Türkiye’de tiyatro alanında akademik eğitim, müzik ve görsel sanatlar alanına göre geç başlamış görünüyor: Güzel Sanatlar Akademisi’nin kuruluşu 1928. İstanbul Konservatuvarı 1925’te açılıyor. Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Tiyatro Bölümü’nün açılması ise 1964.
Bu gecikmenin nedeni ne olabilir?
Öncesinde biliyorsunuz Darülbedayi var ve Darülbedayi de bir eğitim kurumuydu. Orada tiyatronun eski formundaki yapısına çok uygun, bir tür usta çırak ilişkisi yürütülüyordu. Çeşitli dersler veriliyordu ve sanatçılar, sanatçı adaylarını eğitiyordu. Bu biraz da tiyatronun kendi özel yapısına uygun bir haldir. Biz buna itimat etmeyi sürdürdük aslında. Konservatuvarlarda da sanatçılar gelir, deneyimlerini birikimlerini aktarırlar.
Darülbedayi evet sonra repertuvar tiyatrosuna dönüştü ama mesela benim gençliğimde Şehir Tiyatrosu’nda eğitim devam ediyordu. Beklan Algan, Ayla Algan’ların Tiyatro Araştırma Laboratuvarı vardı.
Şunu unutmamak gerekiyor, Batı’yla kıyasladığınızda, buradaki tiyatral serüven başka bir hattan ilerliyor. Daha tuluata dayalı. Darülbedayi bile Batı etkisindeki tiyatronun ülkedeki yayılımından sonra kuruluyor. Onun öncesinde Ortaçağ’daki gibi tipik bir esnaf örgütlenmesi biçiminde, bir zanaat türü olarak görülüyordu, oyuncular loncası vardı. Kavuk mesela o dönemin simgesidir. Zanaatlerin bu tür sembolleri olurdu, kavuk öyle bir sembol ve geçmişimizden bugüne uzanan bir hattı bize hatırlatıyor.
Bizim bölümün kuruluşunda Muhsin Ertuğrul’un yurtdışı gezilerindeki gözlemlerinin payı vardır. İlk açıldığında yurtdışından bir program getiriliyor ve ülkedeki birtakım genç yazarlar gelip kurs alıyorlar. O dönemin birçok kurumunda olduğu gibi yabancı etkisi görülür. Bunların öğrenilmesi, sindirilmesi, aktarılması zaman alıyor tabii. Düşünsenize mesela oyunculukta eskrim dersi var, hareket var, ses konuşma var. Bütün bunların geleneksel formu çok başka, oyunculuktan beklenen de çok başkaydı.
Bizim bölümü diğerlerinden ayıran unsur bir kürsü mantığıyla kurulmasıdır. Yani işin içinde teorinin, yazarlığın da olması. Uzmanlaşma tartışması, başlı başına uygarlık biçimine ait bir tartışma. Ben mesela uzmanlaşmaya sıcak bakmıyorum çünkü eğitim bir bütün. Oyuncunun hüner gösterisinden çok daha başka şeylere ihtiyacı olduğunu ise tartışmaya bile gerek yok. Ekonomiden, siyaset biliminden, felsefeden söz etmeden oturup kimseye Antik Yunan’ı, Ortaçağ’ı, 18. yüzyılı, Shakespeare’i anlatamazsınız.
Akademinin tiyatro bölümüne bakışı nasıldır? Bilimsel bir disiplin olarak kabul görüyor mu?
Türkiye’nin sanat politikasını biliyorsunuz, eğitim politikasını da biliyorsunuz. İkisi bir araya geldiğinde, bize üniversitede “Siz ne yapıyorsunuz, eğleniyorsunuz herhalde” diyen akademisyenlerle karşılaşıyorduk. “Yok ya, bu da bildiğiniz bir disiplin, bayağı da ciddi” demek zorunda kaldığımız zamanlar oluyordu. Tiyatro hep eğlencenin bir parçası gibi görülür.
Şüphesiz herkes böyle bakmıyor ama mesela dekan bu alanın ciddiyetini kavrayacak, rektör kavrayacak ki, oraya yatırım yapacak. Biz Sıhhiye Köprüsü’nün altında, epey yoksulluklar ve yoksunluklar içinde, nöbetleşe bir şey yürütmeye çalışıyorduk. Bazen evet dertten anlayanlar oluyordu ama masraflı bölümler bunlar. Sizin sadece masaya, sandalyeye ihtiyacınız yok ki; mekâna, stüdyolara, kıyafetlere, dans dersi için özel ayakkabılara ihtiyaç var. Bir oyun çıktığında tabii ki rektörlük masrafları asla karşılamazdı. Devlet Tiyatrosu’na gidip oradan kostüm ödünç alırdı hocalar. Özel bir şey lazımsa terzilerle anlaşılıp diktirilirdi. Şimdi üniversitelerde ne yapıyorlar bilmiyorum ama ben çalışırken her şey o kadar zordu ki, hocalar oyun için cebinden harcama yapardı. Çocukların bile masraflara katıldığı olurdu.
Dil Tarih’ten biliyorum, mesela bizim orada olmamızdan rahatsız olan hocalar vardı. Çünkü yer kaplıyoruz, herkesin gözü daha fazla odada. Günlük hayatta basit, bayağı denebilecek arzularla çarpışıyorsunuz. Gece yarılarına kadar çalışılıyor, hafta sonu çalışılıyor, diyorlardı ki “Ne çalışıyorsunuz bu kadar?”. Çalışılıyordu çünkü en yüklü program tiyatro bölümündeydi. Millet dersini bitirir tatile gider, bizim yetenek sınavlarımız başlar, çıkarılacak oyunlar vardır onlara çalışılır.
Tabii bazı akademisyenler de tiyatro bölümünü çok önemsiyordu. Çünkü sanat mühim bir şeydir, çünkü ulus devletin vitrinidir. O yüzden bu ülkede zamanında Devlet Tiyatroları önemli olmuş. Sanatçılar önemsenmiş, yurtdışına gönderilmiş. Şimdi zavallı bir haldeyiz biliyorsunuz, kimsenin bizi umursadığı yok.
‘Sıranın tiyatroya gelmemesine imkân yoktu’
Sanatçılara önem verildiği, ‘ulus devletin vitrini’ olarak görüldüğü dönemden bugüne, sanat eğitiminde neler, nasıl değişti?
Bir dil ortaklığının, devletin temsilinin ve sanatın önemli bir şey olmasına dair görüşlerin daha revaçta olduğu zamanlar. Daha önceki kuşaktan sanatçılarla konuşsanız, hepsi kendilerine gösterilen ihtimamdan memnun olduklarını söyler. Ama bunlar kimlerdir? Yine Devlet Tiyatroları’nda, ödenekli tiyatrolarda çalışanlar. Taşrada amatör tiyatro yapanlar, gezici tiyatro yapanların aynı duyguyu paylaştıklarını hiç zannetmiyorum. Onlar yine kaderlerine bırakılmış durumdaydı.
Ama eskiden, sosyal devlet olgusu varken, devlet ne yapmak zorunda? Eğitim hizmeti vermek zorunda, sağlık hizmeti vermek zorunda. Sanat da bunlardan biri. O yüzden ne yapıyor devlet, tiyatrolarını kuruyor ve bunları yalnızca merkezde bırakmıyor öyle değil mi? Bu da tartışmalı bir konu. Devlet Tiyatroları her yere sahne açtı, insanların ayağına oyunlar götürdü. Bununla çok övünenler var, çok alkışlayanlar var ama bir taraftan şöyle eleştiriler de var: Devlet Tiyatrosu nereye gitse oradaki yerel oluşumların önüne geçti, çünkü onları rekabet edemeyecek hale getirdi. Yani her şeye çok şahane diyemeyiz.
Ama ödenekli tiyatrolarda, Şehir Tiyatrolarında ve Devlet Tiyatroları’nda sanatçıların bir ağırlığı olduğu, daha saygın bir pozisyonda oldukları muhakkak. Türkiye gibi bir ülkede, o dönemde de politik baskının olmaması, başka tür sıkıntıların yaşanmaması mümkün değil ama şimdiyle kıyaslandığında bir misyon vardı. Sanatçılara bir misyon addedilmişti. Sanatçılar da o kostümü üstüne giymiş; işlerini ülkenin aydınlık yüzleri, sanatçıları olarak yapıyorlardı. Devletin onlara teveccühü vardı.
Aynı şey üniversite için de geçerliydi. Üniversite eğitiminde hocalığın verdiği bir ayrıcalık fikri, bir dokunulmazlık hikâyesi vardı. En azından bölümler kendi demokratik yapılarını kurabiliyorlardı. Elbette biz üniversitedeyken de bir sürü sıkıntıdan söz edilebilir, şimdi dönüp sırma saçlı muamelesi yapmak istemem. Yine mücadele veriliyordu, öğrencilere yönelik baskılar, soruşturmalar vardı. Bir kere YÖK var. Güllük gülistanlık halde değildi. Yine de kısmi yerlerdeki kısmi rahatlık bir yanılsama yaratıyordu. Büyük üniversitelerde bir konfor alanı oluşturulmuştu. Bizim bölümün de şöyle bir konfor alanı vardı; bizimle çok ilgilenmiyorlardı ve bu bir özgürlük yaratıyordu. Dersinize giriyordunuz, istediğinizi anlatıyordunuz, kimse size bununla ilgili bir baskıda bulunmuyordu. Şimdi çok berbat; neredeyse her şeyi ölümle karşılaştıracak bir haldeyiz.
Nasıl sağlık hizmetinde balon patladı, eğitimde patladı, sanatta da patladı. Çünkü artık devletin vitrine bir şey koymaya ihtiyacı yok. Devletin kendini güzel göstermesine gerek yok artık. İyi göstermesine gerek yok. Yakın dönemde hiç olmazsa Avrupa’ya karşı, şuraya buraya karşı daha demokrat görünmeye çalışıyorlardı. Şimdi bunların hepsi bitmiş durumda, çünkü artık nasıl göründüğü umurunda değil.
Eski tür eğitimde hoca-öğrenci, usta-çırak ilişkisi vardı değil mi? Burada bir sadakat ve bir saygı aktarma vardı. Şimdi öğrenciler muhbir haline getiriliyor. CİMER’e şikâyet edildiği için hakkında soruşturma açılan hocalar var. Öğrenci ile hoca arasına devletin sızma biçimini düşünebiliyor musunuz? Öğrenci onun için emek harcayanı ihbar ediyor. Şimdi buna yol açılmış bir ülkede, bu çocuklara kulis terbiyesi vermeye çalıştığınızı düşünün. Onun size saygı duyma hikâyesini düşünün. Hani birisi size terörist muamelesi yaptığında, öğrenci ile aranıza giren ilişki biçimini düşünün. Dolayısıyla her alan dökülmek durumdaydı, tiyatro eğitimi de bundan payını elbette aldı. Almak zorunda.
Tiyatrocuların şöyle bir yanılsaması vardı geçmişte, bunları o zaman da söylüyordum ben, orada Tekel işçileri grev yaparken, başka pek çok olay yaşanırken, elbette tiyatroya, Devlet Tiyatroları’na da sıra gelecekti. O zaman beraber direnmediğimizde, kendi alanlarımızı ayrıcalıklı kabul ettiğimizde, sıra bize de gelecekti. Gelmemesine imkân yoktu.
Buraya bir parantez açarsak, taşrada amatör tiyatro yapanlar, gezici tiyatrolar aynı teveccühü görmüyordu dediniz. Neler yaşanıyordu?
Ankara’da, İstanbul’da oynanan oyunlarda bir sıkıntı çıkmazken, taşrada oyunlar yerel idareler, kaymakamlarca yine yasaklanıyordu. Turne tiyatrolarının durumu perişandı. Anlatılmayan ve anlatmaya utanılan hikâyeler olduğunu biliyorum. Özellikle gezici tiyatrolara ve kadınlara ilişkin hikâyeler olduğunu biliyorum. Her yerde o kadar da saygın bulunmuyordu. Üniversitede, “Siz eğleniyor musunuz?” diyenler orada sahneye çıkana bir tür ‘serbest kadın’ muamelesi yapmıştır. Büyük Tiyatro’da ya da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde eğitimden geçmiş, sahnedekilere hayranlıkla bakanlardan farklı bir kitlenin içinde olduğunuzu düşünün. Bununla ilgili yarı esprili bir sürü anekdot anlatılır, gülümsetir bizi ama eminim orada hiç gülümsetmeyen anılar vardı. Bir kısmının utandığı için anlatmadığına adım gibi eminim. Bir gün belki birileri bunlarla ilgili daha hakiki bilgiyi bize aktarır. İşittiklerimizi onların adına, onların yerine aktarma hakkımızda yok ama bununla ilgili bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
‘Tek bildikleri, yasaklamak’
2016 yılında, akademisyenler KHK’lerle üniversiteden ihraç edilmeden, AK Parti iktidarının “yerli ve milli kültür” anlayışının, “kültürel hegemonya” arzusunun üniversitelerde, sanat eğitiminde bir karşılığı var mıydı? Bu anlayış, akademik çalışmaları ya da müfredatı etkilemiş/değiştirmiş miydi?
Değiştirememişti henüz. Biz oradayken değiştirememişti. Sanat eğitimi zaten bir azınlıkla yapılır ve ona müdahale etmek çok kolay değil. Kontenjana sızmaya çalışıyorlardı ama öğrenci seçimleri yetenek sınavıyla yapıldığından onu etkilemeleri de mümkün değildi. Ama bunu Devlet Tiyatroları’nda, belediye tiyatrolarında, ödenekli sanat kurumların yapmayı denediler. Yöneticilerin seçimini etkilediler, kendi adaylarını edebi kurula soktular. Bu çabalar da belli isimlerin oyunlarının repertuvara alınmasından öteye geçemedi. Çünkü bu bir donanım işi. Yetenek lazım, yaratıcılık lazım. Hamasetle yapılamaz.
Bir de onların odağında tiyatro hiçbir zaman olmadı. Şiir, edebiyat daha öndedir ve bir dönem parlaktı da. Dergâh dergisi vardı mesela. Ben takip ederim hepsini. Ama bu sanat garip bir şey. Modernlik âşığı değilim ama sanatın kendi kitlesiyle kurduğu ilişkide hep bir yenilik potansiyeli vardır. Çünkü dünya değişiyor. Şimdinin çocuklarına 70’li yıllardaki bir çocuk oyununu, eski yapısıyla Karagöz’ü izletemezsiniz. Seyirciye yeni estetiğin kodlarını içeren yeni şeyler sunmak zorundasınız.
Çıkara çıkara bir İskender Pala’yı çıkardılar, edebi kurula alıp oyunlarını sahnelediler. Yıllarca Gençlik Parkı’nda Necip Fazıl oyunlarını oynadılar ama bu çalışmalara yaygın biçimde halkın icabeti yoktu. Sanat muhafazakârlıkla yan yana gelmiyor. Sanat geleneğin korunmasını, ortak belleğin saklamasını sağlar ama bunların anladığı anlamdaki muhafazakârlık, sanat yasağı getiriyor.
Bir şeyi değiştirebilmeniz, seyrini belirleyebilmeniz için onu iyi bilmeniz lazım. Sanat, tiyatro hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, neyi belirleyeceksin? Anca müdür atarsın, daire başkanı atarsın, üniversiteye rektör atarsın. En fazla sansür uygularsın. Tek bildikleri, yapabildikleri yasaklamak. Ama yasaklayarak da bir şeyi değiştiremezsin. Oradan bir ses büyümez, bir şey gelişmez. İşin en acıklı yanı, böyle kavga eder gibi kamplaşmamız. Sanat tam tersine, farklılıkları bir arada sunmaya çalışır. Dikkat edin, savaş halindeki yerlerde barış için en çok uğraşanlar sanatçılardır. Mesela insanlar bir araya gelemiyor ama Filistinli İsrailli sanatçılar bir araya gelebiliyor.
‘Kamu yararı umurlarında değil’
Sizinle birlikte yedi akademisyen, 2017 yılında, Ankara DTCF Tiyatro Bölümü’ndeki görevinden uzaklaştırıldı. Bugün bölümde yalnızca bir doçent ve araştırma görevlileri var. Eğitim nasıl sürdürülebiliyor?
Arkadaşlar çok zorluk çekti çünkü yüklü biçimde ders veren, -üçü profesör, biri doçent, biri öğretim görevlisi ve iki araştırma görevlisi-yedi kişi ihraç edildi. Akademik unvanların bir önemi yok ama işleyişi etkiliyor çünkü araştırma görevlisiyken ders veremezsiniz gibi kurallar var. Bir de küçük bir bölüm orası. Teori ve yazarlık bölümlerindeki neredeyse herkes ihraç edildi. Zaten ben en çok ona şaşırmıştım. İşten atılmak mesele değil de Türkiye için düşünürseniz, bu kadar öğrenci, onların aileleri, kaç kişinin hayatı etkilendi. Kaç çocuğun doktora tezi gecikti. Orada kalanlara da yazık oldu. İnsan üstü çaba gösterseler de yürümesi çok zorlaştı.
Bir de tiyatroda mezun sayısı fazla gibi görünür ama doktorasını yapmış öğrenci sayısı çok azdır. Bu nedenle yetişmiş kişinin az olduğu bir alan tiyatro. Zaten kadro vermiyorlar, kadro açılsa da başvuracak kişi az. Dışarıdan hoca çağırsanız verilen ek ücret taksi ücretine yetmez. Gelen hocayı da okulda tutmak zordur. Bir tek gönüllülükle ne kadar yapılabilirse…
Böylece KHK’ler, müdahale edilemeyen alanı yok etme girişimine dönüştü diyebilir miyiz?
Evet işte biz bu kadarını akıl edemedik. İlk beni atmışlardı biliyorsunuz, o zaman dedim ki, inşallah günah keçisi olarak bir kişi cezalandırılır. Çünkü o zaman sorun olmazdı, benim boşluğum tabii ki telafi edilebilirdi. Fakat herkesi atınca dedim ki, bunlar gözlerini çok fena karartmışlar, eğitimi imkânsız hale getirecekler. İnsan saf bir varlık, bu kadarını yapmazlar diye düşünüyorsunuz. Çünkü mesele bir kişinin işi, bir kişinin çıkarı değil ki. Kamu yararı ve söz verilip bölüme alınmış birçok çocuğun eğitimi söz konusu. Rektör de güya bir eğitimci ve bir eğitimci yaptı bunu. Onun sorumluluğunun eğitimi sürdürmek olduğunu düşünüyorsunuz ama kazın ayağı öyle değilmiş.
Dediğiniz gibi, böylece bölümün yok edilmesiyle ilgili bir sıkıntılarının olmadığını öğrendik. Bir ormanlık alanı betona çevirmekten farkı yok aslında. İnsan şöyle bir varlıktır ya, arkamda bir şey bırakayım diye düşünür. Ben gidince de hatırlanacağım bir şey olsun ister. Ama onun ardından, bu rektör Ankara Üniversitesi’ne çökertti, Siyasal’ı çökertti, İletişim’i çökertti diyecekler. İnsan bundan utanır diye düşündük. Ama gördük ki, hiçbir şey umurlarında değil. Kamu yararının bir önemi yok. Dünyanın geldiği noktada, nereden nasıl para kazanırız dışında bir öncelik yoksa, neyi konuşuyoruz? Her şeyi yok ediyorlar. Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim, biz bunlardan daha muhafazakârız. Hiçbir şeye sahip çıkmıyorlar. Böyle bir yıkım dürtüsünü anlamak çok zor.
Anayasa Mahkemesi, Barış Akademisyenleri’yle ilgili hak ihlali kararı verdi. Bir söyleşide “Bu manzarada dönülecek bir yer yok, sancılı da olsa parlamenter sisteme geçilirse dönüşler olacaktır” diyorsunuz. İktidar değişince sorun çözülür mü? Üniversiteye döner misiniz?
Şu anda dönmemiz için hiçbir neden yok. İdare mahkemesinde dava sürüyor. Biz beraat ettik. OHAL ret verdi. Bunun üzerine OHAL ret gerekçesi olarak üniversite, kanaatini sundu. Şu an üniversiteler mahkemenin üstündeler, savcının işini yapıyor durumdalar. Kurum kanaati dedikleri şeyle orayı formüle etmeye çalışıyorlar. O arkadaşlar orada olduğu sürece dönmüyoruz. Ama ülkede biraz normalleşme olursa, birinci planda biz KHK’lilerin olduğuna yönelik birtakım açıklamalar var. Vaat edilen o.
Bana kişisel olarak sorarsanız üniversitede çalışmayı hiç canım istemiyor. Mümkünse devletin herhangi bir kurumuyla ilişkim olsun istemem. Ama öyle bir an gelir ki yıkılmış bir şeyi tesis etmeye faydamız olması gerekir. Biri der ki gel işin bir ucundan tut. Ben kamusal varoluşu olan bir insan olarak buna hayır diyemeyeceğimi biliyorum. Bunu görev olarak addedersem dönerim ancak. Ama şu anki üniversitelere bakınca, gideyim hocalık yapayım gibi bir özlemim gerçekten yok. Öğrencilere de üzülüyorum, oradaki hocalara da üzülüyorum çünkü bir şey yalanmış gibi geliyor artık. Bir de bakalım zaman ne gösterecek? Bütün bunlar olurken kaç yaşına geleceğiz? Ömrümüzü yediler.
‘Burada bizim hevesimizi kırıyorlar’
Diyelim ki o gün geldi. İşe nereden başlamak, neleri değiştirmek lazım?
Eğer bir gün öyle bir ülkeye uyanırsak, kardeşlik hukukunu, eşit yurttaşlığı tesis ettiğimiz, merkezle taşra arasındaki bağın kurulduğu bir döneme geçersek, bence müfredatımızın ve sınav sisteminin gözden geçirilmesi gerekiyor. Bir de bölgeden gelen, diksiyonu yüzünden, aksanı yüzünden oyunculuk bölümüne giremeyen çocuklar için bir formül bulunması gerekiyor. Bunu çok önemsiyorum. Çünkü eşitsizliğe yol açıyor. Onlara bir okul göstermiyorsunuz, akademik olarak eğitim alabilecekleri bir alan sunmuyorsunuz. Birçok oyuncu Mezopotamya Kültür Merkezi’nden çıkmıştır. Akademide kuram bölümlerine, yazarlık bölümlerine gelebiliyor ama konuşması gereken yerde, sesi başka bir dille yıkandığı için önüne engel çıkarılıyor. Bu engeli kaldırmak isterim. Eşit değiller ki, yaşıtı eğitim alabilirken, yetenekli de olsa önüne set çekiliyor. Ben buna çok fena kafayı takmış durumdayım ve pek çok insan da artık böyle düşünüyor. Bir insanın aksanı yüzünden oyunculuk eğitimi almaması söz konusu olabilir mi?
Sanat eğitimini sanata yakışır biçimde, daha eşitlikçi, daha çoğulu kapsayan, sınavları ızdıraba dönüştürmeyen bir forma kavuşturmak gerekiyor. Ama ben buradan bir şey buyuramam. Birlikte keşfedeceğimiz, birlikte araştıracağımız, birlikte kuracağımız o döneme gelmeyi çok isterim. Öyle bir günde olmayı gerçekten çok isterim. Mutluluk içinde. Çünkü bir şey kurmaya çalışmak ve sonucu ne olursa olsun sürecin kendisi heyecan verici. İyi bir şey yapma arzusu, birilerini mutlu kılma arzusu çok önemli.
Her anlamda potansiyeli olan bir yer burası ama her anlamda insanları mutsuzluktan gebertiyorlar, kayıtsızlaştırıyorlar. Bir sürü yetenekli çocuk var; doğru motive edilse, olduğundan çok daha iyi işler yapacak insanlar var. İmkânsızlıklar da var ama daha önemlisi, heves kırıyorlar. Burada bizim hevesimizi kırıyorlar. Bir sürü başka güzel işle uğraşmamız gerekirken hükümete laf yetiştiriyoruz. Olan biteni dert edinmek için illa politik biri olmanız da gerekmiyor. Çocuklar okula aç gidiyor. Bence bu hep beraber üstümüzü başımızı yırtmamız için yeterli bir sebep. Bir sürü kadını öldürüyorlar. Hep beraber duvarları indirmemiz için bir sebep.
Konsantre olsam, yazmak istediğim o kadar çok şey var ki. Ama hevesimiz kırılıyorlar. “Bunu yapsam ne olacak ki” diyorsunuz. Ömrümün özeti bu olabilir. Arkamdan, “Aslında göründüğünden daha yetenekliydi. Rahat bıraksalardı daha iyi şeyler yapardı” diyebilirsiniz. Bu da züğürt tesellisi olsun.
#Ak Parti#Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi#Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü#Barış Akademisyenleri#KHK#Tiyatro eğitimi#Üniversiteler