Kültürel üretim alanlarının birçoğu Türkiye’de ve dünyada halen erkek egemenliğinde. Dizi-film sektörü onlardan biri. Özellikle kamera arasındaki erkeklerin sayısı kadınlardan daha fazla. Kadir Has Üniversitesi’nce yürütülen ‘Türkiye Ekranlarında ve Kamera Arkasında Kadın: Temsilin ve İş Gücünün Güncel Görüntüsü (2017-2021)’ araştırması da benzer bir sonucu ortaya koymuş; akademisyen Elif Akçalı, inceledikleri 600 filmden sadece 40’ının kadın yönetmenlerce çekildiğini aktarmıştı.
Buna karşın kadınlar, ‘erkekler kulübü’ sayılan alanlarda eskisinden daha çok varlık gösteriyor; kadın kameraman, kurgu operatörü, ses ve ışık teknisyenlerinin sayıları artıyor.
Ayşe Ecer, ‘Slow Horses’, ‘The Gentlemen’ ve ‘The Ministry of Ungentlemanly Warfare’ gibi uluslararası yapımlarda reji asistanlığı yaptı. Sette ‘direktif veren kadın olmanın’ zorluklarını deneyimlese de, kadınların varlığının artmasıyla mevcut düzenin değişeceğine inanıyor, bu düşünceyle çalışmayı sürdürüyor.
Ayşe Ecer, kamera arkasındaki kadın temsilini, ‘erkekler kulübü’nde cinsiyet tabanlı eşitsizliği ve deneyimlerini anlattı:
‘Kadınların aktif olması fikri beni motive etti’
Ecer’in mesleğe girişinde ailesinin etkisi büyük; çocukluğu setlerde, prodüksiyon şirketlerinde ve cast ajanslarında geçmiş:
“Mesleğime başlamadan önce sektörün işleyişiyle ilgili genel bir fikrim vardı. Sinema televizyon okumadım, hatta ‘Asla filmci olmayacağım!’ diyerek beş senemi siyaset bilimi ve felsefe okuyarak değerlendirdim. Üniversite bitince ve artık bir iş sahibi olmam gerektiği gerçeğiyle yüzleşince, içimde kalan ‘filmci olmak’ fikrine şans vermek istedim.
Dürüstçe söyleyebilirim ki, seçtiğim sektörde uzun yıllar çalışmış ebeveynlerimin olması bana zorluktan çok kolaylık sağladı. İlk işimi bulmam ve ilk setime girdiğimde set işleyişini biliyor olmam tamamen bu bağlantılar sayesinde oldu.
Yaşadığım en büyük ‘zorluk’, kendimi kanıtlama isteğim oldu. Hem ailemi tanıyan insanlara karşı ‘Bakın, ben tek başıma da yapabiliyorum’ imajını vermek hem de aileme karşı bir nevi gurur kaynağı olmak ya da ‘Gözünüz arkada kalmasın’ fikrini aşılamak istedim. En azından sektöre girerken bu tür çekincelerim vardı.”
Ayşe Acar, sektöründeki cinsiyet eşitsizliğiyle bu alanda çalışmaya başladığında yüzleştiğini söylüyor:
“Çocukluğumda şahit olduğum film sektörü bana hiç erkek egemen görünmemişti. Annem ve babamın eşit derecede söz sahibi olduğu projeleri yakından görmek, sanıyorum ki beni sektörde cinsiyet bazlı eşitsizliklerin olabileceği gerçeğinden biraz uzaklaştırmıştı. Ancak buna çocuk aklı ya da naiflik diyebiliriz. Zira ülkemizdeki ve dünyadaki cinsiyet bazlı eşitsizlikleri anlamam çok uzun sürmedi.
Film sektörü dünya çapında bir ‘erkekler kulübü’ olarak görülüyor. Son zamanlarda bu fikir biraz olsun yıkılmaya başlasa da sektörün tarihi son derece erkek egemen bir şekilde başlayıp, böyle yön bulmuş. Dünya nüfusunun yarısı – hatta, tüm film seyircilerin yarısı– kadınken, hem kamera önünde hem de kamera arkasında kadınların hâlâ yetersiz temsil ediliyor olması can sıkıcı. Ama bu demek değil ki, böyle gelmiş, böyle gidecek. Hem ülkemizde hem de dünya çapında, kadın filmcilerin sayısı ve sektördeki önemi artıyor. Bu artışın hızlanmasını ve kadınları bir an önce hak ettikleri yerlerde görmeyi umuyorum.”
‘Kadın filmcilerin önemi artmaya başladı’
Sektörde karşılaştığı cinsiyet ayrımcılığı ve cinsiyete dayalı önyargıları da şöyle açıklıyor Ayşe Ecer:
“Çalışan her kadın gibi, iş yerinde ayrıma uğradığımı hissettiğim oldu tabii. Daha kıdemli olduğum halde benimle aynı pozisyonda olan erkek iş arkadaşlarımdan daha az para kazandığımı öğrendiğimde dünya başıma yıkılıyor gibi hissetmiştim. Her ne kadar bunun ‘istenmeden yapılmış bir hata’ olduğunu kendime inandırmaya çalışsam da gerçeğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz sanırım.
Benim iş tanımım aslında çok basit; yönetmenin kafasında tasarladığı dünyanın, ilgili birimlere direktifler vererek, kamera önünde gerçekleşmesini sağlamak. Bunun için ön hazırlıkta ve sette sesimin duyulması, ekiplerle olan iletişimimin sağlıklı olması gerekiyor. Şanslı olduğum nokta şu ki, ekipler rejinin cinsiyetini göz önünde bulundurmadan çalışmak durumunda. Sonuçta, yönetmenin setteki ağzı gibiyiz. Ancak bu demek değil ki cinsiyetle ilgili sorunlarla karşılaşmıyoruz. Birçok kadın ve erkek yardımcı yönetmene asistanlık yaptıktan sonra, ekiplerin –her zaman olmasa da– kadın ve erkek yardımcı yönetmenlere farklı yaklaştığını gördüm. Bahsettiğim şey saygı ya da işini doğru yapıp yamadığını yargılamak değil; çoğumuzun içine işlenmiş “erkek = otorite” algısından kaynaklanan önyargılar diyebilirim.
Bir yardımcı yönetmenin ve onun asistanlarının sette bir ‘otorite figürü’ olabilmesi gerekiyor ki ekiplere sözünü dinletebilsin.
Maalesef, yakın olduğum birkaç kadın yardımcı yönetmenden duyduğum anekdotlar, bu ‘otorite’ meselesinde canımı çok sıkıyor:
‘Sette fazla güzel gözükme, kimse seni dinlemez. Ancak çok da bakımsız olma, ki seni gördüklerinde ‘Bundan mı direktif alacağız?’ demesinler. Program yetişmediğinde ya da sette canın sıkıldığında bunu gösterme ki zayıf olduğunu düşünmesinler. Ekipten birisi seninle ilgili uygunsuz bir yorum yapınca sinirlenme, yoksa rasyonel düşünemediğini söylerler. Hiçbir hataya mahal verme ki kadınların sektörde varoluşuna eleştiri gelmesin…’
Bu sözler tabii ki bizim sektöre özel değil, hayatın her noktasındaki kadınların sürekli aklının bir köşesinde tuttuğu düşünceler.
Benim şansım, neredeyse her zaman, cinsiyet eşitliğine inanan ve cinsiyet eşitliğini şirket değerleri olarak kurmuş prodüksiyon şirketleriyle çalışmak oldu. Başka reji asistanlarının çok daha kötü ve çok zedeleyici deneyimler yaşadığını görüyorum ve şahit oluyorum. Sanırım problemler, kökten bir algı değişikliği olmadan çözülmeyecek.”
‘Erkekler kulübü inancının yıkıldığını göreceğiz’
Ayşe Ecer, mesleğindeki dönüşümü kadın emeğiyle yapılmış filmlerin yakaladığı başarılar üzerinden değerlendiriyor:
“Daha önce de belirttiğim gibi, film seyircisinin yarısını kadınken, sinemada ve platformlarda gördüğümüz dizi ve filmlerin hâlâ ‘kadınlar için’ ve ‘erkekler için’ olarak kodlanıyor olması büyük bir problem. Hatta kendimizi, ‘kadınlar için’ olarak kodladığımız chick flick ya da romantik komedilerin, aksiyon ve drama filmleri kadar sinematik değeri olmadığına inandırmışız. Bu filmlerin büyük bütçeleri, başarılı oyuncuları, detaylı hikâye akışları ve müthiş görüntü yönetmenleri olmasına rağmen, hâlâ pek ciddiye alınmıyorlar. 2008 yılında çıkan ‘Mamma Mia!’ filmi çok güzel bir örnek bence. Film neredeyse tamamı kadın oyunculardan oluşan bir cast’la, genç bir kızın kendini bulma hikâyesini anlatıyor. İlk çıktığında film eleştirmenleri tarafından çok ciddiye alınmamış olsa da, 52 milyon dolarlık bir bütçe ile globalde 600 milyon dolara yakın gişe hasılatı yaptı. Kadınlar tarafından yazılan ve kadın olmayı anlatan filmleri küçümsememek gerekiyor diye düşünüyorum.
Yakın zamanlarda yine gişe rekorları kıran ve globalde 1 milyar dolara yaklaşan ‘Barbie’ filmi de müthiş bir örnek bence. Hatta, tarihte bir kadın yönetmenin yaptığı en büyük gişe hasılatı ve Greta Gerwig, 1 milyar dolar hasılat yapmış ilk kadın yönetmen oldu. Filmi kendi yazıp, yönetip, bir de yapımcılığını üstlendiğini de eklemek isterim.
Hepimiz filmlerle büyüyoruz, hepimiz küçükken izlediğimiz filmlerdeki karakterlerde kendimizden parçalar buluyoruz ve kendimizi onlarla özdeşleştiriyoruz. Dolayısıyla, doğru yaratılmış, güzel yazılmış karakterlerle, kadının toplumdaki yerini vurgulayıp önemini gösterebiliriz diye düşünüyorum.
Kadınlar film sektöründe daha fazla söz sahibi olmaya başlayınca, film sektörü üzerine kurmuş olduğumuz ‘erkekler kulübü’ inancının da yıkıldığını görmeye başlayacağız. Hem kamera önünde hem de kamera arkasında daha fazla ve doğru temsil, bizi yalnızca sektör olarak değil, toplum olarak da son derece ileriye taşıyacak.”
‘Bireysel çaba olmadan kolektif değişim olmaz’
Ayşe Ecer, dizi-film sektöründe çalışmak isteyen kadınlar için erkek egemenliğinin caydırıcı olmamasını temenni ediyor:
“Evet, belki sektördeki yerimizi kurmak için erkek meslektaşlarımızdan daha farklı bir çaba sarf etmemiz gerekecek, ancak bireysel çaba olmadan kolektif değişimin olmayacağını unutmamalı.
Verebileceğim en büyük tavsiye, kendinden ve fikirlerinden ödün vermemek olur. Bir ‘erkekler kulübü’ne giriyor olmak, insanın fikirlerini ve değerlerini değiştirmemeli. Tam tersine, kendi değerlerimizden ödün vermeyerek, sektörlerimizi çok daha sağlıklı ve keyifli yerlere ulaştırabiliriz.”
Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde son derece aktif olduğunu dile getiren Ecer, bu alanda ilerlemenin sağlanması için toplu bir değişim gerektirdiğini düşünüyor:
“Birkaç yıldır Kadın Meclisleri ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nda gönüllüyüm. Siyaset bilimi geçmişime dayanarak, bu mücadelenin, daha önce de belirttiğim gibi, bireysel eforun yanında, toplu bir değişim gerektirdiğine inanıyorum. Kadınların sinema sektöründe yaşadığı problemler son derece evrensel, yalnızca bizim sektörümüze özgü değil. Sektörde ilerleme sağlamak, toplumsal ilerlemeden bağımsız olmayacaktır. Dolayısıyla, kadınlar ve erkekler olarak hep birlikte sektör özelinde nasıl iyileştirmeler yapabileceğimizi tartışmamız, sektör dışında da bu değerleri uygulayabilmemiz gerekiyor.”
Dizi-film alanında kadınların daha fazla temsil edildiği bir gelecek için yapım şirketlerine düşen rolün de altını çiziyor:
“Kadınların daha fazla temsil edildiği bir gelecek için, genç kadınların önünü açarak, belki sinema televizyon gibi bölümlere okumak isteyen genç kadınlara burslar vererek, reji dışında kadınların daha azınlıkta olduğu birimlere de (kamera, ses, ışık, gibi) kadınları yönlendirerek, özellikle genç kadınları teşvik edebiliriz.
Burada yapım şirketlerine de çok büyük bir rol düşüyor, her ne kadar ekipleri kurarken cinsiyet eşitliğine dikkat etmek çok önemli olsa da kadın yazarların, kadın yapımcıların ve kadın yönetmenlerin önlerini açabilmek gerekiyor. Bana kalırsa Türkiye sineması, kadın yönetmenlerden son derece verim alacaktır; hatta bunun ülkemizin sinemasını çok farklı, çok yeni yollara yönlendireceğini düşünüyorum.”
‘Doğru yoldaymışız gibi hissediyorum’
Ecer’in sektörüne yönelik taleplerinden ilk ikisi eşit ücret ve belirlenmiş çalışma saatlerine uyulması:
“Sektörde çalışan hemen hemen herkes söyleyebilir ki, bolca şikâyetimiz ve bolca talebimiz var. Bunlar tabii, işimizi çok sevmemizden ve hem bizim için hem de bizden sonra gelecek meslektaşlarımız için daha sağlıklı çalışma ortamları yaratma isteğimizden.
Eşit ücret çok temel bir hak, bunun artık oturmuş olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun yanında zamanında ödeme ile dernekler tarafından belirlenmiş çalışma saatlerine uymanın da son derece hayati olduğunu vurgulamak isterim. Bizim işimiz maalesef sabah, akşam, bayram dinlemiyor. Dolayısıyla bu zor şartları kendimiz için ne kadar kolaylaştırabilirsek o kadar iyi.
Tabii ki cinsiyet eşitliği konusunda da bolca eleştirim ve şikâyetim var. Ancak güzel taraflarından bahsetmeden içim rahat etmeyecek. Ülkemizdeki çoğu sektöre nazaran, film sektörü bazı önyargılarından kurtulmak konusunda daha hızlı adımlar atıyor. Film, bir ekip işi olduğu için, ekipçe birbirimize olan saygımız dolayısıyla bazı cinsiyetçi söylemlerden ve davranışlardan uzak olduğumuzu hissediyorum. Bu son derece umut verici bir şey. Doğru yoldayız.”