Türkiye’nin belki de en önemli seçimine doğru geri sayımdayız. Adeta tüm ülke bir tür esrime halinde nefeslerimizi tutmuş söz verilen baharın gelmesini bekliyoruz. Seçim propagandaları boyunca türlü gerçeküstü demece ve olaya maruz kalırken bir yandan da belki en apolitik olanımız bile parti programlarını inceleyip oy hesapları yapıyor. Kendi adıma ben de en çok partilerin paylaştıkları bildirgelerdeki kültür ve sanat politikaları ile ilgilendim. Ülkeye bahar geldiğinde kültür, sanat ve bilim açısından kapsayıcı, eşitlikçi, bu ülkede var olan her kültürü ve dili yaşatmaya ve yeşertmeye uğraşan bir yönetim umut ediyorum. Ancak her halükârda yönetimin işinin çok zor olacağı da aşikâr. Çünkü hemen her alanda olduğu gibi kültür, sanat ve bilimde de geçen yirmi yıldan bize kalan koskoca bir enkaz. İktidara yeniden talip olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 57 maddelik kültür ve sanat politikaları bildirgesinin bazı maddelerine bakınca bildiklerini okumaya devam edecekleri açık elbette, ama bazı maddeler de kararsızların aklını çelmeye müsait. Tabii insan soruyor, son yirmi yıl elinizi kim tuttu da yapmadınız bu dediklerinizi.
Bildirge şu iki madde ile başlıyor;
“Kültürel ve sanatsal üretimimizin miktar ve kalitesini artırarak ülkemizin medeniyet birikimini uluslararası düzeyde tanıtıp evrensel kültüre, düşünce ve sanat üretimine aktif olarak katkıda bulunmasını sağlayacağız. Bu kapsamda kültür ve sanata ayrılan kaynakları artıracağız.”
“Sivil toplumun kültür ve sanat faaliyetlerine aktif katılabileceği mekanizmaları artıracağız.”
Ardından gelen maddelere doğru indikçe kendiyle çelişir bir hal alıyor. Çünkü hali pür melalimiz tam da böyle… Kültür mozaiği diye yıllardır yaldızlı pakette sunulan aslında tam bir kültürel çelişki yumağı, içinden çıkamadığımız, düğümlerini açamadığımız…
Son yirmi yıllık enkaza bir göz atmak, hatırlamak gerek. Son yirmi yılda kültür mirası politikaları açısından öyle şeyler yaşandı ki, bazen gözümüzün önünden gerçeküstü bir film şeridi gibi akıp geçiyor. Bu olanların bazılarına çoğumuzun inanması dahi güçken giderek yaşamın gerçekliği halini aldılar, bazılarınca kanıksandılar. O nedenle geriye sıkça dönüp bakarak hayret etme gücümüzü diri tutmalı.
Ben filmi çok geriye sarmayacağım. Çok yakın bir geçmişten, unutmamamız gereken 6 Şubat depreminden başlamak istiyorum. Türkiye tarihinin en büyük afetlerinden biri olarak 11 ili etkileyen depremde resmi kayıtlara göre 50 bin kişi hayatını kaybetti ve gerçek kayıp rakamı bunun çok üstünde. Bu rakam enkaz kaldırıldıkça da artıyor ne yazık ki. Can kaybının yanı sıra depremin en korkunç sonuçlarından biri de Antakya başta olmak üzere tarihi kent dokularının, yapıların geri dönülemez biçimde tahrip olmasıydı. Aslında sadece kentlerde değil kırsalda da kültürel doku geri dönülemez biçimde yok oldu. Kuşkusuz öncelikli olarak canların kurtarılması önemliydi. Ancak meslek icabı bir çoğumuz da afet bölgesindeki yapıları, ören yerlerini ve müzelerin durumunu merak ediyorduk.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı Yahya Coşkun sosyal medyayı aktif olarak kullanan bir bürokrat. 7 Şubat’ta teşkilatın sahada olduğunu, kendilerine yönelik suçlamaların doğru olmadığını oldukça sitemkâr bir tweet ile duyurdu. Ne olmuştu da daha bir gün içinde suçlamalar havada uçuşmuş, Genel Müdür yardımcısı da savunmaya geçmişti? Tam bir yarası olan gocunur ruh hali olmalı. İlerleyen günlerde attığı tweetler ise sürekli olarak ören yerleri ve müzelerde hiçbir tahribatın olmadığının, teşkilatın canla başla çalışıp her şeyi kontrol altında tuttuğunun altını çiziyordu. Bu arada biz arkeologlar, mimarlar, restoratörler, akademisyenler, yani konu ile ilgili uzmanlar, dernekler, vakıflar ve enstitüler Genel Müdürlük’ten ne resmi bir yazı ne de bir destek çağrısı almadık. Yegâne bilgi kaynağımız sosyal mecra hesaplarıydı. Bu arada gelen haberler durumun pek de iç açıcı olmadığına işaret ediyordu. Adıyaman’da Ulu Cami, Gaziantep’te kale, eski Meryem Ana Kilisesi, bir Mimar Sinan eseri olan Payas’taki cami ve külliye, Hatay’da pek çok tarihi yapı, Meclis Binası, Hükümet Konağı Habibi-i Neccar Camisi, Kahramanmaraş’’ta Arasa Camisi, Ulu Cami; Malatya’da Yeni Cami ilk akla gelenler.
Bu süreçte bölgede çalışan kazı ekipleri, üniversitelerdeki arkeoloji, sanat tarihi ve restorasyon bölümleri öğretim üyeleri, ilgili enstitü ve derneklerle müşterek ve şeffaf ilerleyen bir saha çalışmasının iyimser beklentisi içindeydik, ama nafile… Bakanlığımız kararlı bir tutumla ne çağrıda bulundu ne de sivil inisiyatiflere izin verdi. Sürekli olarak kontrolün kendilerinde olduğunun altını çizmeye devam ettiler ve Bakan Mehmet Nuri Ersoy Hatay’a yeni bir yol haritası çizip yeni bir hikaye yazacakları üzerine beyanatlar veriyordu. 15 Mart 2023’de bir afet kazı başkanlığı kurulduğu ve başına da Kars Ani kazı başkanı Doç. Muhammet Arslan’ın geçirildiği duyuruldu. Şeffaf, paylaşımcı ve desteğe açık bir tahribat belgeleme ve kurtarma programı yerine tek adam sistemini yeniden üreten, enkaz üzerinde dahi tahakküm kurma derdinde olan bir yol izlenmeye başlandı. Yine Twitter’dan bu sefer kazı başkanı kurtarma ve belgelemede çalışacak öğrenciler için bir çağrıda bulundu. Yapılan çağrıda sahada çalışacak öğrencilerin yanlarında getirmesi gerekli olan eşya listesinin yanı sıra bir dizi yasak yer alıyordu. Bunlar arasında en ilginçleri;
“Kazı evi / çadırı ve arazide sakız çiğnemek yasak”
“Kazı evi / çadırı ve arazide müzik dinlemek yasak”
“Soğuk su içmek yasak”
“Aileleri habersiz bırakmak yasak”
Ama bu bir dizi yasağın içinde en ilgi çekici olanı elbette;
“Çalışmalarla ilgili sosyal medyada paylaşımda bulunmak yasak”
Yani belgeleme ve kurtarma çalışmaları yine büyük bir sır perdesi arkasında yürütülecekti. Ne tesadüftür ki çağrıya cevap veren öğrenciler de neredeyse tümüyle söz konusu kazı başkanının öğrencisi oldu. Kazı başkanı kim, niye seçildi diye soracak olursanız fazla araştırmanıza gerek yok aslında. 2019’da bakanlık tarafından eski kazı başkanının elinden alınan Ani harabelerinin başına atandı. Yaptığı ilk iş ise Ani’nin surlarını Türk bayrakları ile kaplamak oldu. Unesco Kültür Mirası listesinde yer alan Ani’nin en önemli kültürel değerinin 1064’te Selçuklu sultanı Alparslan tarafından fethedilmesi olduğunu savunan bir bilim insanı. Diğer bir deyişle Ani’nin çok katmanlı kültürel yapısını özellikle de Ermeni kültürünü ötekileştirmesi hatta neredeyse yok sayması ile tanınıyor. İktidarın en sevdiği türden “yerli ve milli” bir akademisyen. Bu açıdan bakınca afet bölgesinin, özellikle de Hatay’ın çok kültürlü kimliği ile çelişen, ama tam da bu yüzden bilinçli bir seçim. Afet bölgesi kazı başkanı olarak atanmasının ardından verdiği beyanatlarda kullandığı terminolojinin ise eşi benzeri yok;
“Enkaz Arkeolojisi dünyada ilk kez bizim tarafımızdan uygulandı ve 288 eser kurtarıldı”…
İlk kez yapıldığının iddia edilmesi bir yana sanki biz arkeologlar işin doğası gereği yıkılmış, yakılmış ve harabe olanla uğraşmıyormuşuz gibi yeni bir yöntemden Enkaz Arkeolojisi’nden söz ediliyordu. Anlamsal açıdan saçmalığı bir yana insanın içini sızlatan bir terim bu. Bununla da kalmayıp güzelim Antakya’dan geriye kalanı “kültür molozu” olarak adlandırdılar. Tahrip olan tarihi yapıların yıkıntısına verilen isim bu. Onların deyişi ile kültürel olmayan molozun içerdiği asbest ise bir başka büyük sorunu gündeme getirdi. Nehirlere, sulak alanlara dökülen bu moloz bölgede yaşayanların hayatlarını birkaç nesil kanser ile tehdit edecek kadar korkunç bir başka gerçeklik. Uzun lafın kısası tümüyle iktidarın kontrolünde yürütülen belgeleme ve kurtarma çalışmaları kentsel tarihi dokudan geriye kalan enkazı kültürel moloza çevirirken diğer yandan da doğal çevreyi tahrip etmeye devam etti. Halen daha özellikle Antakya’da süren çalışmaları şeffaf ve katılımcı olarak nitelemek çok güç. Sivil inisiyatiflerin çabaları bilinçli olarak engellenmekte ve kuşkusuz bu tutum muktedirin yaşamın her alanına yansıyan galiz tavrından kaynaklanmakta. Oysa geçen sene büyük lansmanlarla açılan ve merkezi de Antep’te bulunan bir “Türk Arkeoloji ve Kültür Mirası Enstitüsü” var, ama müdahil değil.
Seçime yönelik kültür politikaları bildirgesine geri dönecek olursak;
“Anadolu’nun kadim medeniyetlerini kapsayan, Selçuklu, Osmanlı ve Orta Asya arkeoloji anabilim dallarını geliştireceğiz. Arkeoloji ve sanat tarihi bölümlerini birbirlerini besleyen ve destekleyen bölümler olarak düzenleyeceğiz.”
“Cami, kütüphane, medrese, saray, tarihi kamu binaları gibi bütün kültür varlıklarımızın mimari çizimlerinin, projelerinin ve arşivlerinin tamamlanmasını sağlayacağız. Böylelikle eserlerin hasar görmesi durumunda aslına uygun olarak inşa edilmesini mümkün kılacağız.”
“Türk-İslam tarihinin farklı dönemlerine ait kültürel mirasımıza öncelik verilmek suretiyle, kültürel mirasımızın araştırılması, korunması, günümüz toplumuna ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayacağız.”
“Kültür endüstrilerine verilecek desteklerde tarihi, milli ve kültürel değerlerimizi tanıtıcı, toplumsal birlik ve aidiyet hislerini güçlendirici alanlara öncelik verecek, klasik sanatlarımıza pozitif ayrımcılık göstereceğiz.”
Anadolu’nun kadim medeniyetlerini Selçuklu, Osmanlı ve Orta Asya kökenine indirgeyen, tarihi kültür varlığı yapılarını cami, medrese ve saraylardan ibaret sayan, pozitif ayrımcılığı yerli ve milli hamaseti üzerinden tesis eden bir anlayış bu. Çelişkili olan ise, iktidarın bu topraklara ait pek çok kültürü ötekileştirip yok sayarken, onların mirasını metalaştırması ve bundan itibar devşirip, gelir sağlaması. Geçen yirmi yıl boyunca Türkiye kültür, sanat ve bilim alanlarında çok kan kaybetti. Yerli ve milli olma hevesi diğer tüm disiplinlerde olduğu gibi arkeolojide de büyük bir tahribat yarattı. Oysa ülkenin tarihinde arkeoloji çeşitli bağlamlarda kimlik oluşturmanın aracı olmuştur. Osmanlı’nın son yıllarında batılılaşma, Cumhuriyetin ilk yıllarında ulus devlet, Mavi Anadoluculuk ile entelijansiyanın antik Yunan’a karşı Anadolu’yu uygarlık merkezi olarak konumlandırması vesaire derken ulaştığımız merhale “yerli ve milli”… Peki nedir bu yerli ve milli arkeoloji? Çok kısaca tanımlayacak olursak evrensellikten uzak, bilimsel araştırmadan çok politik kaygılar taşıyan ve iktidarın tahakkümünü konsolide etmeye yarayan uygulamalardan ibaret. Bunun ilk aşaması yabancı kazıların hiçbir etik veya bilimsel gerekçe gösterilmeksizin kapatılması ve liyakat gözetilmeksizin sadece Türkiye vatandaşı oldukları ve çoğunlukla da iktidara yakın oldukları için yerli arkeologlara verilmesi. Bununla da kalınmayıp kazı ekiplerinde yüzde 70 oranında Türk ekip üyesi bulunmasının şart koşulmasıdır.
Yerli ve milli arkeolojinin en son halkası ise ata tohumu meselesi. Arkeo-botani bugün çağdaş arkeolojinin en önemli çalışma alanlarından biri. Tarımın derin tarihi, yerleşik hayata geçiş, kentlerin ortaya çıkışı gibi büyük bilimsel sorunsalların odağında bir çalışma alanı. 2020 yılında alınan bir karar ile Ankara’da bulunan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ve Koç Üniversitesi laboratuvarlarında yıllardır bulunan, arkeo-botani alanında eğitim için referans koleksiyon olarak kullanılan tohumlara “kamu malı” olduğu ve “ata tohumu araştırmalarında kullanılacağı” gerekçesiyle bakanlık tarafından el konuldu.
İktidarın politikaları ile Türkiye bir tarım ülkesi olmaktan çıkarılmış iken bu topraklardaki tarımın geçmişinin çağdaş bilimsel anlayıştan ziyade tekelci ve devletçi bir anlayışla araştırılmasının planlanması tam anlamıyla bir ironi. Bir yandan karbonlaşmış tohumlardan mucizevi biçimde bire sekiz ürün veren ata tohumu peşinde koşarken bir yandan da var olan tarım arazilerinin kullanılmaz hale getirildiğini izliyoruz.
Ama böylesi bir tutarsızlık ve yararsızlığın göstergelerini biz zaten yirmi yıldır yaşıyoruz. Geriye bakınca Türkiye’nin yakın tarihinde iktidarın heykelle imtihanı malum… Bir yandan “böyle sanatın” içine tükürüp insanlık anıtına ucube derken zamanında yurtdışına götürülmüş olan heykelleri geri getirip kültür politikası üzerinden prim yapmaktan da çekinmiyorlar. Yorgun Herakles heykeli 2012’de Erdoğan’ın özel uçağı ile getirilmiş, zamanın Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından müzede büyük açılışlar tertip edilmişti. İktidarın kültür bakanlarından Atilla Koç zamanında uyuklamaktan vakit bulduğunda “bizdeki Yunan eserlerini batıya verelim, kendi İslam eserlerimizi alalım” diyerek aslında iktidarın kimlik bunalımını dürüstçe açık etse de Yunan heykelleri iktidarın aktörlerine epey itibar kazandırdı.
Bugün Türkiye arkeolojisinde en büyük bütçeler iyi korunmuş antik kentlerin hızla restore edilmesi ve turizme açılmasına ayrılıyor. Öyle ki bilime yapılan yatırımın hızla karşılığını almak üzerine kurulu bir anlayış var. Turist çeken bu anıtsal “parkların” dışında kalan arkeolojik ve tarihsel doku gelir getirmediği müddetçe korumaya da değer bulunmuyor. Kuzey ormanlarından Phaselis’e, sular altında bırakılan Allionoi ve Hasankeyf’e dek hepsi arkeolojinin politika ve devlet ile olan çelişkili ve sıkı bağını tekrar tekrar bize gösteriyor. Kültürel çevre ve tekil unsurlarının korunmasına yönelik tek çözüm restorasyon gibi bir yanlış algı var. Ya da kültürel çevrenin anıtsal merkezlerden ibaret olduğu yanılgısı. Oysa arkeolojik / tarihsel kültürel çevre kenti olduğu kadar kırsalı da kapsayan bir bütün ve doğal çevrenin korunmasında oldukça da kritik bir rol üstlenmekte.
İçinde bulunduğumuz dönem dünyanın hemen her yerinde bir eko-kırım çağı, öyle ki bazen düşünüyorum da şayet neo-liberalizmin bir bedeni olsaydı bu mutlaka bir iş makinası olurdu. Bir yeryüzü şantiyesinde yaşıyoruz.
Baştaki enkaz arkeolojisi meselesine dönecek olursak “enkaz” kelimesinin bu denli yanlış biçimde kullanılmasına karşılık aynı kelimeyi politik ekoloji bağlamında olabildiğince ağırlığıyla, yerli yerinde kullanan bir başka bilim insanını burada sitayişle anmak gerekir. Sevgili Aslı Odman’ın bir süredir tesis ettiği ve sürdürdüğü “enkazbilim” çalışmaları son 20 yılda işçi ölümlerinden hafriyata, mültecilerden kadın cinayetlerine pek çok alandaki kaybın verisini kayıt altına alma derdinde. Kapitalizmin ve neo-liberalizmin tahribatını kaydederek, kalkınmanın diğer yüzünü açık saçık ettiğini söyleyen bir eylem bu.
Odman’a göre kaybın, yıkımın ve enkazın verisini kaydetmek, çetelesini tutmak adalet talebinin de temel parçası. Kadın cinayetleri için yapılan anıt sayaçtan Hafıza Adalet Merkezi’ne, Kadın Kolektifi’nden Emek Çalışmaları Topluluğu’na kaybın kaydını tutmayı anlamlı bulan ve bu eylemi muktedirin giderek hırçınlaşan kıyımına karşı bir direnç noktası tesisi olarak gören bu oluşumlar arasında eko-kırım da kuşkusuz en önemli konulardan biri.
Eko-kırım kavramının içinde doğal çevre ile kültürel çevrenin tahribatı koşut giden, aynı zamanda bütünleşen bir olguya dönüşüyor. Bu da biz bilim insanlarını odalarımızdan çıkıp sahada olmaya zorluyor aslında. Politik ekoloji pek çok disiplinde olduğu gibi arkeoloji ve kültür mirası alanlarında pratiğimizi şekillendirmesi adına kucaklamamız, anlamamız ve özgün bir kavrayışla sindirmeye zorunlu olduğumuz bir yaklaşım.
Kültürel çevrenin tahribat kaydının tek tek tutulması ve buna dair bir hafızanın kalıcı olarak tesis edilmesi önemli. Ve belki de bu korkunç kıyım karşısında en kolay yapabileceğimiz şey. Bitmekte olduğunu umduğumuz bir dönemin akademik ve toplumsal kaygılarını, kayıplarını okunur kılmak, belgelemek, faillerini kayda geçmek ve sesli ifade etmek bir sorumluluk. Ancak böylelikle bahar geldiğinde evrensel, çağdaş ve kapsayıcı bilimsel çalışma koşullarını tesis edebiliriz.