Arkeolog olmakla ilgili sıkıntılar, daha bölümü seçtiğiniz anda başlıyor. Üniversitelerin fen-edebiyat fakültelerine bağlı olan ve eşit ağırlık puanıyla girilen arkeoloji bölümü taban puanları, bakarsanız oldukça düşük. Ortaokuldan lise sona kadar dershaneye giden, yaşadığım kasabanın en iyileri arasında gösteren bir Anadolu Lisesi’nden mezun olan ve arkeoloji bölümünden çok daha yüksek puanlı bölümlere girebilecek bir puan alan benim bu bölümü seçmem, ailem dışında neredeyse kimse tarafından desteklenmedi. Edebiyat ve müzik, resim gibi sanat alanlarında eğitim veren hocalarım dışında hemen herkes ‘büyük bir hata’ yaptığımı söyledi. Müfredatın dışına çıkan, bizi felsefeye, sosyolojiye yaklaştıran, sinemadan ya da müzikten bahsetmeyi önemseyip bunlara zaman yaratan tarih öğretmenimden başka hiçbir tarihçiden de olumlu tepki almadım. Arkadaşlarım, akrabalarım “Olsun, seneye bir daha denersin” dediler. O güne kadar ne istediğinden çok emin olan ben, büyük önyargıların kurbanı oldum ve “başardım” diyebilmekten çekindim. Çünkü aklım karıştı.
Kendimi bildim bileli arkeolojiden daha çok ilgimi çeken bir alan olmadı. Klasik Indiana Jones macerasından çok daha fazlasıydı benim için. Aslında 17-18’li yaşların, bir gencin hayatına yön verebilecek alanı seçmesi için erken olduğunu düşünüyorum. Bunu Türkiye özelinde düşünüyorum çünkü eğitim sistemimiz, bizim başka iş kolları hakkında fikir edinmemizden, pratik kazanmamızdan alıkoyan bir yapıya sahip. Daha ilkokul sıralarında hayatın içine karışabileceğimiz bir eğitim alabilseydik, gelecekten ne istediğimizi daha iyi bilebilirdik. Bu noktada şanslı bir ailede büyüdüğüme inanıyorum. Onların hayata çok yönlü yaklaşması, kendilerine ait hobileri olması ve tercihlerimde özgür bırakılmam ne istediğimi bilip savunmamda çok etkili oldu. Fakat bizim şansa değil, somut adımlara, donanımlı ve güçlü bir eğitim sitemine ihtiyacımız var. ‘Geleceğimiz’ dediğiniz gençlerin önce geçmişlerini iyileştirmelisiniz.
Arkeoloji bölümünün kapsadığı alan, daha sonra iş imkânlarının bilinmemesi ya da yalan yanlış bilinmesi, sizin ‘işe yaramaz’ bir tercih yaptığınıza işaret ediyor toplum nezdinde. Bu da yine eğitimdeki eksikliklere çıkıyor. Arkeolojinin en başta bilimsel bir alan olduğunu ve bir arkeoloğun ‘kazıcı’dan çok daha fazlası olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burada ‘kazıcı’ kavramı, sadece mesleğin için boşaltmakla kalmıyor, ona bir cinsiyet de yüklüyor aslında. Çünkü belli başlı iş kollarının, özellikle de fiziksel güç gerektiren mesleklerin kim tarafından yapılacağının çoktan belirlendiği bir toplumda yaşıyoruz. Kelimeleri hafife almamak gerektiğine ve yarattığı algıların ciddiyetini kavramanın önem teşkil ettiğine inanıyorum.
Uzun yıllar emek verdiğim ve beni meslekten vazgeçmeye iten kazıda uluslararası bir ekiple çalıştığım sırada arazinin kadınların da çalışma alanı olabileceğini görmüş oldum. Ancak burada genellemeden kaçınmak gerekiyor, çünkü biliyorum ki kadınlar dünyanın her yerinde eşitsizliğe, ayrımcılığa uğruyor. Türkiye’de kadın arkeologların, erkek meslektaşlarıyla eşit muamele gördüğü ve eşit çalışma alanına sahip olduğu kazılar olduğu ancak sayıca çok az oldukları bir gerçek. Türkiye’de uluslararası ekiplerce yürütülen kazılarda ise toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlandığını, bu kazıları deneyimleyen arkadaşlarımdan öğrendim. Fakat genele bakıldığında, benim gibi pek çok kadın meslektaşımın mesleğe tutunmak için ne kadar emek verdiğini, nasıl muamelelere maruz kaldığını kendi tecrübem üzerinden paylaşmak istiyorum.
Uluslararası ekipteki kadın arkeologların, kadın jeolog ve antropologların erkek meslektaşlarıyla aynı işi paylaştığını gördüğümde ne kadar şaşırdığımı, iş arkadaşlarımla bunun üzerine uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Çünkü biz bunun tam tersi muameleye maruz kalıyorduk. Bir şeylerin ters gittiğini birbirimize itiraf etmemiz ve karşı çıkmamız içinse daha iki yıl vardı. O günlerde bilmesem de bugün bu sessizliğin nedenini biliyorum. En başta yıllarca emek verdiğiniz, o kent üzerinde bir alanda tez yazdığınız, kazı sezonu bitince üniversitenin deposunda da sürekli malzemelerle haşır neşir olduğunuz bir sistemden kopmak büyük bir boşluk yaratıyor. Belki çok romantik bir yaklaşımdır ama toprağın altında binlerce yıl saklı kalmış bir seramiği, figürini, cam parçasını ya da bir çatı kiremitini çıkarıyor olmak, ona dokunmak ve anlamaya çalışmak, döneminde yaşayan insanların o materyali nasıl kullandığıyla ilgili hayal kurmak, fikir yürütmek, veriler toplamak ve geçmişle birebir kontak kurmak mucizevi geliyor. Arazide bir şeyler çıkarmayı çok az deneyimlemiş olsam da bu hislerin, iki yıl daha mobbing ve baskıya dayanmama yetecek güçte olduğunu itiraf etmeliyim.
Çalıştığım kazıya tam beş yıl emek verdim. İlk senemde, araziyi tanımak için yapılan iki günlük tur, bir haftalık arazi temizliği ve açma dediğimiz çalışma alanlarındaki birkaç günlük deneyim dışında hep kazı evindeydim. İkinci yılımda bundan daha az araziye çıktım. Arazide sürpriz keşfedilen bir çalışma alanından çok fazla malzeme çıkması sonucu erkekler desteğe ihtiyaç duymuş, lütfedip kadınların arasından seçme yapmış, şansım yaver gittiğinden seçilmiş ve bu sayede araziye çıkmış oldum. Bir yıl sonraysa kadın öğrenciler arasında seçim yapan kişi bizzat ben olacaktım. Çünkü erkek hocalarım, kariyerimin nasıl ilerleyeceğini çoktan belirlemiş, hatta başından beri beni bunun için eğitmişlerdi. Arazide yerimin olmadığı daha en başından belliydi. Sadece benim değil, diğer kadın öğrencilerin de akıbeti bu yöndeydi. Ola ki arazide, yerinde çalışılacak malzeme ve alan üzerine tez yazıyor ya da makale hazırlıyorsanız, çıkmanız çok daha kolaydı. Ya da hocanız, sizden mimari bir parçanın çizimini istediyse araziye çıkabilirdiniz. Onun dışında kadın öğrencilerin araziye çıkması neredeyse söz konusu bile değildi.
Araziye çıkmak için yalvaran, ağlayan, isyan eden kadın arkadaşlarım oldu. Çok başarılı ve çok zeki olmasına rağmen ‘duygusal’ yapısı uygun bulunmayıp araziye çıkarılmayan, arazi deneyimi olmadığı için başka kazılara gitme konusunda özgüven problemi yaşayan ve çareyi bölümü bırakmakta bulan bir kadın arkadaşım oldu. Arazideki en angarya işlerin verildiği, statü olarak bir açmanın başkanlığı üstlenebilecekken işçilerle ot toplayan, bir köşeye yığılan toprağı eşeleyen kadın ve eşcinsel arkadaşlarım oldu. Kürek atmamızla, el arabası taşımamızla, kaya yuvarlamamızla dalga geçildi. Çalıştığımız kent dağlık bir bölgedeydi ve yapı olarak çok engebeliydi. Araziyi tırmanırken durup dinlenmek, ekibin arkasında kalmak dezavantaj yaratıyordu. En büyük korkumuz arazide düşmekti. Çünkü dönüşü olmayan bir eve kapanma için en ideal gerekçe buydu. Sürekli kendimizi ispatlama çabasındaydık. Araziden sonra gece yarılarına kadar çalışıyor, birkaç saatlik uykuyla işe başlıyor, fiziken ve manen çok yoruluyorduk.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi kapalı kıyafet giymeye zorlanıyorduk. Kazıda, ileride benim de dönüşeceğim bir ‘ahlak bekçimiz’ vardı. Daha ilk günden ne giyip giyemeyeceğimizi bize uzun uzun anlatmıştı. Örneğin tayt giyerseniz mutlaka kalçanızı kapatacak uzunlukta bir tişörtle eşlemeniz gerekirdi. Yaz sıcağında uzun ve kapalı giyinmek güneşten korunmak için büyük yarar sağlıyor, olaya bu açıda bakıp kabullenmiş olsak da kazı evinde de aynı düzenin işlemesi canımızı sıkardı. Orası yılın bir dönemi sizi eviniz oluyor ve erkeklerin şort giyebildiği evinizde siz giyemiyorsunuz. Hatlarınızın belli olmadığı, dikkat çekmeyecek ne varsa onları giyiyor, kısıtlamaya boyun eğiyorsunuz.
Diğer kazılarda da böyle midir bilmem ama benim çalıştığım kazıda hiyerarşik bir sistem vardı. Kazı başkanı, kazı başkan yardımcısı, hemen altında doktora öğrencileri, sonra yüksek lisanslar ve lisanlar şeklinde ilerliyordu. Bu sistem, yemek yeme düzenine kadar işliyordu. Eğer bir problem varsa direkt kazı başkanıyla görüşemezdiniz, bir üstünüze anlatır, o da sorunu çözemezse bir üstüne anlatırdı. Fakat burada da eğer bir üstünüz kadınsa, genelde ciddiye alınmaz ve es geçilerek en yakın erkek üst kimse sorun onunla paylaşılırdı. Daha Türkçesi kadınlar direkt üstleriyle, erkeklerse erkek üstleriyle konuşuyordu. Kadınlar, üstleri erkekse onlarla konuşmaktan çekinmiyordu ancak erkeklerin kadın üstlerini hiçe sayıp kendilerine en yakın erkeği seçip muhatap aldığına çok kez şahit oldum. Kazı evi sorumlusu olduğumdaysa bunu engellemek için erkek taklidi yapmam gerekti.
Az önce bahsettiğim, hocalarımın benim adıma planladığı kariyerim kazı evi sorumluluğuydu. Kazı evi araziden gelen tüm malzemelerin işlendiği, envantere alındığı, malzemelerin ‘müzeye gidecekler’ ve ‘üstüne çalışılacaklar’ olarak ayrıldığı, yeni gelen öğrencilere el çizimi ve dijital çizim programlarının öğretildiği yanı sıra kazı kampüsündeki yeme içmeden temizliğe, misafir ağırlamadan kazıya dışarıdan katılan ekiplerle bir çalışma düzeni oluşturulmasına her şeyin düzenlendiği bir ortamdır. Kazı evi sorumlusu bunların hepsini yönetir ve her birinden sorumlu tutulur. Bu ağır iş bana ‘bahşedilmiş’ gibi lanse edilse de esaretten farkı yoktu. En başta kadın ve erkek öğrenciler arasında objektif davranmanız, herkesin eşit olduğunu idrak ettirmeniz gerekiyor. Ancak arazideki düzen evdekiyle tutmadığı için erkekler kendilerini üstte görüyor. Evde, sorumluluğumda olan kadın ve eşcinsel öğrencilerle örgütlendik. Bir üstümle konuşmadan, direkt hocalarla iletişim kurup kadın öğrencilerin araziye çıkması için ses çıkartmam gerekti. Artık kendi adıma bir talebim yoktu, çünkü ne yazık ki üç yılın sonunda araziyle ilgili ciddi kaygılar yaşamaya, kendimi güvensiz hissetmeye, elime yüzüme bulaştıracağıma inanmaya başladım. Konuya dönersem, evet arada lütfedip arazide çalışması için kadın öğrenci seçiliyordu. Ben bunu bir sisteme oturtmaya çalıştım, başarılı da olduk. Araziye altı erkek çıkıyorsa yanlarında bir kadın öğrenci mutlaka oluyordu. Bu bizi mutlu etse de tatmin olmuyorduk.
Total Station, Nivo, Mira ve Jalon gibi arazide ölçümlerde ve kot almada kullanılan aletlerin nasıl kullanıldığını öğrenmek istiyor ancak evde bunları öğrenemiyorduk. Zaten hepsi araziye çıkarıldığı için pratik de yapamıyorduk. Hafta sonu izinlerimizi yakıp kazı evi bahçesinde bu aletlerin nasıl kullanılacağını öğrenmek için çalıştık. Arazide açma başkanlarının kendi açmalarıyla ilgili tuttuğu notlardan yukarıda ne olup bittiğini anlamaya çalıştık. Kazı evine epey mesafede, dağlık bir alanda olan araziye çıkmak için yine hafta sonu izinlerinden vazgeçtik. Bazen kenti gezmeye gelen turistler bazen bölgedeki yerliler sayesinde bazense yürüyerek kente ulaştık.
Bahsettiğim bu süreç iki yıl sürdü. Dediğim gibi arkeologların yanı sıra jeoloji ve antropolji alanlarından ekiplerin de dâhil olduğu, multidisipliner bir arazi ortamında biz kadınlar hep evdeydik. Malzemeleri yerinde görmeden, neyin nereyle ilişkili olabileceği üzerine hocaların kendi aralarındaki tartışmalardan uzaktaydık. Gelen malzemeyi en iyi nasıl çizebilirim, nasıl kataloglayabilirim soruları, o malzemenin hikâyesinden çok daha öndeydi. Tabaka nedir, duvar geçtiğini nasıl anlarız, katman nerede değişiyor gibi soruları geçtim, nereyi kazmalıyız sorusuna bile cevap verecek fikrimiz yoktu. Keza erkek öğrenci ve arkeologlar da kataloglama, el çizimi, envanter işlerinden bihaberdi. Dahası bu işleri angarya görüyorlardı. Bir grup erkeğin bana yüklediği sorumluluktan, bana verilen tezden, öğrenmeye itildiğim işten dolayı gelen sorumluluklardan, seramik çizimi bildiğimden kazıya gelen tüm hocaların üzerine çalıştığı makalelerde ‘sadece seramikle’ ilgili kısımda yer almaktan, yemek ve temizlik yapmaktan, bahçe süpürmekten, bol ve kapalı giyinmekten, cinsiyetçi laf ve tutumlardan çok sıkıldığım için istifa ettim ve akademiden de elimi ayağımı çektim. Çünkü biliyorum orada da işler farksız ilerliyor. Beş yıl emek verdiğiniz kazıdan ayrılınca, kariyerinizi birlikte inşa ettiğiniz hocalarınız da sizden geri adım atıyor.
Bu olayın üstünden uzun zaman geçti ve bugün sıfırdan öğrendiğim bir işte çalışıyorum. Benimle birlikte kazıdan istifa edip başka kazılarda tutunmaya çalışan arkadaşlarımdan, özellikle Türkiye’de uluslararası ekiplerce yürütülen kazıların ekiptekilere eşitlikçi davrandığını duyunca seviniyorum. Ama çoğu yerde böyle olmadığının da farkındayım. Bugün bunları yazıyorum çünkü kadın öğrencileri ve arkeologları arazi deneyiminden mahrum bırakmaya kimsenin hakkı yok. Arkeologluk kadınların, LGBTİ+’ların da mesleğidir. Akademide ya da bilimsel çalışma alanlarında oluşturmaya çalıştığınız, klasik ‘aile’ prototipinin farkındayız. Bize yüklediğiniz anlamlardan, biçtiğiniz rollerden vazgeçmek zorundasınız. Hayatımızın her alanında ensemizde hissettiğimiz eril tahakküm elbet son bulacak. Ben o gün ses çıkartamasam da bugün buradan, hikâyeme değer veren ve bana söz hakkı tanıyan Kültür Meclisi’nden seslenmek istiyorum: Siz görmek istemeseniz de kadın arkeologlar, LGBTİ+ arkeologlar var. Arkeoloji dâhil hayatın her alanında eşitliği talep etmeliyiz.