Değerli konuklar, ben devlet-sanat ilişkisi üzerine bazı gözlem ve düşünceleri paylaşmak istiyorum.
Devlet, genellikle kalıplı, kurallı, düzenli, sınırları-kısıtları ve zorunlulukları olan, bazan şefkatli, bazan ceberrut bir vakıa, bir olgu.
Sanat ise bazan hayalci, bazan gerçekçi, bazan uçarı, bazan haşarı, yerine göre okşayıcı, kimi zaman da yırtıcı bir serüven.
İkisini nasıl bağdaştırmalı? İlişkileri nasıl olmalı?
Biliyorsunuz dünyadaki ilk kültür bakanı efsanevi Fransız sosyalist yazar André Malraux. Charles De Gaulle, “kültürün demokratikleşmesi” düşüncesiyle ilk kez böyle bir bakanlık kuruyor ve 1959 yılında Malraux’yu atıyor. De Gaulle’un Malraux’dan beklentisi şu: “Kültürü ve sanatı sadece elitler için olmaktan çıkarıp, herkes için ulaşılabilir hale getirmek.”…
Buna kısaca “insana yatırım” demek mümkün…
Aradan geçen yarımyüzyılı aşkın süre içinde, bu anlayışı benimseyen ülkelerde önemli bir yol alınmış olduğu aşikâr.
Gelgelelim daha eski tarihlere, 1933’lerin faşist Almanya’sına dayanan bir başka gelenek daha var. Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” ve aynı zamanda “Devlet Kültür Odası” başkanı Joseph Goebbels’le başlar. “Kültür lafını duyunca, silahımın emniyetini açarım” diyen faşist “Kültür Bakanı”… Ve o zihniyetin “Kültür ve sanatı iktidarın propaganda alanı haline getirme ve kültürel planlama” anlayışı…
Buna da özetle “insanı esir alma” diyorum ben.
Devletlerin ve iktidarların meşrebine göre, bu anlayışın da yol almış olduğu görülüyor. Yani bir bakıma kültür ve sanat alanları, iktidarların çıkarları doğrultusunda üniforma dikimevi gibi görüldü, maddî-manevî rant devşirilecek mekanizmalar sayıldı. Tarihsel sonuçlara bakınca, acı, hüzün ve hüsran görüyoruz.
Peki Türkiye bu ikilemde nasıl bir yer tuttu?
Asla haksızlık etmek istemem: Genç Türkiye Cumhuriyeti daha savaşın yakıp yıktığı yerlerin tozu-dumanı içinde kültür ve sanat kurumlarına yöneldi. Çok kısa sürede de kurumlar açısından mucizeler yarattı.
Ne ki hakim feodal zihniyet, kapitalizm rüyası ve sahte bir moderncilik, bu toplumcu dinamiği giderek törpüledi. Buna ufuksuzluktan kaynaklanan ihmâller eklenince eğri aşağıya doğru dönmeye başladı. Kâh sempati kâh antipati, kâh destek kâh köstek şeklinde dalgalanmaya terkedilmiş bu alanda, kurumlar da kâh parlak, kâh sönük bir biçimde hayatlarını sürdürdüler. Ama genelde alttan alta süregiden tutuculuk, denetleme, güdümleme, sansür ve yasaklama şehveti, sonunda azdı. Ve artık vur deyince öldüren bir yıkımcılık, bir imha çizgisine dayandı.
Ben Devlet-Sanat ilişkisine girerken,‘Kültür’ kavramını bir kenara ayırarak ilerlemek istiyorum. Çünkü ‘Kültür’ deyince, sosyolojiyi, felsefeyi, inançları, eğitimi, üretimi, tüketimi, sanat ve zenaat kavramlarını kapsayan çok geniş bir alana kaymış oluruz. Elbette devletlerin ve hükûmetlerin, ideolojileri doğrultusunda ilerletici veya geriletici kültür politikaları olmuştur, olacaktır. “Olmasın” demek pek bir işe yaramaz. Pratik bir değeri yoktur. O alanda, ilerici ile gerici arasında bir dalgalanma, bir savaşım sürüp gitse de; sonuçta kültür ve sanata yatırımlar, üretimler, destekler, korumalar, tanıtımlar, iktidardaki siyasal gücün hedefleri doğrultusunda belirlenir.
Bu kolay değişmeyecek bir formül. Ama işte bu formülü biraz cesaret gösterip değiştirmek lâzım. Formülün içinde, sanatın farklı konumunu iyi görmek lâzım.
İzmir’e küçümsenmeyecek hizmet ve katkıları olmuş değerli sanat tarihçimiz Murat Katoğlu’nun provokatif bir cümlesini yardıma çağırarak gireyim bu konuya. Şöyle der Katoğlu: “TÜRKİYE’NİN BÜTÜN GERÇEK SANATÇILARI, KÜLTÜRCÜLERE KARŞI BİRLEŞİNİZ!”
Bu kışkırtmanın haklı bir yanı olduğunu düşünüyorum. Neden?Kültür politikaları denen o genelleme içinde bir emir-komuta zinciri oluşuyor. Siyasiler, bürokratlar, teknokratlar, sanat alanlarında doğrudan tercih kullanmaya başlıyorlar ki; bu sanat adına hatırı sayılır bir haksızlık doğuruyor. Kültür politikalarını oluştururken; sanata biraz daha özen göstermeniz gerekmiyor mu? Kültür arazi ise, sanat o arazideki ormandır. Özenle korunması gerekir.
Aydınlanma dönüşümünü gerçekleştirmiş uygar toplumlara bakalım:
Sanat alanlarının karşıt görüşleri, karşı çıkışları, eleştirisi ve hattâ isyanı engelsizdir. Bu özgürlük, ataerkil toplummuş, hristiyanlıkmış, kapitalizmmiş, doğa yıkımıymış, ekonomik gelişmeymiş, gelir dağılımıymış, kültür politikasıymış, tarihi ve manevi değerlermiş, inançlarmış, dogmalarmış, bunların hiçbirini dinlemez. Tamamını eleştirmekte ve hattâ didik didik etmekte kayıtsız şartsız serbesttir. Siyasal, dinsel, ulusal, ahlâkî ve ekonomik her türlü hegemonyanın karşısına çıkıp sözünü söyleyebilecek bir özgürlüğe sahiptir. Çünkü sanat, destekleyici ve yapıcı bir tutum içinde olabileceği gibi, çözeltici ve yıkıcı bir tutum sergilemek hakkına da sahiptir. Bunları ben şimdi uydurmadım. Bu, uygar dünyanın dirsek çürütüp bulduğu bir doğru.
Bu kavrayışa varamamış, bu ufka sahibolmayan ülkelerde de, aydınların ve sanatçıların devletin ezberini biraz bozması gerekecektir. Devletin sanatla ilişkisine bir doğrultu çizmek, ortak bir yörüngeye oturtmak gerekecektir.
Başlıklar altında açıklamaya çalışacağım:
Sanat, devletin yurttaşına borcudur.
İnsanlarının daha birikimli ve mantıklı, daha olgun ve ufku geniş, daha incelikli, hoşgörülü ve duyarlı olmasını istemeyen bir devlet, uygar sayılabilir mi? Tarihini, coğrafyasını, varlıklarını, geleceğe dair düşlerini satarak para kazanmaya çalışan bir devlet, uygar olabilir mi? Sanat alanındaki birikim ve kazanımları, vahşi kapitalizmin açgözlü kantarında tartan bir devlet, uygar sayılabilir mi?…
Uygar bir ülkede devletin sanata desteği, insana yatırımdır, vazgeçilemez. Siyasiler ve özellikle de hükûmetler, “insana yatırım” ödevinin devredilemeyeceğini, taşerona verilemeyeceğini, fason imalata geçilemeyeceğini, rant ve ihale kapısı yapılamayacağını öğrenmeli, bir güzel içine sindirmelidir.
Bir temel kavrayış olarak önce şunu öğrenmemiz ve unutmamamız gerekecek: Sanat, devletin yurttaşına bir lûtfu, ikramı, armağanı değildir; yurttaşına olan borcudur.
Çağdaş ve uygar devlet, sanatın özgürce üretilmesini sağlar, ama sanatın nasıl olması gerektiğine karışmaz. Bilim ve sanat özgürdür. Kurumları özerktir.
Burada “İyi ama nereye kadar özgür? Devletin hiç yönlendirmesi olmayacak mı?” sorusunu duyar gibiyim. Elbette olacak. Anayasanın ve demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin temel emirleri ve isterleri orada doğal ölçüdür. Ama bu soru, “Hükûmetlerin, siyasetçilerin, yüksek bürokratların, sanatın nasıl olacağına dair hiçbir yönlendirmesi olmayacak mı?” sorusunu içinde barındırıyorsa; cevabımız daha değişik olur.
Çünkü o zaman, giderek üstümüze abanan karşı-devrimin, karanlık sularına sürüklenişimize bir göz atmak gerekecektir. Son 20 yıla şöyle kısaca bir bakalım, demokratlığı içine sindirememiş bir yönetimin yönlendirmeleri ile neler olabiliyor?
Gün geçmiyor ki sanat alanları, gerici bir zihniyetin alelacele çırpıştırdığı yıkımcı buyruklarla karşılaşmasın. Gözdağı, baskı, tehdit, sansür, rant ve yıkım, sanat alanlarımızda ve kurumlarımızda değnekçilik yapıyor.
Edebiyat, heykel, müzik, resim, mimari, tiyatro, opera, bale hiç farketmiyor: Dans beldenaşağı, heykel ucube, resim müstehcen, edebiyat sakıncalı, opera lüks, orkestra zulüm, sinema ayıp, tiyatro tehlikeli, kitaplar bomba sayılıyor.
Doğamız, coğrafyamız ve tarihimiz, açgözlü bir talan furyası ile asfalt ve betona gömülmekte. Aynı mantıkla devletin sanat kurumlarının tüzel kişiliği, bir kararname ile kaldırılıp sarayın bando-mızıka takımına dönüştürülüyor.
Tiyatro tarihimizin büyülü mekânı Rumeli Hisarı sahnesinin orta yerinde nobran bir mescit…
Sansür kafayı bulmuş, yalpalaya yalpalaya kâh Nasreddin Hoca’nın türbesine çarpıyor, kâh Edip Cansever’in masasına. İçinde şarap geçen şarkılar sürgünde… Filmlerde duvardaki tablolar bile petekli…
Oyunlar yasaklanıyor. Kurum tiyatrolarında pek çok yazar zımnen yasaklı…
Sanat eğitimi birçok alanda merdiven altına inmiş. Sokak sanatçılarına karşı baskı ve taciz, almış başını yürümüş.
Özel tiyatrolar, koşullu sadakaya bağlanmış. Destek fonuna, çağgerisi bir ‘ahlakî ve millî değerler’ kapanı kurulmuş.
Görüyoruz ki: Sanat alanlarına savaş açmış, yıkımcı bir iktidarın işlemleri, bir karşıdevrimin yolunu açmaya yönelik olabiliyor.
Bu ihtimale, -ihtimalden de öte bu gerçekliğe- bakınca anlıyoruz ki; az önceki soruya yanıtımız açık ve cesur olmalıdır: “Hayır, sanatın içeriği ve biçimi hükûmetlerin yani siyasal iktidarların ve onların emrindeki bürokratların konusu değildir, olmasın”.
Siyasal iktidarların yönlendirmesine açık sanat kurumları, giderek parti politikalarının, statükonun ya da egemen tekellerin boyunduruğu altına girerler ve emireri haline dönüşürler. Sanatın böyle bir görevi yoktur.
Peki siyasetçi ne yapacak? Herşeyi oluruna mı bırakacak? Hayır. İktidarıyla-muhalefetiyle siyasetçinin çok önemli bir görevi var: Anayasanın emirleri ve demokratik gelişim ile sanatın özgürlüğünü bağdaştırmak. Başka bir deyişle halkın vergileriyle hizmet veren sanat kurumlarının nasıl yaşayacağına ve nasıl yönetileceğine dair objektif kriterler ve kalıcı politikalar oluşturmak. Ve bunu gerçekten siyasetin kayıkçı kavgalarından etkilenmeyecek biçimde yapmak. Yani kendi iktidar sürecinin, kendi zaman diliminin ötesini de görerek, kurumları sağlam, objektif ve demokratik yasal dayanaklara kavuşturmak.
Demek ki devletin bütün katmanlarındaki sanat politikası, kurumlara boyunduruk vurmaktan uzak; siyasi iktidarların değişiminden etkilenmeyecek; özgürlükçü ve rasyonel yönetim politikaları oluşturmak olmalı.
Bu dönemeçte, sık sorulan haklı bir soru daha karşımıza çıkar:
Halkın vergilerinden oluşan kaynakların sanat alanında anlamlı bir şekilde bölümlenmesi nasıl olmalı? Kaynak dağılımı, siyasilerin insafına, eğilimine, ufkuna, zevkine, hatta meşrebine göre mi yapılsın? Yoksa özerk bir kurumun oluşturacağı objektif kriterlere göre mi?
Burada da ufukta ‘Özerk Sanat Kurumu’ gibi bir yapı görünür. Özel tiyatro, ödenekli tiyatro, opera, bale, orkestralar ile amatör, üniversite, sendika ve vakıfların sanat girişimlerine ne oranda ödenek ayrılacağına, ne tür destekler sağlanacağına orada karar verilir. Böylece hem siyasiler kaynak dağıtma sıkıntısından kurtulacak; hem de siyasetin müdahelesi daha makûl bir sınıra çekilmiş olacaktır.
Devletin sanat ve kültür alanlarında uluslararası ve ulusal odaklanmalarını gözetecek, yatırımlarını yönlendirecek, alanlara destek oranlarını objektif ve rasyonel esaslara göre belirleyecek, tüzel ve özel kurumlar ve kuruluşlar arasında bölümleyecek, özerk bir çatı kuruluşu kaçınılmaz görünmektedir.
Buraya kadarki önermeleri bir başka biçimde özetlersem, “Parayı veren düdüğü çalar” mantığı şuna dönüşmüş olacak:
Parayı devlet verecek, özerk kuruluş düdük yapacak, ama düdüğü sanatçılar çalacaktır. Başka türlüsü hem demokrasinin, hem sanatın tabiatına aykırıdır. Çünkü o kaynaklar, kimsenin beybabasının Salacak’taki bağından veya çocuğunun sünnet takılarından oluşmaz. Halkın vergilerinden oluşur. Ve insana yatırım olarak halka döner. Çünkü -başa dönelim- devletin yurttaşına borcudur.
Sanat kurumlarını sanatçılar yönetir.
İdarî ve malî denetim mekanizmaları, bütün kurumlarda olduğu gibi yasalar çerçevesinde işler; ama sanat kurumlarını sanatçılar yönetir. Şimdi bakın, ben tiyatrocuyum. Hiç bir birikimim olmadan beyin ameliyatı yapmaya yelteniyor muyum? Boeing 757’yi ben uçuracağım diyor muyum? Memleketteki satranç şampiyonuna meydan okuyor muyum? Nato Genel Sekreterliğine aday oluyor muyum? Ama siyasetçiler ve siyasetin emrindeki bürokratlar, tiyatroyu yönetmeye, yönlendirmeye yeltenebiliyorlar. Eğer sanat alanında çok özel ve özgün birikimleri yoksa, sanat kurumlarının yönetiminde kurmay görevi üstlenmemeliler.
Her bir sanat kurumu kendini yönetir.
Sanat üretimi, akıl, emek ve yetenek isteyen, pek çok girdisi olan bir serüven. Böylesine kapsamlı bir serüvende “Davul sanatçının boynunda, tokmak siyasetçinin veya bürokratın elinde” dayatması, sanat için 40 satırdır. “Parayı veren düdüğü çalar” ezberi ise 40 katır.
Sizleri ayrıntılarla bunaltmamak için; birkaç noktaya da salt başlık olarak değinip geçeceğim. Şöyle:
- Sanat kurumlarının şişkin ve hantal imparatorluklara dönüşmemesine özen gösterilmeli.
- Yerinden yönetilen modüler ‘Birim’ yapısı gözetilmeli.
- Sanat yönetmenleri, objektif bir değerlendirme süreci sonucunda seçilmiş olanlar arasından atanmalı.
- Sanat yönetmenliği süreli olmalı.
- Sanat Kurumlarının Yönetim Kurullarında, kurumun idarî ve malî işlerinden doğrudan sorumlu ve yetkili olan kişinin dışında, bürokrat ağırlığından kesinlikle kaçınılmalı.
Sonuçta yine sanatın, kültür politikaları içindeki özel yerine ve özgün konumuna gelmiş oluyoruz: Sanatın neyi nasıl söyleyeceği konusunda vesayet altında tutulması, ortak akla sığmıyor. Çünkü sanat özgürlüğünü talep ediyorken; devlet, türlü bürokratik mekanizmalarla vesayet iddiasında olunca; buradan bir ortaklık çıkmıyor zaten.
Etrafında buluşup ortak akıl aradığımız soru “Cumhuriyetin 2. Yüzyılında Kültür ve Sanatın Geleceği” ya; ben diyorum ki:
Her bir sanat kurumu kendi sanat siyasetini besteleyip seslendirmek adına, öz-erkine sahip olabilmeli. Gelin, biz sanata biraz iltimas geçelim ve daha geniş özgürlük tanıyalım.
Şimdi bütün bu söylediklerim, size biraz hayâl gibi, fantezi gibi, gelecek müziği gibi görünebilir. Hattâ bu kadar özgürlüğün zararlı olabileceğini düşünen sıkıdenetim yanlıları da olabilir. Ama öyle değil işte. Çok yakınımızdaki bir örnekle bu söylediklerimi pekiştirmeye çalışayım:
İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, tazecik bir sanat kurumu. Henüz 2. sezonunda. Değerli Başkanımız Tunç Soyer’in demokrat yapısı sayesinde, ilk kez bir tiyatronun yönetmeliğinde ‘sanatsal anlamda özerk’ ifadesi yer aldı. Sadece bu da değil. Yapılaşma anlamında, yukarıda sayıp döktüğüm pek çok önermede yol alındı. İleri adımlar atılmış oldu.
Şimdi bu tiyatro sanatsal anlamda özerk olunca bundan ne kötülük doğdu?
Halkı sokaklara mı döktü? İsyana mı teşvik etti?
Anayasayı tagyir, tebdil ve ilga mı etti? Terör iltisaklı mı oldu?
Çıkar odaklarına hizmet mi etti? Millî-manevî değerleri tahrip mi etti?
E, yolsuzluk, hırsızlık mı yaptı? Hayır!
E peki, beylik, seviyesiz, kötü tiyatro mu yaptı? Hayır!
Kentin sanat hayatında özlenen bir coşkuyu yarattı. Sahnesine kavuştuğu günden bu yana (yani bu sezonun ilk temsilinden bugüne kadar) oyunlarını kapalı gişe oynadı. Öz erkine yaslanarak başarılara, sevinçlere imza attı.
Demek ki, bir sanat kurumunun, modüler yapılanmasında ve sanatsal yönden özerk olmasında, ille de bir sakınca, bir kötü ihtimal aramak gerekmiyor.
Görüyoruz ki devletin ve siyasetin, bazı bürokratik mekanizmalar icad edip, sanata bekçilik etmesi; çok da gerekli değil.
Son söz: Devletin kültür politikaları içinde sanatın yeri özgürlük olmalıdır. “Bilim ve Sanat özgürdür. Kurumları da özerk.”
Teşekkür ederim.
Yazının başlığı Kültür Meclisi tarafından oluşturulmuştur.
Hocam altına imzamı atıyorum.
Ben de altına imzamı atarım.yücel erten hocam polemikler üstüdür
Tiyatronun, operanın, balenin, yani bütün sahne sanatlarının özelliği üstüne okuduğum en iyi bildiri!
*(…) özerkliği üstüne (…)
Yücel Erten. Doğruları Devlet Tiyatroları Genel Müdürü iken de aradı. Orada da bir seçim denemesi oldu. Netice olarak orada Tamer Levent kazanmıştı. Doğru bir tane. Ve o sanat adına daima doğruları arıyor. Ama Yücel bey sosyal demokratlar a bile birkaç boy büyük geliyor. Yazık.