlâna gibi düşünürlerin Anadolu’ya özgü hümanizma çizgileriyle birleştiren bir ahlaktır. Ecevit’in kafasında böyle şeyler vardı, ama o da sökmemiştir ciddi tepkilerle karşılanmıştır. Ecevit yalnız kalmıştır o konuda. Çünkü bir yandan Ecevit’in önerdiği bu felsefi temel bir ölçüde Alevilere seslenir, radikal laiklere seslenir ama Sünni Müslümanlara seslenmez.
AKP bunun farkında olarak kendisini konumlandırmaya çalıştı. Yani Sünni Müslüman kitlenin değerlerini genel olarak milli manevi değer haline getirmek diye sıkıntılı bir sürece girdi. İtiraf ettiler, “Başaramadık” dediler, “bir kültür yaratamadık”. “Biz her şeye hakimiz ama kültüre hâkim değiliz.” Tabii bu, kültür denilen şeyin yapısı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamaktan kaynaklanıyordu. Kültür, öyle “Yapacağım, sen de boyun eğeceksin” diyerek inşa edilebilecek bir şey değildir, tarihsel kökleri vardır, sosyolojik kökleri vardır, bunun ötesinde psikolojik yanları vardır ve belli değerler kalıcı hale gelmiştir, kimi değerler öyle kolay kolay tepeden emirle silinemez.
Mesela Neşet Ertaş ile ilgili bir program vardı bir televizyon kanalında. Neşet Ertaş’ın felsefesi ailesi tarafından anlatılıyor; alçakgönüllülük, canlı cansız bütün varlıklara eşit olarak bakmak, herkesten sorumlu olduğunu hissetmek, böcekten, eşekten, insandan, her şeyden ben sorumluyum diyen bir ahlak. Aslında bu da genel değildir Türk toplumunda. Çoğunluğumuz, eşekten köpekten sorumlu olmayı kolay kolay anlayamaz, benimseyemez. Ama Neşet Ertaş’ın önerdiği böyle bir ahlakın tarihsel kökleri vardır, Selçukluların öncesinde yerleşmiş olan kimi ahlak ilkeleri vardır. Kırsal üretime dayanan bir karşılığı vardır. Bunu kendi ahlak ilkeleri olarak kabul etmiş sapasağlam topluluklar vardır. Ama bunu genelleştirmek, herkes böyle olacak demek, işte bunu yapamazsınız. Herkesi aynı kültür, aynı ideoloji, ki ideoloji bela bir şey zaten, aynı kültürle bir araya getiremezsiniz. Kültür tarihsel olarak oluşmuş, kendi doğasına sahip olan, kendi gelişme koşulları içinde hayat bulan bir şeydir. Kimse müdahale ile bir kültür falan yaratamaz. Kültürlü insanlar yaratırız ama toplumu tepeden inşa edilmiş bir kültür çerçevesinde birleştirmek mümkün değildir. Bunu Naziler de başaramamıştır, komünistler de başaramamıştır. Hepsi tepeden bir şeyi empoze etmeye çalışmışlardır. Netice itibariyle kendi çevrelerini inşa etmişlerdir ama toplumu bir bütün olarak Nazi ya da komünist yapamamışlardır. Bu çok bilinen bir şeydir. Ben Marksist’im ve Marx der ki bu tip şeylerle oynanmaz, tarih kendisi yapar bunları. Ama kimse onu dinlemiyor, biz yaparız diyen sopaya sarılıyor, olmuyor tabii.
Sol hegemonyaya karşı sermaye
Kültür politikaları geçmişimiz bazı çelişkiler barındırıyor, gibi görünüyor. Kültürel alan 70’lerde kurumsallaşıyor, Kültür Bakanlığı kuruluyor. Aynı zamanda 70’ler, özel sektörün kültürel alana girdiği zaman. 1973’te İstanbul Kültür Sanat Vakfı kuruluyor. 80 sonrasında Milli Kültür Şûraları yapılıyor, Türk İslam sentezi etkileri var. Bu dönem ve sonrası uluslararası ilişkilerin de geliştiği zaman. Bir yanda Türk-İslam söylemi, diğer tarafta küreselleşmeye gidiş.
Aslında sermayenin, yani bankaların, belli başlı tekel gruplarının kültürel faaliyetlere girmesi, salonlar açması, müzikaller sahnelenmesi için finans sağlamaları falan, 12 Eylül’den sonra yükseliş kazandı. Mesela her bankanın bir kültür kurumu oluşmaya başladı, kültür yayınları yapmaya başladılar, kitap çıkarmaya başladılar. O dönemlerde şöyle bir şey vardı, o zamana kadar kültür sanat genel olarak sosyalistlerin hâkimiyetindeydi. Ressamı, romancısı, müzisyeni, tiyatro yazarı, şairi, yani kültürel ürün dediğin zaman, bunları yazan, yaratan insanlar mutlaka solcu, sosyalist ressamlar, yazarlar, oyunculardı. Kesin bir hegemonya vardı yani.
Şöyle bir hegemonya: Roman yazdığınız zaman toplumcu bir roman değilse bunu basıp satmanız çok mümkün olmazdı, çünkü okuyucusu olmazdı. Mesela Yaşar Kemal, Orhan Kemal bütün bunlar soldan gelen yazarlardı, solcu yazarlardı. Sağ onun karşısına Tarık Buğra’yı çıkarmaya çalıştı. Tarık Buğra aslında iyi romancıdır ama hiçbir zaman Orhan Kemal’in romanları kadar satamadı. Hiçbir zaman o kadar okunmadı, bundan bir oyun çıkaralım diyen bir tiyatrocu çıkmadı ama Orhan Kemal’in eserlerinin filmleri yapıldı, tiyatroya girdi, resimlere bile konu oldu.
Orhan Kemal denildiği zaman insanlar, “Baba Evi”ni okudum veyahut “Sokakların Çocuğu”nu okudum derdi, yani okumayan yoktu, benim öğrencilik yıllarımda, onu okumaya ortaokulda başlardık. Ben “Baba Evi”ni ortaokuldayken okudum, sonra da Orhan Kemal tutkunu oldum ve önüme ne gelirse okumaya başladım. Yaşar Kemal’in“ İnce Memed”ini ya ortaokul birinci sınıfta ya da bitirmek üzereyken okudum ve allak bullak oldum. O yaşta bir çocuğu düşünün, 11 yaşında “İnce Memed”i zevk alarak okuyor. Böyle bir şeyi sağcılar asla yapamadılar.
Mesela Nihal Atsız vardı, o da Türkçü romanlar yazarıydı. O da kimi öğretmenler eliyle okullara girerdi. “Bozkurtlar Diriliyor” diye onun bir romanını okumuştum. Mitolojik bir hikâye gibi Orta Asya Türklüğünü anlatıyor, Türklerin tarihini, Kültigin zamanında olan büyük olayları falan anlatıyor. Hâlâ aklımda o romanlardan sahneler vardır ama ikinci bir romanını okuyayım diye içimden gelmedi. Yani bu ideolojik bir seçim değildi. Adamın anlattığı beni sarmadı ikinci bir romanını okuma isteği duymadım.
Dolayısıyla 12 Eylül öncesinde, 12 Mart öncesinde diyelim, kültür alanı solun hegemonyası altındadır. Kesinlikle öyledir. Şairler öyledir, ressamlar, romancılar, müzisyenler, tiyatrocular. 12 Eylül buna bir çare bulmak için sermayeyi devreye soktu. Çok bilinçli bir faaliyettir o. Sermayenin girişi bu kültür alanındaki o solcu hegemonyayı sermayenin kanallarıyla ehlileştirme faaliyetidir.
Mesela Nejat Eczacıbaşı solcular tarafından sevilen bir figürdür ve o pek çok şeyi açıktan destekledi. Sinematek diye bir solcu kuruluş vardı, başında Onat Kutlar’ın bulunduğu. Onat Kutlar ile Nejat Eczacıbaşı’nın arası çok iyiydi. Onat abi, ama bunu iyi niyetle söylüyordu, “Para veriyorlar, biz yine ne istersek yapalım, bizim yaptığımız işe karışmıyorlar, alıyorum parayı ben yine bildiğimi okuyorum” diyordu. Fakat ilginçtir, şöyle bir etkisi oldu, bu ilişkinin bilinmesi Sinematek’i etkisizleştirdi, izleyici oradan çekildi. Bağımsız sinema grupları ortaya çıktı. Onat Kutlar’ın büyük hayal kırıklıklarından biridir bu. “Önceden paramız yoktu ne güzel işler yapıyorduk, şimdi paramız var iş yapamıyoruz” dedi, bunu bana söyledi. Olmadı yani.
Ama Akbank, İş Bankası, Yapı Kredi Bankası çok etkili kültür faaliyetleri yaptılar. Para akıttılar. Resmen kültür merkezleri kurdular. Fakat ilgilenecek insan bulamadılar. Gençler ilgi göstermedi, boş kaldı. Beyoğlu’nda muazzam bir Akbank Kültür Merkezi vardı, post-modern bir binadır. Sonra sonra onu bozdular. Eski bir tarihi binanın üzerine alüminyumdan bir şapka geçirmişlerdi. Sonra orası boş kaldı. Akbank takkesini, post-modern takkeyi söktü, yeniden o tarihi binaya döndüler. Yapı Kredi’nin yine Beyoğlu’ndaki o sergi salonu, yayınevi, buna bağlı olarak başka yan etkinlikler, dergiler… Cogito dergisi gibi kaliteli dergiler çıkardı ama çok sınırlı bir entelektüel çevreye hitap ettiler. Başında da Enis Batur gibi oldukça bu işlerden anlayan, bilgili, gerçekten birikimli bir entelektüel vardı ama çevresi seçkin entelektüeller çevresi olarak kaldı.
Oysa Orhan Kemal’in oyunlarını sendikalı işçiler, sendikalardan bağımsız olarak mahalleliler gider seyrederdi. Ankara Sanat Tiyatrosu solcu tiyatroların atasıdır, 10 gün sonrasına bilet almak için önünde 500 metre kuyruk olurdu. İzmir Caddesi’nden Kızılay’a kadar uzanan kuyruklar olurdu. Böyle bir şey vardı ve hegemonya budur işte.
Kültürel hegemonya nasıl kurulur?
Kültürel hegemonya meselesi bugün de tartışılıyor. Ak Parti iktidarınca defalarca, farklı isimler ve seslerle, “Siyasal iktidarınız bitti, kültürel iktidarınız da bitecek” denildi. Sol kültürel hegemonya kesinlikle vardı dediniz. Nasıl kuruldu, kurulur? Doğal bir süreç miydi? Bir politikanın sonucu mu?
Solun hegemonyası o günün tarihsel-sosyal koşullarıyla bağlantılıdır. Dünyada 68’e giden süreç yaşanıyor, gençlik hareketleri, anti-emperyalizm falan, bir sosyalizm sempatisi var insanlarda. Ülkede işçi köylü hareketi, öğrenci hareketi son derece gelişmiş vaziyetteydi. Bunların kendiliğinden sanata yönelmeleri o hegemonyayı yarattı. Yani o zaman o kültür, kitlesini buldu.
AKP’ye gelirsek, o İslami bir kültür yaratmak istiyor. İslami kültür zaten var da, sen bunu bugün genç kuşaklara, kadınlara, işçilere, emekçilere, aydınlara nasıl anlatacaksın? Nasıl hâkim kılacaksın? Bu imkânsız bir çelişki… Yani ağlayıp sızlamalarının gereği yok. Boşuna imkânsız bir işi başarmaya çalışıyorlar. Bunun nasıl olabileceğine dair hiçbir fikirleri de yok. İşin kötü tarafı o. O alanda da cahil oldukları için, dolayısıyla başarısız olmaya mahkûmlar, yani alıcısı yok. Bugün dini değerler diye ortalıkta dolaşan şeyler gençlerin tepki duyduğu, görüyoruz, deizmin ateizmin yükselmesine sebep olan şeyler. Sen Cübbeli Ahmet üzerinden kültür yaratabilir misin? Onu kim alır? Ne bileyim çıkacak biri şortlu erkekler hakkında bir şeyler söyleyecek, onun kültürü toplumda yankı bulacak. Mümkün mü? Çok umutsuz bir çaba… Olamaz.
Diğer yandan şöyle bir gerçek de var; din üzerinden, din felsefesi üzerinden sanat yapmak Ortaçağ’da kalmış bir şeydir. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Türkiye kendi aydınlanmasını bir ölçüde yaşadı ve kimse Ortaçağ değerleriyle bugün resim yapamaz. Mümkün değil. Resim sanatı Ortaçağ’ın yıkıntıları üzerinde yükselmiştir. Kimse Shakespeare’den din savunusu yapan bir eser beklemezdi. İnsanın evrensel değerleri üzerinden Shakespeare, Shakespeare olmuştur. Hıristiyan bir Shakespeare tahayyül edemezsiniz.
‘Dini esas alan sanat, din tarafından boğulur’
Aslında dini unsurlar Shakespeare’de de vardır, Dostoyevski’de de… Ama bütününü temsil etmez.
Mesela Tolstoy çok inançlı bir Hıristiyan. Ama büyük eserini Hıristiyanlık propagandası yapmak için yazmamıştır. “Savaş ve Barış” savaş ortamının insan dramlarıdır vesaire. Hıristiyanlık propagandası yapmak için yazdığı “Halk İçin Hikâyeler” diye bir eseri de vardır. Hikâyeler yoluyla dinin güzelliklerini, insanların neden dindar olması gerektiğini falan anlatan, çok güzel hikâyelerdir aslında. Ama Tolstoy o değildir. Tolstoy, “Anna Karenina”dır, “Savaş ve Barış”tır.
Tolstoy sevdalısı biri olduğum için “Halk İçin Hikâyeler”i de okudum, fakat gerçekten çok zorlamadır. “Yaratılmış her şeyi severiz yaratandan ötürü” felsefesi hâkimdir. “Seveceksen insanları çünkü Allah yaratmıştır.” Yahu insanı sevmem için başka bir sebep söyle! Dini esas alan bir sanat, edebiyat, din tarafından boğulur. Açık bir şey bu… Ama dine karşı sanat tutar, çünkü isyancıdır, çünkü değiştirmeyi önerir. İnsanın özgürlük kapılarını açmaya yönelik bir şey olduğu için, Avrupa’da, Türkiye’de de din dışı sanat, hadi din karşıtı demeyelim de din dışı sanat, kendini hissettirir. Resimde öyledir. Michelangelo öyledir, Goya öyledir, Beethoven öyledir, başka bir şey yapmaya çalışmışlardır. Ondan dolayı evrensel olabilmişlerdir.
Bizimkilerin derdi bütün bunların bilgisinden ve doğasından uzak olmaları, hegemonya dediğimiz şey nasıl oluyor, bunun hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamaları. Şöyle düşünüyorlar: “Mustafa Kemal nasıl kendini dayattıysa biz de dayatırız.” Mustafa Kemal başka bir şey yapmak istiyordu. Onun yapmak istediği uyandırmaya, yıkmaya yönelik bir şeydi. Bir millet yaratmak dediği zaman, Batı klasikleriyle yetişmiş, aydınlanmış bir milleti istiyordu. Hasan Ali Yücel’i o yüzden Milli Eğitim Bakanı yaptı ve Hasan Ali Yücel’in klasikleri bugün de herkesin okuması gereken klasiklerdir. Onları okuyan insanlar özgür düşünce, özgür hayatın ne olduğuna dair bir şeyler öğrenirler ve bu onları güçlendirir. İnsanı zayıflatan, kendi içine kapatan, insanın kendisinden daha yüksek -bu ister tanrı olsun ister devlet- bir şeye boyun eğmesini öneren bir sanat, insanın doğasına aykırıdır. Bundan dolayı tutmaz. Bunu kim yaparsa yapsın tutmaz.
Bugün müzelerde var, gezip görüyorum faşist sanatın unsurlarını, tutmamıştır. Stalin zamanında yapılan eserler de, insanlarda özgürlük duygusu yerine rejime bağlanmayı öneren eserler oldukları için, yaşama şansı bulamamışlardır. Rejim gidince onlar da sanat eseri sayılmaktan çıkmıştır. Ama Ermitaj Müzesi’ni gezdiğiniz zaman, o müzeyi Lenin kurmuştur, daha doğrusu ulusal değer sayılarak korunmuş ve geliştirilmiştir, orası yaşar. Ama sosyalist gerçekçilik, sosyalist realist sanat eserleri ancak geçmişte neler yapılmış diye görülecek şeydir. Kalıca ve evrensel bir değer kazanamamışlardır.
Öte yandan, hayranlıkla baktığımız bir İslami sanat yok. Sinan’ın eserlerine İslami sanat eseri olarak değil, mimari eser olarak bakarız, benimseriz. Ayasofya’nın o muhteşem yapısı neyse Selimiye’nin, Süleymaniye’nin muhteşem yapıları da öyledir. Mimarlık tarihinin anıtlarıdır. İslam medeniyeti ürünleri değildir.
Ak Parti’nin medeniyet yaratma iddiası
“Marka, Takva, Tuğra” kitabındaki yazınızın sonunda şöyle diyorsunuz: “AKP, tıpkı Hitler gibi, 100 – 150 yıl sürecek (2071 yılı boş yere telaffuz edilmiyor) bir iktidar hedeflemektedir. Kültür politikaları bu hedefin en kalın temel çivilerinden biridir.” İktidarı döneminde çeşitli kırılmalar oldu ama AK Parti’nin en başından beri izlediği, esas alınan bir kültür politikası olduğunu söyleyebilir miyiz?
Galiba 62. Hükümet oluyor. Programın Ahmet Davutoğlu tarafından yazıldığı dönemdeki kültür politikası farklıdır. Şundan dolayı farklıdır: Yeni bir medeniyet yaratmak diye bir kavram var orada. Bu o kadar iddialı ve kof bir söz ki. Medeniyet yaratmak ne demek? Roma medeniyetini kim yarattı? Osmanlı medeniyetini kim yarattı? Batı medeniyeti diyoruz, kim yarattı? Böyle bir şey yok. Oturalım bir plan yapalım da medeniyet yaratalım diye ortaya çıkılmaz. Orada sakatlık var. Ahmet Davutoğlu “Stratejik Derinlik” kitabında, bugün Suriye’de başımızın hâlâ belada olduğu o politikalarla birlikte, şöyle bir şey düşlüyordu: “Tarihsel derinlik, coğrafi genişlik.” Tarihsel derinlik dediği Selçuklu’dan Osmanlı’ya kadar; Cumhuriyet yok orada. Coğrafi genişlik de Libya’dan Orta Asya steplerine kadar geniş bir coğrafya. Biz bir kere konuşmaya başladık mı sanki hepsi ağzını açıp bizi dinleyecekler. Ahmet Davutoğlu aslında zeki ve birikimli bir insandır, ama böyle bir hayale nasıl kapıldığını anlamak mümkün değil. Bir tek şununla açıklanabilir, maddi hayattan haberi yok. Maddi hayat koşulları başkadır, manevi örgütlenme, manevi oluşum ya da bizim kullandığımız kavramla üstyapı bambaşkadır. Üst yapıyı inşa edeyim, altyapıyı sonra hallederiz deyince olmuyor. Kimse yapamaz böyle bir şeyi. Altyapısı nedir, insanların maddi hayat koşullarıdır, başka bir şey değil. Nasıl yaşıyorlarsa, nasıl üretiyorlarsa öyle düşünürler. Hangi üretim ilişkileri içindelerse ona göre seçimleri olur, kültürel seçimleri, tercihleri olur.
AKP o dönemde, yani Ahmet Davutoğlu’nun programı yazdığı dönemde, medeniyet yaratmak diye bu kavramı ortaya attı. Daha o lafı eder etmez çöktüler bence. Çünkü mümkün değil böyle bir şey. Büyük bir boş iddia… Buna uygun olarak da birtakım şeyleri harekete geçirmek istediler. İşte coğrafyanın bütün ülkelerine, İran, Irak, Suriye, Mısır hatta bir ara Ermenistan’a baktılar, acaba bir şey çıkar mı diye ama Azerbaycan ağır bastı. Bütün bu coğrafyayı ortak bir kültür havzası gibi görüyordu. Büyük konferanslar düzenlediler. Bütün İslam ülkelerinden alimler bir araya geldi. Sanatçıları topladılar, İstanbul’da yedirip içirdiler, lüks otellerde ağırladılar. Çok şaşaalı işler yaptılar. İşin güzel tarafı, buraya gelenler, yiyelim, içelim, keyfimize bakalım, gidince de bildiğimizi okuruz diyen uyanık Müslümanlardı. Öyle de oldu, “İstanbul çok güzel, Tayyip Erdoğan büyük başkan” dediler, sonra bir eser çıktı mı ortaya? Hani kültür yaratmak, medeniyet yaratmak? Sonra defalarca bunu denediler. Defalarca başka ülkelerden, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan, Bosna Hersek’ten…Yani o Ahmet Davutoğlu’nun tahayyül ettiği coğrafyanın bütün ülkelerinden aydınlar, sanatçılar defalarca bir araya geldiler, toplandılar, yediler içtiler. Bunlar kayıtlara bile geçmedi belki. Zavallılık. Ama işte ne bileyim, Paris’te postmodern aydınlar toplantısı yapılsa, bir bildiri yayımlarlar, dünya altüst olur, herkes tartışır onu, postmodern bir bildiri çıkmış diye. Postmodernizm canımıza okudu. Anlayana kadar ıstırap çektik. Eleştirirken ayrı ıstırap…
Velhasıl 62. Hükümet, bir medeniyet yaratmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu hükümet tamamen Ahmet Davutoğlu’nun o boş iddialarının, hayallerinin bir araya gelmesinden oluşan bir kültür programı ortaya koyar. Daha önceki hükümetlerin programında olmayacak kapsamda iddialar ileri süren bir programdır. Daha önceki hükümetlerin hiçbiri buna cesaret edememiştir. Hiçbiri. Cahil cesareti demek lazım. Mesela Ecevit “Bütün dünyaya hakça ve adilce bir düzen için bir kültür önerisi yaptım” diyebilir mi? Demez adam, diyemez. Onun birikimi, dünya görüşü, ne bileyim ufku, böyle bir şeyin saçmalık olduğunu bilebilecek düzeydedir. Bundan sonra da her kim “Şu kültür politikasıyla ben dünyaya nizam vereceğim” diye çıkarsa aynı akıbete uğrar. Dolayısıyla o hem bir dönüm noktasıdır hem de Recep Tayyip Erdoğan’ın dönüp dolaşıp itiraf ettiği gibi bir hayal kırıklığıdır. “Yapamadık, olmadı” diyor. “Her şeyi yaptık bunu yapamadık.” Aslında her şeyi yaptığın gibi yaptın bunu da bence.
‘Kültür politikasını oluşturmak için mutlak iktidar gerekir’
Kültür politikası oluşturulurken, ne diyerek, ne amaçlanarak yola çıkılmalı sizce?
Bütün partilerin kültür politikaları, EMEP dahil, sol sosyalist partiler, liberal partiler, sağcı partiler, aşağı yukarı kelime farklılıkları dışında birbirine benzer. Sanatın geliştirilmesi, sanatçının korunması, kültür kurumlarının yaygınlaştırılması, kütüphaneler açılması, tiyatrolar falan bunların desteklenmesi… İktidara gelmek isteyen ve iktidar olduğunda neler yapacağını düşünen her parti, netice itibariyle işin teknik yanıyla ilgilenir. Okullar açmak, kütüphaneler açmak, her mahallede bir kütüphane kurmak, kültürü, sanatı, bilimi yaygınlaştırmak. Dolayısıyla samimi olarak şuna inanıyorum, partilerin kültür programları aslında boş laflardır. Süs olsun diye konur. Bir kültür politikamız olsun, diye.
Siyasi bir organizasyonun kültür politikası, gündelik hayatta köklü değişiklikler yaratılacak araçların organize edilmesini öneren bir program olabilir. Yeni bir kültür yaratma gibi hayalci hedefler içermez, en fazla toplumsal bir eğitim programı olabilir. Bunu yapmak için de mutlak iktidar gerekir. Bunu başarmış olan Türkiye’de Cumhuriyet hükümetleridir. Yapmışlardır bir şeyler ve 60’lı yıllara kadar bir lise mezunu jeoloji, zooloji, botanik, felsefe, mantık, sosyoloji derslerini görmüştür. Şimdi liselerde bu dersler yok, çünkü hepsini kaldırdılar. Jeoloji dersi yok, çünkü jeoloji insana dünyanın altı günde yaratılmadığını söyler. Biyoloji yok, evrim teorisi yerine yaratılışçılık diye bir şey anlatılıyor. Şimdi bu liseden mezun olan bir çocukla 60’lı yılların saydığım derslerini okumuş ve mezun olmuş bir çocuğun arasındaki farkı düşünün. Bu muazzam bir şeydir. Bazen bizim ihtiyarlar arasında şöyle bir laf dolaşır, bizim zamanımızdaki lise mezunu bugünkü profesörleri okutur, deyip övünürler. Profesörlük bugün parayla, iltimasla, siyasal ilişkilerle satın alınan bir makam haline geldi.
‘Halktan kopuk aydın savı doğru değil’
Recep Tayyip Erdoğan’ın, henüz başbakanken söylediği bir söz var: “Kültür sizin tekelinizde mi, geçti o günler.” Kültürün bir zümrenin tekelinde olmaması, “halka inmesi” meselesi, hep tartışılmıştır. Solda da “halktan kopuk aydın” tartışması yapılmıştır. Diğer tarafta ise kitle kültürü dediğimiz başka bir mesele var.
Şimdi o halktan kopukluk savı doğru değildir. Ne Yaşar Kemal ne Orhan Kemal, hatta Kemal Tahir. Bunlar halktan kopuk insanlar değillerdi. Eserleri bu kadar yaygın okunan, işçiler ve köylüler tarafından sevilip bilinen, bir mahallenin halk kütüphanesine bir öğrenci gittiğinde “Bir roman istiyorum” dediği zaman eline tutuşturulan, bu yazarların kitaplarıydı. Dolayısıyla, şimdi şöyle bir imge var kafalarında: “Bunlar ellerinde viski bardağı, Boğaz’a bakarak şiir yazarlar.” Yok öyle bir şey. Halktan kopukluktan ne anlıyorsun? Şunu anlıyorlar: Bu insanlar dindar değiller. Halkla bütünleşmek deyince, beş vakit namazına gidecek, en azından cuma namazlarında kendini gösterecek bir Orhan Kemal arıyorlar. Ancak o zaman halktan kopuk olmayacak. Eserleriyle halka inmiş bu insanlar, oradan bakınca “elinde viski bardağıyla şiir okuyan tipler”, yok öyle bir şey. Kimse öyle şiir yazmadı. Ne Atillâ İlhan ne Ahmed Arif öyle yazdı. Viski sevmezler, rakı içerlerdi zaten. Paraları hiçbir zaman olmamıştır.
‘Sanat kurumlarını baskı altına alamadılar’
Ak Parti hükümetinde, bir dönem devletin kültürel alandan çekilme isteğini gördük. Devlet Tiyatroları’nın, Opera ve Balesi’nin kapatılması konuşuldu. TÜSAK denilen bir tasarı vardı, uzun zaman tartışıldı, destekçileri de vardı. Erdoğan, yine Başbakanlığı döneminde “Tiyatroları özelleştirmeye götürüyorum. Buyurun istediğinizi oyunu oynayın. Biz de istediğimize sponsor olur destekleriz” dedi. Sonra sizce neden bu karar uygulanmadı?
Devlet Tiyatroları aslında hiçbir hükümetin görüşlerine hizmet etmedi. Denetim vardı ama dediğim gibi Brecht’in “5 Kuruşluk Operası”nı ben Ankara Devlet Tiyatrosu sahnesinde seyrettim. Turan Oflazoğlu solcu bir yazardır, tarihi eserler yazmıştır ama tarihe gerçekten soldan bakan bir yazardır ve Devlet Tiyatroları repertuvarını şöyle geçmişe doğru tarayın, her sene mutlaka iki üç farklı oyunu vardır.
Denetim altına alamadıkları için, “devlet ve sanat arasında bu baskıcı ilişki olmamalıdır” diye bir tez attılar ortaya. Devlet Tiyatroları’nı kapatmak, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı kapatmak, aslında dert bu… Yoksa siyasal iktidarlarla devletin kültür kurumları arasında hiyerarşik bir ilişki, bir hegemonya ilişkisi vesaire olmamıştır. Olan şey, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine uyumdur. Bu siyasi iktidarlarla ilişkiden farklı bir şeydir. Dolayısıyla itiraz ettikleri aslında budur. Çünkü o hegemonya dedikleri mekanizmayı kurmak bu ilkelerle çatışan herhangi bir siyasi iktidar için oldukça sorunludur. Bunu yapabilseler “Yaşasın Devlet Tiyatroları, yaşasın Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası” derlerdi. Şimdi şunu düşünebiliyor musunuz, İsmet Paşa her cumartesi konsere giderdi. İktidarda falan da değildi. Ben lisedeyken hâlâ yaşıyordu İsmet Paşa ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerinde onun en öndeki koltuğu hazırdı. Adam 80 yaşında titreye titreye oraya oturur, Çaykovski dinlerdi. Hangi güç Recep Tayyip Erdoğan’ı oraya oturtup Çaykovski dinlettirebilir?
“Cumhurbaşkanı’nı Mozart dinlemeye zorlamak faşistliğin dik alasıdır” demişti.
Öyle olunca da “Ben sevmiyorum, bunu kapatacağım”. Niye kapatıyorsun? “Çünkü devletten bağımsız olmalıdır kültür sanat.” Bunun arkasına sığınılıyor. Bu güzel bir kavram, tabii devletten bağımsız olsun ama halkın aydınlanmasına, değişik kültür birikimleriyle ulusal kültürün iletişiminin kurulmasına hizmet eden kurumlardır bunlar. Demin sözünü ettim Türk Beşleri denilen bestekarlar, bütün o Cumhuriyet ideolojisini modernize edilmiş Türk müziği anlayışıyla birleştirerek besteler yapan harika insanlardı. Gerçi yaptıkları neticede halka ulaşmamıştır. Atillâ İlhan’ın benzetmesine katılıyorum, köylüye smokin giydirmek gibi bir şey olmuştur. Devlet Senfoni Orkestrası “Allı gelin güllü gelin suya gider nazlı gelin” türküsünü çalıyor ama olmuyor, o başka bir şey. Ama “Yunus Emre Oratoryosu” yazmıştır Ahmet Adnan Saygun. O orijinal bir eserdir. Yunus Emre’yi anlatan, Batılı kalıplar içinde de olsa ilahi müziğinden yararlanıp, geleneksel Türk halk müziğinden motiflerle işlenen yerleri de olan, tasavvufi bir eser yapmıştır adam. Düzgün bir eserdir, ama geniş yığınlara hitap etme şansını bulamamıştır. Diğerleri de gerçekten Batı çalgılarıyla çalınan türkülerdir ve zorlamadır.
Özetlemek gerekirse, AKP’nin kültür politikası dediğimiz şey, toplumsal hayatın gerçeklerinden, insanların yaşam koşullarından bağımsız, doğrudan İslami kalıplarla üretilmiş bir kültür hedefliyor. Müzik, sanat, heykel, resim… Antalya Akdeniz Üniversitesi Resim Heykel Bölümü’nde üç ders varmış, bir arkadaşım söyledi. Hat, ebru, tezhip… Çocuklar desen çizmeyi öğrenmeden çıkıyorlar. Resim bu mu? Bunun gibi tepeden kendini dayatan, son derece sınırlı, evrensel ilişkiler bakımından ele aldığımızda son derece dar bir anlayışla yapılan şey sanat olmaz, dayatma olur. Sanat buna direnir. Edebiyat buna direnir.
‘AKP ile sermayenin kültürel anlayışları denk düşmedi’
AK Parti’nin sermayeyle yakın ilişkide olduğu söylenebilir, en azından uzun zaman bu böyle sürdü. Buna karşın kültürel anlamda bir ayrışmadan söz edilebilir: İKSV tarafından yıllardır İstanbul Bienali düzenleniyor. Birkaç yıldır da iktidarın doğrudan desteklediği Yeditepe Bienali var. Açılışına Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldı, Kuran okunarak açılış yapıldı. AK Parti iktidarı, sermaye, kültür ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Şüphesiz sermayenin kültüre bakış açısı özü itibarıyla çok pragmatisttir, faydacı bir bakışı vardır. Ama bunu yaparken şöyle bir özellikle: Sabancı, Eczacıbaşı, Koç çevrelerinin bodoslama ve kaba saba işler yapmadıklarını teslim etmek gerekir. Mesela İKSV doğrudan doğruya sermaye çevrelerinin desteklediği, onların finanse ettiği bir şeydir. İstanbul Bienalleri öyledir. Ama orada insanları rahatsız edecek bir şey göremezsin. Nispeten geniş açılıdır.
AKP’nin sermayeyle ilişkileri, kültür alanına tam yansımamıştır. Yani Türkiye burjuvazisi, tekelci burjuvazi, esas itibarıyla Batı’ya açıktır. Batı’nın kültürüne, Batılı değerlere açıktır, mesela Avrupa Birliği’nden yanadır. Yaptıkları kültür işleri bu çerçevede olur ve bütün bunlar AKP ile çelişen şeylerdir. Genellikle etkinlikleri Amerika’nın, Avrupa’nın son dönemde popüler hale gelen ya da gelme potansiyeli taşıyan sanatçılarından oluşur. Bienaller de öyledir. “Dünyada ne oluyorsa onu anlayalım ve gösterelim, dünyanın bir parçasıyız” anlayışı farklıdır; “Biz kendi coğrafyamızın parçasıyız ve oraya bakarız, onu anlatırız” anlayışı farklıdır. Sermaye ve AKP burada ayrışır.
AKP “hegemonya kuramadık” derdini burada da ifade ediyor. Orası da sözünü dinlemiyor çünkü. İstanbul Bienali ya da İKSV’nin yaptıkları, AKP’yi memnun eden şeyler değildir. Ama para alışverişi, bankacılık, sermaye akışı söz konusu olunca burjuvaziyle araları iyidir. Tabii kendi burjuvazisini yaratma, kendi tekelcilerini yaratmak gibi bir çabaya girdikten sonra, sermaye hareketini denetlemeye de başladılar. Orada da sıkıntılar var ama esas itibarıyla, AKP tekelci burjuvazinin çıkarlarına aykırı herhangi bir iktisadi politika gütmez. Ama siyasi programında esnemeler yapabilir. Mesela İstanbul Sözleşmesi’ni cart diye yırtıp atması burjuvazinin politikası değildir. Avrupa Birliği ilişkilerine aykırı işler yapma burjuvazinin politikası değildir. Kültür politikalarında da öyle… Ama sermayenin akışı bakımından, finans kaynaklarının nasıl kullanılacağına dair kararlar bakımından, AKP ile sermaye arasında sorun yoktur.
Mesela AKP, “Milli gelirin bölüşümünde sermayeye verilen pay yüzde yirmi olacak, yüzde sekseni halka ait olacak. Sağlık, eğitim, toplu ulaşım bedava olacak. Her çocuğa günde 1 litre süt verilecek” dese, böyle bir politikaya yönelse, yani halka verilecek bütçe sermayeye verilecek bütçeyle çelişse, sermayeyle AKP arasında bir sorun olur. Bugün böyle bir sorun yok. Yani bütçenin, toplanan vergilerin sermaye lehine mi, yoksa yoksul halk lehine mi kullanılacağı konusunda bir anlaşmazlık yoktur. AKP’nin de böyle bir tercihi zaten yoktur. Ama dediğim gibi zihniyet uyuşmazlığı vardır.
‘Çevrenin korunması bir kültür sorunudur’
Diyelim Ak Parti, MHP’nin desteğiyle yeniden iktidarını sürdürdü. Kültürle ilgili gelecekten ne beklemeliyiz?
Düşünmek bile istemiyorum. Aslında endişem şudur, bugüne kadar yaşadıklarımız nedir? Konserler yasaklanıyor, böyle dertlerimiz var ama işin içine kan girer diye korkuyorum. Dolayısıyla konser yasakları veya gazetecilerin tutuklanması, aydınlara yapılan baskılar, bunlar hafif şeyler olarak kalabilir. Çünkü bıçak sırtında bir iktidar olur. Güçlükle ele geçirilmiş, belki hile ile ele geçirilmiş bir iktidar olacaktır. Anketlere bakarsak iktidarda kalmaları söz konusu gibi görünmüyor ama bu kadar suç işlemiş bir hükümetin iktidardan olağan yollarla gitmesi de çok kolay değil. Vermek istemeyebilirler, asıl korkum bu. Gitmesini temenni ediyoruz ama gidemezse, gidememekle kalmaz. Gidememiş olması epey bedel ödetir Türkiye’ye.
Millet İttifakı’na gelelim. Bugüne kadar Altılı Masa’dan, parti bazında değil, ortak bir açıklama olarak söylüyorum, kültürle ilgili bir söz duymadık. Duyar mıyız?
Hayır.
Diyelim ki iktidarın sahibi oldular, kültürle ilgili sizce Millet İttifakı’ndan nasıl bir kültür politikası çıkar?
Ahmet Davutoğlu’nun programı çıkmasın da ne çıkarsa çıksın. Kültürel olarak ne çıkacak, diğer hükümet programlarının kültür alanındaki maddelerinin tekrarı çıkar, başka bir şey çıkmaz. Ama nispeten şöyle şeylere yer verilebilir: Düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması, kültür sanat üzerindeki baskıların kaldırılması, devlet-kültür ilişkilerinin düzenlenmesi, falan…
Emek ve Özgürlük İttifakı Deklarasyonu’nda, evet anadili hakkından, kadın ve LGBTİ+ bireylerin haklarından, toplumsal cinsiyet eşitliğinden vb. söz edildi. Ama bakıldığında, kültür yalnızca temel hak ve özgürlükler ekseninde ele alınmıştı. Doğrudan tek cümle ‘tarihi ve kültürel mirasın korunmasıydı’. Sizce Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yönetiminde nasıl bir kültürel politika izlenebilir?
Vaatler ve yapılacak işlerin teknik anlatımı bakımından hiçbir partiden farklı bir şey çıkmaz. Ama şunu söyleyebilirler, mesela sanmıyorum ki, çevreyi bir kültür sorunu olarak algılamak diğer partilerin programlarında görülebilecek bir şey değildir ama Emek ve Özgürlük İttifakı’nda bu söz konusu edilebilir. Çevre bir kültür sorunu olarak adlandırılabilir. Tarihi eserlerin korunmasına gelince, bunu söylemeyen zaten insan içine çıkamaz.
Sizin önerileriniz neler olurdu?
Esas olarak sanatçının, edebiyatçının, kültür insanlarının mottosu şudur, “Devlet gölge etmesin, başka ihsan istemem”. Ama devletin kültür kurumlarının geliştirilmesi diye bir politikası olmalıdır. Yalnızca Devlet Tiyatroları’nın değil, özel tiyatroların da desteklenmesi. Hem maddi olarak hem de ilişkiler bakımından. Mesela bizim tiyatrolarımızın çoğunda eksik olan uluslararası ilişkiler konusundaki zorluklardır. Bunun önünü açmalı. Londra’daki bilmem ne tiyatrosuyla Ankara’daki bir tiyatronun birbirleriyle kurdukları ilişki, devletin kolaylaştırıcılığından yararlanarak gerçekleştirilebilmeli. Devlet kolaylaştırıcı olsun. Oradaki sanatçı kalkıp buraya oyun izlemeye gelecekse bu diplomatik bir pasaportla yapılabilir. Devlet bunu yapsın. Fazıl Say’a diplomatik pasaport verilsin. Adam vizelerle uğraşmasın. İstediği her yere gitsin. Edebiyatçılara, ressamlara, düşünce insanlarına, böyle kolaylıklar sağlanabilir.
‘Ulusal kültürler çağı kapanmıştır’
Son olarak, millilik meselesini en başında konuştuk, bir de çokkültürlülük var. Aslında tüm dünyada bunun nasıl sağlanacağı pek bilinmiyor gibi görünüyor. İtalya’da aşırı sağın kazanması, genel olarak Batı’nın mülteci karşıtı politikaları vb… Çokkültürlü kültür politikaları nasıl yaratılabilir? Millinin yanına başka milliler koyarak mı, farklı bir kapsamla mı?
Bütün kültürlerin evrensel kültürün bir parçası olduğunu düşünmek gerekiyor. Bir zamanlar özellikle Afrika kültürüne, Afrika masklarına, Afrika müziğine karşı dünyada çok büyük bir ilgi uyanmıştı. İşte caz blues, onların yanı sıra Afrika’dan ritim dalgaları gelmeye başladı. Sanatçılar Afrika sanatını yeniden üretmenin yollarını aradılar. Bunun içinde Picasso da vardır, Matis de vardır. Mesela onlardan da önce Van Gogh, Japon sanatına büyük bir ilgi duyardı. Japon estamplarını inceleyerek kendi resmini geliştirmek diye bir yol seçmişti. Gaugen öyleydi. Yani büyük ressamlar aslında evrensel düşünürler. Japonya’da üretilen herhangi bir baskı Paris’te yaşayan bir ressamı ilgilendirir. Müzikte de böyle olması özlenir, o zaman kaliteli müzik çıkar. Evrensel bir eser ortaya koyabilmek, bütün insanlığın benimseyebileceği bir şarkı yapabilmek…O zaten, bütün insanlık dediğimiz şeyin süzülmüş kültüründen üretilebilir. Bunu yapan müzisyenler var, heykeltıraşlar var. Bir de Asya’ya, Afrika’ya bakalım, Japonlar tarihte bu işi nasıl yapmışlar diye inceleyenler var. Hint heykellerini inceleyenler başka şeyler ortaya çıkarıyorlar. Henry Moore vardır, müthiş bir heykeltıraştır ve Doğu sanatına bakarak boşluğa hacim vermek fikrine ulaşmıştır. Boşluğa hacim vermek, Michelangelo’nun aklına gelmeyecek bir şeydir. Ama adam Doğu’ya baktığı zaman orada başka bir şey görüyor. Mesela bir Japon sanatçı da Batı sanatına bakarak bir şeyler çıkartıyor. İyi sanatçılar öyledir, ararlar.
Milli kültür dediğiniz şey sınırlayıcıdır. Bir dönem, evet her milletin özel bir biçimde kendisini ifade etmesinin yollarını araştırması, ayırt edici bir biçimde kendi karakterlerini ortaya koymak için sanat yapması işlevli olmuştur. Ama tıkanmıştır bu yol, bitmiştir. Bugün bir soyun, bir ırkın, bir ulusun temel karakteristiklerini sanatının malzemesi yaparak bir eser ortaya koymaya çalışması beyhudedir. Bunu yapan da çıkar, ama sonuç yalnızca kendisini ilgilendirir.
Mesela bizde, 60’ların ressamlarında kilim desenlerini inceleyerek bir şeyler yapma modası vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaptığı resimler kilim desenlerini modernize etmeye yönelikti. Bu tıpkı Türk Beşleri’nin yaptığı, türküleri senfoni orkestrasıyla seslendirmesi gibi bir şeydi. Ulusal sanat denilince, ulusal kimlik deyince anlaşılan şey buydu. Sonra onlar aşıldı, şimdi artık hiçbir geçerliliği yok, kimse kilim desenlerini inceleyerek bugün resim yapmayı yenilik olarak ortaya koyamaz. Kürtlerde var öyle kaygılar. Kürt kimliğini ifade eden şeyler ortaya koyalım diye çabalar var. Bence bu bir dereceye kadar anlaşılabilir ama o da İslami sanat gibi sonuç vermeyecek bir şeydir. Yani Kürt sever, benimser de başkasını ilgilendirmeyebilir. Dolayısıyla ulusal kültür tartışmalarının artık gerici bir anlamı vardır. Ulusların kendi kimlikleriyle yeryüzünde var olmayı bir hak ve iddia olarak ortaya koydukları dönemde bu işlevliydi. Türklerden örnek verelim, Atatürk bunu iddia olarak ortaya atmıştı, “Ulusal karakterde işler yapılacak” dedi. Ama şimdi bugün o ulusal karakterin ne olduğu tartışmalıdır. Şimdi Mustafa Kemal bir çizgi koymuştur, “Senin ulusal karakterin budur” demişti. Onu da kendi söylüyor. Sonra bu karaktere uygun resimler, uygun müzik, dans, hatta opera… Adamın kendisi opera yazdırdı. Olağanüstü bir figürdür bütün Türk tarihinde. Ama şimdi o dönem, bu dönem değil. Ulusal kültürler çağı kapanmıştır.
- “Marka, Takva, Tuğra – AKP Döneminde Kültür ve Politika”, Hazırlayanlar: Kemal İnal, Nuray Sancar, Ulaş Başar Gezgin, Birinci Basım: Haziran 2015, 639 sayfa, Evrensel Basım Yayın.
#Adalet Partisi#Ak Parti#Bülent Ecevit#Cumhur İttifakı#Cumhuriyet dönemi#Emek ve Özgürlük İttifakı#Millet İttifakı#Mustafa Kemal Atatürk