Son zamanlarda kendinden çok bahsettiren bir çevre aktivizmi türedi: Dünyanın en ünlü ressamlarının çok ama çok ünlü eserleri hedef alınıyor, bu eserlere bazen çorba, bazen pasta, bazen patates püresi fırlatılıyor. Bir şeyler atmanın yanı sıra, çevre aktivistlerinin başka yöntemleri de var: Ellerini eserin olduğu duvara yapıştırmak ya da o duvara mesajlarını yazmak gibi. Bunları yaparken bir şeye dikkat çekmek istiyorlar, o da küresel ısınma. Çok kısaca ilettikleri mesajlarla ve üzerlerine giydikleri tişörtlerde yazılı sloganlarla şunu diyorlar: Daha fazla petrol istemiyoruz! Just Stop Oil adlı çevre örgütüne bağlı iklim aktivistleri Birleşik Krallık çıkışlı bir grup ancak diğer ülkelerde de “kardeş çevre örgütleri” var ve koordine protestolar düzenliyorlar. Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Just Stop Oil, Birleşik Krallık’ta hükümetin fosil yakıtların araştırılması, geliştirilmesi ve üretimi için tüm yeni lisansları ve izinleri sona erdirmeyi taahhüt etmesini sağlamak adına şiddetsiz sivil direniş eylemleri gerçekleştiriyor.
Just Stop Oil adlı grubun iki temsilcisinin geçtiğimiz 14 Ekim’de Londra’daki National Gallery’de sergilenen Van Gogh’un Ayçiçekleri tablosuna domates çorbası atıp, ellerini duvara yapıştırması tüm dünyada yankı buldu. Ancak konuşulan, petrolle iklim krizi arasındaki ilişkiden ya da yakın gelecekte içilebilir suya, çeşitli tarım ürününe ulaşamayacağımız gerçeğindense, Van Gogh’un şaheserine yapılan vandallıktı! Halbuki, Z kuşağından iki genç kadının sordukları soru önemliydi: “Hangisi daha önemli? Sanat mı yoksa hayat mı? Sanat, yemekten ya da adaletten daha mı değerli? Bir tabloyu korumak mı daha önemli? Yoksa gezegenimizi ve insanlarımızı mı?” Daha sonraki demeçlerinde eserin koruyucu camla korunduğunu bildiklerini, esere zarar vermek gibi bir niyetlerinin asla olmadığını ifade ettiler ve itiraf ettiler: “Böyle hayati bir meseleye medyanın ve kamuoyunun dikkatini çekmek istemiştik ve bunda gördüğünüz gibi başarılı olduk!” Evet, başarılı da oldular! Mesele kamuoyunun ilgisini çok önemli bir meseleye çekmekse, sıradan söylemlerle bunu başaramayacağımızı hepimiz biliyoruz, değil mi? Kaldı ki bu insanlar, onlara nasıl eylem yapılacağı konusunda akıl veren insanların dediklerini çoktan yapmışlardı; fabrikalara kendilerini bağladılar, otoyollardan kendilerini sarkıttılar, bankalara boyalar atıp, politikacılara bir şeyler fırlattılar… G8’in meşhur toplantılarında nice eylem gerçekleştirdiler. Ama hiçbir eylem bu kadar ses getirmemişti. Demek ki başarılı oldular. Meselenin neden bu alanda ses getirdiğine yani sanat ayağına daha sonra geleceğiz.
Son iki haftadır sanatla ilgili ya da değil çoğu insan, bu eylemleri konuşmakta… ve bu aktivistler için inanılmaz yorumlarda bulunmaktalar. Sosyal medyada platformlarında yapılan yorumlara inanmakta güçlük çektim. Yurtiçi ya da dış basında takip ettiğim sosyal medya hesaplarından yapılan yorumlarda, Türkiyeli ya da yabancı binlerce insan bu çevrecilerin ağır bir şekilde cezalandırılmaları, dövülmeleri hatta yok edilmeleri gerektiğini ifade ederek, en az on yıl hapis yatmalarına salık veriyorlardı. Kimi müze yönetimlerini eleştiriyor, giriş ve güvenlik önemlerinin daha çok sıkılaşmasını istiyordu. Bazısı eserlerin başında silahlı güvenlik güçlerinin beklemesi gerektiğini savunuyor, başka bir kesimse, çevrecileri aptallıkla, delilikle, cahillikle, sersem ve eğitimsiz Z kuşağı gençleri olmakla itham ediyor, hakaretler, küfürlerle tehdit ediyorlardı. Çevrecileri Taliban’la, İŞİD’le kıyaslayan ve bu eylemlerin de terörizm olduğunu iddia edenler dahi vardı. Bütün bu yorumları okuduktan sonra tüm dünya yönetimlerinde artış gösteren diktatörlük eğilimlerine şaşmamak gerek sanırım. Cem Yılmaz’ın yıllar önce söylediği “Sevgi içimizde” esprisi, hiç de esprili olmayan bir biçimde karşımızda duruyor: Faşizanlık içimizde. İster kabul edelim, ister etmeyelim.
Peki bu insanların dertleri ne?
Sansasyonel eylemden tam bir hafta önce, yani 7 Ekim’de Birleşik Krallık, Putin’in Ukrayna’yı illegal işgalinin enerji kaynaklarına olan gereksinimi artırdığını bahane ederek, Kuzey Denizi’nde 900 yerde petrol ve gaz araması için keşif turuna çıkacağını ve 100 adet yeni lisans vereceğini açıkladı. Karar, pek tabii ki çevrecilerin yukarıda da belirttiğim “fosil yakıt projelerinin genişletilmesi değil kapatılması” gerektiğini ifade eden uluslararası iklim bilimcileriyle çelişiyordu.
Bu diretmenin bir mantığı var, o da küresel sıcaklık artışlarını 2 hatta 1.5 ºC’nin altında tutma çabası. Çünkü bilim insanlarının bulgularına göre gezegen, Sanayi Devrimi öncesi döneminin –kabaca 1850-1900 arası– ortalamalarına göre 0.8 ºC ısındı. Buna göre Dünya en fazla 0.5 ºC daha ısınmayı kaldıracak durumda ve eğer sıcaklık mevcut halinden 1.5 ºC daha artarsa “geri dönüşü olmayan” tehlikelerle yüz yüze kalacağız. İşte bu 1.5 ºC sınırı buradan ileri geliyor ki bunda 2016’da Paris’teki BM İklim Değişikliği 21. Taraflar Konferansı’nda küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirler kapsamında 195 ülke mutabık kalmıştı. Tahmin edersiniz ki, bu 1.5 ºC sınırını sağlayabilmek için yapılması ve yapılmaması gereken faaliyetler var. Ancak bu anlamda pek yol kat edilmediği de bir gerçek, çünkü halihazırdaki görünür petrol, kömür ve doğalgaz rezervleri iklim bilimcilerinin güvenli kabul ettiği miktarın 5 katı[1]. Teknik olarak yeraltında olsalar da, bu rezervler ekonomik olarak “çıkarılmış gibi” muamele görüyor ve pek tabii ki söz konusu enerji şirketlerinin finansal değerlerini de artırıyorlar. Bu rezervlerin değeri yaklaşık 27 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Carbon Tracker’ın raporunda yer alan 200 firma arasındaki 6 firmanın –Exxon (ABD), BP (Birleşik Krallık), Gazprom (Rusya), Chevron (ABD), ConocoPhillips (ABD) ve Shell (Birleşik Krallık) – rezervleri toplamının 2 ºC’nin altında kalmamız için aşmamız gereken sınıra bizi yüzde 25’ten fazla yaklaştırdığı söyleniyor[2].
Bu mesele, Birleşik Krallık, ABD ya da Rusya ile sınırlı değil, Çin’in dünyada en çok karbon salınımına neden olduğu biliniyor. Öyle ki BM, Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre 2019’da Çin’deki karbon salınımının 10.5 milyar ton ile ABD, AB ve Japonya’nın toplamına eşit olduğu ifade edilmiş. Dolayısıyla çevre eylemleri de sadece Birleşik Krallık’la sınırlı değil. Van Gogh’un Ayçiçekleri dikkatimizi çekti ancak eylem aslında sanat eserlerine yapılan ilk eylem değildi.
2022’de baş gösteren eylemlerin ilki, Mayıs ayında Paris Louvre Müzesi’nde bulunan Leonardo’nun ünlü Mona Lisa’sına pasta atmak suretiyle gerçekleşti. Daha sonra, sırasıyla Van Gogh’un Londra Courtauld Gallery’deki Peach Trees in Blossom adlı tablosuna, Manchester Art Gallery’deki JMW Turner’ın Tomson’s Aeolian Harp adlı eserine, John Constable’ın Londra National Gallery’deki The Hay Wain adlı eserine, yine Londra’daki Royal Academy’deki Leonardo’nun Last Supper adlı tablosunun kopyasına, Boticelli’nin Floransa Uffizi Galerisi’ndeki Primavera adlı tablosuna, Monet’nin Berlin Barberini’deki Les Meules adlı eserine, Vermeer’in Hollanda’daki Mauritshuis Müzesi’ndeki Girl with a Pearl Earring adlı tablosuna, yine Van Gogh’un geçici olarak sergilendiği Roma’daki Bonapart Sarayı’ndaki The Sower adlı tablosuna ve Goya’nın Madrid Prado Müzesi’ndeki Las Majas adlı tablolarına yönelik eylemler gerçekleşti. Son olarak bu yazı hazırlanırken bir eylem haberi daha düştü basına ve sosyal medyaya. Klimt’in Viyana Leopold Müzesi’ndeki Life and Death adlı eserine iki aktivist siyah bir boya attılar.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi, hiçbir sanat eserine zarar gelmedi, bazılarının çerçevelerinde meydan gelen yapıştırıcıların yarattığı ufak ve düzeltilebilir tahribatı, zemin ve duvara damlayan boyaları saymazsak… Bunun yanında Belçika’dan ilk hapis haberi geldi bile. Ünlü İnci Küpeli Kız tablosuna eylem düzenleyen iki çevreci iki ay hapis cezası aldı. Birleşik Krallık’ta ise, çevrecilerin mahkemeye çıkarılmadan altı ay süreyle hapiste tutuldukları yazılıyor. Çevreciler bunu “elçiyi öldürmek” şeklinde yorumluyorlar. Pek de haksız sayılmazlar, ne dersiniz?
Peki, dünyaya gerçek zararı verenler nerede?
Tamam, devletler elçileri “içeri” almaya başladılar. Birden sanat hamisi kesilen kamuoyu bu çevre aktivisti elçilere nefret dolu mesajlarını sarf etti. İronik bir şekilde “Siz ne hakla gelecek nesilleri bu eserlerden mahrum edersiniz?” diye çıkıştılar onlara! Böyle gidilirse gelecek nesillerin bir geleceğinin olmadığını hatta gelecek nesiller diye bir şey olmadığını kabul edemediklerinden galiba, tam da bu endişeyle böyle radikal eylemler düzenlemeyi göze alan gençlere kızıyorlardı. Oysa, o gencin dediği tam da buydu: Geleceğimiz yok! Geleceğimizi yok ediyorsunuz. Gelecek yoksa, üzgünüz ama ne sanat var ne de Van Gogh. Ne Monet var ne de Mona Lisa… Elçiye zeval olmazmış denirdi halbuki, değil mi? Ancak öyle değilmiş. Tam tersine elçi cezalandırılırsa, sorun da ortadan yok olmuş gibi yapmaya devam edebilirmiş.
Şunları sorsam nasıl hissedersiniz; ya yakın bir gelecekte, birçok bitki türü ortadan kalkacağı için, görebileceğimiz yegâne ayçiçekleri Van Gogh’un tablosundakiler olursa? Ya Boticelli’nin İlkbahar’ı, artan sıcaklıklar nedeniyle, ileride çocukların büyükannelerinden duyduğu “eski”, “teorik” bir mevsim haline gelirse? Ya Vermeer’in İnci Küpeli Kız’ı yaptığı Hollanda denen ülke, suların yükselmesinden ötürü yeryüzünden tamamen silinirse? Sizce 2030’dan itibaren aşırı sıcakların (+5 ºC) sıklaşması beklenen Fransa’nın güneyindeki, Van Gogh’un kişisel tarihinde önemli bir yeri olan Arles’da –yukarıda sözü geçen tüm protestolara konu olan Van Gogh tabloları orada yapılmıştır– Van Gogh yine o tabloları üretebilir miydi?
Yine yukarıda adı geçen ressamlardan devam edersem, sayılanların çoğuna yuva olmuş Akdeniz’de aşırı sıcaklarla geçen sürenin bir aydan iki aya çıkması, son yirmi yıldır 6 cm yükselen suyun daha da yükselmesi, olağanüstü hava koşullarının sıklaşması bekleniyor. Avrupa’daki kentlerin çoğunun içinden geçen nehirlerin taşması, sel felaketi riskini iki katına çıkarıyor. İspanya topraklarının yüzde 75’i çölleşme tehlikesi altında ki bu yiyeceğin çokça azalacağı, ana lokomotif sektörlerden olan tarım sektörünün olmayacağı, dolayısıyla istihdamın oldukça azalacağı, azalan tarım ürünü arzı yani kıtlıkla enflasyonun artacağı anlamına gelir. Bu durum, sadece İspanya’ya has değil, ancak İspanya küresel ısınmadan en çok etkilenen ülkeler arasında. Goya’nın, Picasso’nun, Velazquez’in, Dali’nin, Miro’nun oralı olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Demem odur ki, sanat eserleri hele hele böyle kültürel miras nesneleri korunmalıdır, ancak bir şeyi koruma fikri ona değin ilişkiler ağını da sorgulamamıza engel olmamalıdır. Görüneni cezalandırmak çok kolaydır, böylesi sivil “itaatsizlik” durumlarında daha da kolaydır. Ama biraz görünenin arkasına bakmaya ne dersiniz?
Biz bunları düşünür, yazar, konuşurken az sayıdaki milyarder, petrol gibi fosil yakıtlar arayıp üreterek, servetlerini biraz daha artırmaya ve gezegendeki geleceğimizi biraz daha tehlikeye atmaya devam etti. Kasım başında Oxfam tarafından yayımlanan, dünyanın en büyük şirketlerinden bazılarına yaptığı yatırımların ve bu yatırımların karbon emisyonlarının ayrıntılı bir analizine dayanan Karbon Milyarderleri raporuna göre sadece 125 milyarderin –evet yanlış okumadınız, sadece 125 kişinin– yatırımları, her yıl 393 milyon ton CO2 salıyor. Yani bu milyarderlerin 125’i hep birlikte, Fransa, Mısır veya Arjantin gibi ülkelerin tek başlarına ürettikleri karbon ayak izlerine eşit yatırım emisyonuna neden oluyorlar. Bu milyarderlerin –kişisel tüketimlerindeki (yat, jet vs.) karbon emisyonları hariç– yatırımlarının kişi başına yıllık ortalaması ise 3 milyon ton CO2 kadar ki bu da en alttaki yüzde 90’lık kesimin ortalaması olan 2.76 ton CO2e’nin milyon katı daha fazla[3].
Araştırma, dünyanın en zengin bireylerinin yatırımlarının, toplam emisyonların yüzde 70’inden sorumlu olduğunu gösterse de* ne yazık ki bu süper zenginlerin toplam emisyonlar içindeki büyük ve artan sorumluluğu nadiren tartışılmakta. Devletler anlaşmalar çerçevesinde alınması gereken önlemlerde mutabık kalmış olsa da, nedense iş bu süper zenginlerin şirket faaliyetlerini yasal düzenlemeler altına alınmasına gelindiğinde, üç maymunu oynamaktadırlar. Oysa yapılacaklar belli; hükümetler şirketleri raporlama ve emisyonlarını radikal bir şekilde azaltma konusunda daha hesap verebilir ve şeffaf olmaya zorlayan iddialı düzenlemeler ve politikalar uygulamalı, süper zenginleri gezegeni ve yaşamı tehdit eden bu faaliyetlerinden ötürü vergilendirmelidir. Oxfam raporunda hesaplandığına göre, dünyanın süper zenginlerinden alınacak 1.4 trilyon dolarlık servet vergisi, iklim krizinden en çok etkilenecek gelişmekte olan ülkelerin muhtemel kayıp ve hasarlarının tazmini ve yenilenebilir enerjiye geçişlerini kolaylaştırılması için kullanılabilir.
Sanat bunun neresine düşer, Van Gogh neresine?
Konu süper zenginlere geldiğine göre, tabloyu netleştirip, bunu sanata bağlamanın, daha doğrusu sanatın bunun neresinde olduğuna dair düşünmenin de tam zamanı! Bu durumda sizleri 2011 yılına, Occupy Museums hareketine götürüyorum:
“Oyun bitti: Yüzde 1’in yönettiği kültürel elitizm mabetlerinin oluşturduğu saadet zincirlerinin perde arkasını gördük. Artık biz, yüzde 99’un içindeki sanatçılar, sahte bir benzersizlik söylencesine dayanan ve sırf elitlerin de elitinin cebi para dolsun diye bireysel dehayı göklere çıkaran propagandalarla beslenen bu yozlaşmış hiyerarşik sistemi kabullenme zaafına düşmeyeceğiz. Geçtiğimiz on yıldır, belki daha da uzun süre, sanatçılar ve sanatseverler sanatın yoğun biçimde ticarileştirilmesinin ve sisteme amade kılınmasının sonuçlarına maruz kaldılar. Bizim nezdimizde sanat herkes içindir, tüm sınıflar, tüm kültürler ve tüm toplumlar için. İnanıyoruz ki Occupy Wall Street hareketi insanlarda yeni bir bilinç uyandıracak; sanatın, günümüzde sanat dünyasının yaptığı gibi insanları bölmek yerine birleştireceği inancını aşılayacak…” deniyordu hareketin manifestosunda.
Bu hareketten az bir süre önce başlayan Occupy Wall Street hareketi, dünya kapitalizminin simgesi olan Wall Street’i yönetenlerden pek de farklı olmayan müze yönetimlerine karşı bir eş-eylemliliği de yaratmıştı. Eylem, eylem doğurmuştu yani. Çünkü söylem ortaktı: 2008-2012 küresel ekonomik krizinin daha da görünür kıldığı adaletsizliklere dur demek! ABD nüfusunun yüzde 99’u temel ihtiyaçlarını karşılayamaz, insanca yaşayamaz, geleceğini düşünemez, kazanmadığı parayı harcayıp borç batağına düşmüşken, yüzde 1 lüks içinde yaşamakta ve her gün zenginleşmeye devam etmekteydi. Bu hareket bir hayat memat meselesine dönüştü –çünkü tehdit edilen hayatlarımızdı– ve tüm dünyaya yayıldı: Amerika’dan Avrupa’ya, hatta buraya Türkiye’ye bile uzandı.
Occupy Museums yıllardır göz ardı edilmiş bir gerçeği yüzümüze vurdu: Wall Street’i yönetenler kimlerse sanatı yönetenler de onlardı. Bu nedenle, birini işgal etmek demek diğerini de işgal etmek olmalıydı. Bir zamanlar sanayi burjuvazisini oluşturan dedeleri ve babalarının ardından şimdi finans-kapitalin sahipleri yeni jenerasyon burjuvalar, aynı zamanda sanat alanının da sahipleriydi. Bir tür seçkinler kulübü gibi işleyen sanat alanı onlara çok şey vaat ediyordu: Üretirken verdiğin zararı sanatla görünmez kılabilirsin!
Buraya birden gelmedik tabii ki. Bu yüzden 80’lere biraz uğramakta fayda var. 80’li yıllarla sermaye, bir yandan neoliberal politikalarla uluslararasılaşmanın önündeki tüm engelleri yok ederek adeta önüne gelen her şeyi kendine kâr getiren bir mekanizmaya dönüştürmeye başlamış, bir yandan da özelleştirme politikalarıyla eskiden kamunun olan alanları kendi alanına katmıştır. Pek tabii ki kültür ve sanat alanı da bunlardan biridir. Üstelik bu alan, başka hiçbir alanın sağlamadığı bir şey de yapmaktadır: Sanat, sanata yatırım yapana, onunla haşır neşir olana, ondan anlıyor olmanın bilgisini bahşetmekte ve dolayısıyla onu, diğerlerinden ayırarak ayrıcalık kazandırmaktadır. Sanatın koruyucusu, yatırımcısı, koleksiyoneri, simsarı vs olan kişiler sanat yoluyla tanınırlar, yani sembolik sermaye biriktirirler ve birbirlerini sembolik sermayeleri ölçüsünde tanırlar ve de yine aynı şekilde bu ölçüde birbirleriyle rekabet ederler. Sanat kurumlarını da sanat dünyasını yöneten sembolik iktidarlar olarak düşünebilirsiniz ya da kültürel elitizmin mabetleri olarak: Müzeler bunların en başında gelir.
Müzeler, olağanüstü yerlerdir; genellikle oldukça heybetli olan bu mekânlara sıra bekleyerek girer, belli başlı kurallarına riayet ederek yüzlerce sanat eserinin arasında dolaşırsınız. Bu sessiz mabetler, olağan hayatınızdan sizi bir süreliğine ayırır. Bir süreliğine kendinizi kutsal bir şeyin parçasıymışsınız gibi hissedersiniz. Orada gördüğünüz her şey eşsizliği vurgular sanki. Size de bu eşsizliği takdir etmek düşer, edemiyorsanız da sizde bir sorun vardır gibi hissettirir müze. Eserlerin biricikliği, mekânın pürüzsüz, stilize, steril hali, çalışanlardan yönlendirmelere, hatta kullanılan yazı fontuna kadar her şeyin aşırı düşünülmüşlüğü ve düzgünlüğü sanki her şey mükemmelmiş ve dışarda zor bir hayat yokmuş gibi, size kendinizi tuhaf hissettirebilir. “Herhalde bende bir sorun var” dersiniz, “baksana her şey olağan bir şekilde olağanüstü!” Müze işini yapmıştır, o değerlidir çünkü değerli şeylere ev sahipliği yapıyordur. Eserle aranızda bağ kurulur, ona bağlanacak kadar yaklaşmışsınızdır ancak ona dokunamayacak kadar uzaksınızdır da. Hem parçası hissedersiniz kendinizi, çünkü sizden de bir şeyler bulursunuz, ama bir yandan da sizi hiç iplemez, herhangi birisinizdir, o kadar kayıtsızdır. Aslında, sergilenen eserler müzelerin kolonyal geçmişlerini itiraf edercesine ordadırlar, ancak bu kusursuz mabetler bunu da “Aman sen de canım, bunun afı mı olur! Şu güzellikleri görebiliyoruz ya” der gibi siler aklımızın şüpheci takıntılarını. Ya da belki ürkeriz, “Baksana taa nerelerden, neleri (ç)almışlar, kim bilir bunlar olurken oradaki insanlara neler oldu?” diye bir düşünce aklımızın bir köşesinden geçince… Her neyse, müzeler olağanüstüdür!
Müzeleri gezerken, benimki gibi işiniz bu değilse, müzelerin sponsorlarına, idareci gruba ya da yönetim kurullarına muhtemelen bakmazsınız bile. Bienal gezerken, sanatçının petrolü protesto ettiği işinin bir petrol şirketi tarafından desteklendiğini görünce hayal kırıklığına uğramazsınız böylece. Müze deyince akla gelen ilk isimlerden olan Louvre ya da Guggenheim’i gezerken Abu Dabi Saadet Adası’ndaki “şubelerinin” inşaatlarında köle gibi çalıştırılan, bu kötü ve güvenliksiz koşullarda hayatlarını kaybeden göçmen işçiler gelmez aklınıza. Bunların dünyanın en ünlü mimarlarına çizdirilen projeleri için harcanan milyar dolarlar yanında işçilerin hayatları nedir ki? “İşin fıtratında var” diyenler sadece bu coğrafyada mı sanıyorsunuz? Evet, bunlar kolay kolay gelmez akla, gelmemelidir de belki, keyif kaçmamalıdır. Taa ki bir gün saçlarını pembeye boyamış bir Z kuşağı genci Ayçiçekleri’ne çorba atana kadar keyfimiz de oldukça yerindedir halbuki. Sersem işte, keyfimizi kaçırmıştır.
Hazır keyfimiz kaçmışken, izin verin biraz daha kaçırayım keyfinizi, çünkü o kutsalmış gibi yapan mabetlerin herhangi bir kurumdan, kâr amacı güden kapitalist bir girişimden, iş alanından pek bir farkı yok. Aktivistler başka protesto alanı mı bulamadılar iklim krizini protesto etmek için diyen yüzlerce insana şöyle denmeli belki de: Başka alan yok. Alan tam da burası, çünkü müzeler fosil yakıt endüstrisi tarafından finanse edilmeye devam ediliyor. Onlarca müzeyi yeniden taradım sponsorluklarına bakmak için, evet bazıları petrol şirketleriyle işbirliklerine son vermiş, ancak onlar yerine büyük nakliye devleriyle anlaşmışlar, petrol şirketi değil ama petrol taşımacılığı yapıyor. Nasıl çözüm? Dünyaca ünlü müzelerin her biri otomotiv sektörü tarafından finanse edilmekte; doğrudan olmasa da dolaylı yoldan petrole bağlı bir sektör tarafından yani. Hepsi ama istisnasız hepsi banka, finans, sigorta şirketleri tarafından destekleniyorlar. Bankaların servet yönetimi bölümü yani özel bankacılık alanı ilgileniyor sanatla, malum sanata yatırım yapanlar süper zenginler olduğu için, alan aynı zamanda sosyal sermaye edinmek için de ideal bir alan. Yani yeni ağlar kurmak için. Bunlar dışında ön plana çıkanlar lüks tüketim devleri; yat, mücevher, kruvaziyer, lüks gıda şirketleri ve tabii müzayede evleri. Şu anda dünyanın kullandığı enerjinin üçte birinden fazlası petrole dayalı[4] ve biliniyor ki petrole en bağımlı sektörler havayolu, ulaştırma, otomotiv ve kimya endüstrileri. Dolayısıyla sadece fosil yakıt üreticilerini engellemek de yetmiyor.
Kaldı ki engellenmiş de görünmüyorlar. Yukarıda adı geçtiği için, bu haberin benim kadar size de ilginç geleceğini düşünüyorum: Shell yani petrol endüstrisindeki dünya devlerinden biri olan Shell, protestocuların kendini yapıştırmaya çalıştığı İnci Küpeli Kız’ın restorasyonunu yapmış meğer. Sadece o değil, Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nin de… “Bilim insanlarımızın, gelecek nesiller için harika sanat eserlerinin korunmasına yardımcı olarak yağlı boya tablolara gelişmiş analiz tekniklerini nasıl uyguladıklarını görün” diyor Shell. Nasıl? Van Gogh’un bir arzu nesnesi olması boşa değil anlayacağınız. Oligopolün diğer bir devi Exxon, 2017’de 2.8 milyon dolar aktarmış sanat alanına. Ya da Rus Gazprom bir petrokimya devi olan Avusturyalı OMV ile “Emperyal Kapital: St Petersburg ve Viyana” sergisini finanse etmiş, rutin sanat yatırımları yanında. Amerikalı petrol devleri ConocoPhillips ve Chevron da festivaller, konserler, operalar, müzelere sponsorluk yapmaya devam ediyorlar. Herkesin biraz daha aşina olduğu BP ile bazı ortaklıklar son bulmuş, çevrecilerin baskılarından sonra; örneğin Tate ve National Portrait Gallery artık BP ile çalışmıyor ancak British Museum ve Royal Opera House kurumsal sponsorluk anlaşmaları henüz bitmemiş. Ayrıca bunlar bitse de petrole bağımlı diğer sektörlerin sponsorlukları devam edecektir.
Sonuç niyetine
Diyeceğim odur ki sanatı siyasal ekonominin geri kalanından ayrı tutamayız. Artık bu mümkün değildir. Beğenelim ya da beğenmeyelim, sanat = sermaye gibi bir denklem vardır ortada. Müzelerin kapitalizmin simgeleri olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz, bunu anlayabiliyorum. Oysa sadece müzeler de değil çağdaş sanat fuarları, bienaller, müzayedeler gibi sanat alanındaki tüm dev organizasyonlar, sermayenin nispeten yeni oyun alanı. Bu protestolara yapılan yorumlara ilişkin apayrı bir yazı hazırlanabilir, ama en çok dikkat çeken unsurlarda kalmak istiyorum. O da sanatın masum/ özgür/ ulu/ iyi/ örnek bir alan olup politik meselelere bulaşmaması hatta her şeyden korunması gerektiği. Belki bazılarınız bundan hoşlanmayacak ama bunların hiçbiri doğru değil! Sanat sermayenin elindeki diğer alanlar gibi bir alan. Nasıl ki eğitimde, sağlıkta sermayeyi tartışıyorsak, sanatta da bunu yapabilmeliyiz. Ona kutsal bir şey muamelesi yapmaya devam edersek, bundan sadece sermaye kazanmaya devam edecek. Hatta şöyle söyleyeyim, bu protestolarla beraber tüm o tabloların değeri daha da artmıştır, bundan emin olabiliriz. Yani biz “Aman sanata dokunmayın” derken, buna konu olan eserlerin sahipleri daha da zenginleşti.
İşe sanatı kutsal bir şey olmak zorunda olmaktan kurtararak başlayabiliriz. Çünkü böyle yaptıkça, alanın gerçek meselelerini asla konuşmuyoruz. “Monet bunu hak edecek ne yaptı?” ya da “Bu Van Gogh’a saygısızlık” diyenlere sorarım: Saygısızlık mı? Bilmem gerek var mı hatırlatmaya ama Van Gogh öldü, sefalet içinde delirerek, yaptığı onca eserin değerini hiç alamadan öldü hem de. Siz hangi saygısızlıktan bahsediyorsunuz? Duvarlardan domates lekesini çıkarmaya çalışan temizlik görevlilerine saygısızlık deseniz daha anlamlı olurdu. O yüzden gelin alanın sorunlarını konuşalım, sanatçıların ne gibi dertleri olduğundan mesela? Covid-19 salgınını nasıl geçirdiklerinden ya da krizler karşında ne kadar kırılgan olduklarından? Kaç tane ek işte çalışmak zorunda olduklarından? Geçim sıkıntısı yüzünden ne gibi işleri kabul etmek zorunda olduklarından? Sanat alanında erkek olmamaktan bahsetmeye ne dersiniz? Erkek yöneticilerden gördükleri fiziksel ya da psikolojik şiddetten? Galeri sözleşmelerinden? Yeni mezun sanatçılardan? Ya da ülkedeki sanat eğitiminden? Ne dersiniz bunlardan konuşmaya?
Gelin konuşalım. Sanat kutsal bir alan değildir. Sanatı kutsallaştıran, her gün elindeki sermayeyi bu sayede biraz daha artıran kapitalistlerdir, kapitalizmdir. Her ne kadar sanat, sermaye aracılığıyla “gerçek olamayacak kadar iyi” bir hale getirilip, erişilemeyecek bir süs nesnesi olarak vitrine alındıysa da sanat gerçek bir alan olmalıdır, kalmalıdır. Çünkü gerçekleri görebilmemiz için bizlerin sanata ihtiyacımız var. Ve evet, küresel ısınma gibi hayati bir mesele de, sanatı kullanabilir. Milyarlarca doların döndüğü her yer, böyle önemli bir meseleyi haykırmak için iyi bir yerdir. Sanat var gücüyle değer kazanır ve kazandırırken iyi, aksine bu kadar değerlendiği için dikkat çekip birileri tarafından kullanılmaya kalkınca kötü, öyle mi? Belki de bu kadar kutsallaştırılmasında hepimizin payı vardır, ne dersiniz?
[1] Carbon Tracker Initiative, Unburnable Carbon, https://carbontracker.org/resources/terms-list/#unburnable-carbon
[2] Bill McKibben, Global Warmin’s Terrifying New Math, https://www.rollingstone.com/politics/politics-news/global-warmings-terrifying-new-math-188550/
[3] https://www.oxfam.org/en/press-releases/billionaire-emits-million-times-more-greenhouse-gases-average-person
* Gerçek rakamların çok daha da yüksek olması muhtemeldir, çünkü emisyonlarını kamuoyuna açıklamayan şirketler araştırmaya dahil edilememiştir.
[4] The devil’s excrement’: How did oil become so important? https://www.bbc.co.uk/news/business-49499443
#Ayçiçekleri#British Museum#Exxon#Gazprom#Guggenheim#Just Stop Oil#Karbon Milyarderleri#Louvre Müzesi#National Gallery#Occupy Museums#Oxfam#Tate#Van Gogh