Türkiye’de kültür politikaları. Bu konu üzerine görüş bildirmek kadar gelecek tahayyülleri üzerine düşünüp düşlemek de önemli, ama zor. Türkiye’nin kültür politikası değil de politikaları dediğimizde bir sürekliliğin içindeki değişimleri, değişkenleri, kesintileri dikkate alarak düşünmeniz ve tartışmanız gerekir. Bu, toplumsal yapıyı tüm dinamikleriyle, tarihsel akıştaki hareketlilikleriyle ve pek çok alanı içeren bilgi ve deney birikimleriyle değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Böyle bir konuyu “şimdi” düşünmeye ve tartışmaya bu özel davet, Cumhuriyet’in yüz yıllık tarihine olanlar olmayanlarla eleştirel bir mesafeden bakmaya da zorluyor düşüneni. Pek çok kırılma, duraklatılma, darboğaz yeni Cumhuriyet’ten bugüne en radikal biçimde insan faktörünü değiştirdiğine göre, bu sürecin doğrudan insanla ilgili kültürel dokuyu değiştirmemesi, başkalaştırmaması, dönüştürmemesi, örseleyip aşındırmaması düşünülemez.
Merkezden yerele, kamu kurumlarından sivil oluşumlara birey ve toplum inşasında en etkili alan eğitimle birlikte kültür olsa gerek. Kültürün tüm araçlarıyla bir varoluş alanı olarak kökü gözetip birikimi muhafaza ederek; ama gelişerek değişmenin olanaklarını önceleyerek süreklilikte, esnek bir akış içermesi iyimserlikle ondan beklenendir. Bu Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülebilir bir ilkesellikle yaşanmış mıdır? Gerçeklerimiz ortadayken olumlu bir yanıt vermek oldukça zor. Belki an parlamaları olmuştur doğru ve ehil ellerdeki kişisel gayretlerle. Yirmi yılını edebiyat eğitim ve öğretimine vermiş, kültürlenme süreçlerine hem eğitimci hem edebiyatçı olarak doğrudan katılmış biri olarak net bir biçimde söyleyebileceğim: Edebiyatını, sanatını gönendiren, yükselten, onu sahiden bir sürekliliğin içinden sahiplenen, destekleyen tutarlı kültür politikalarına sahip olmadı bu ülke. Çok değişkenli değerlendirilmesi gereken bir konu olan kültür ve politikalarını merkezden ve merkezin dinamikleriyle tartışmayı alanın içinden ya da ona yakın isimlere bırakmak isterim.
Büyük yavaş kent
Konuyu yerel yönetimleri nispeten yakından gözleme olanağı bulduğum kent, kültür, kültür alanları, kaynakları etkileşimine kafa yormaya çalışmış, kentin diğer kültür bileşenleriyle temas etmiş, onlara dair içeriden gözlemlere sahip ve aynı zamanda kültürün edebiyat alanına verimleriyle katılan biri olarak ve şimdiye dair değerlendirmem daha doğru ve yararlı olacaktır. 20 yılı aşkın AKP iktidarına karşı CHP’nin kalesi[1] İzmir bu anlamda benim yaşam laboratuvarım.
İzmir, dünyanın ilk yavaş metropolü seçildi geçtiğimiz yıl. Büyük kent ve yavaşlık oksimoron gibi görünse de buna aldanmamalı. Kavrama dikkat kesildiğinizde onun kültür-doğanın içinde bir sürdürülebilirlik ve yeterlilik algısıyla yaşamı dönüştürme, yeniden kurma, buna dair bilinç kazandırma anlamlarını taşıdığını göreceksiniz. Kültür-sanat-eğitim ve alandaki süreklilik bu anlayışın her yerinde. Şimdilerde kentlilik algısı büyük ölçüde buna göre biçimlenmeye çalışılıyor. Yereldeki kenti yeni kriterleriyle bir anlamda yeniden kurma çabasını merkez ne denli duymakta orası meçhul. Kentin bileşenleri bundan ne kadar haberdar ve katkısı, katılımı var mı, bu da zamanla yanıtlanacak sorulardan. Kültür alanına dair her türlü verim, üretim süreçleri, endüstrileşme çabası vs hepsi bu yeni durumun politikalarıyla doğrudan ilişkili olmak durumunda. Bu yönetimden önce de kent, kentlilik, kentin yeniden kurgulanması konularında iyi niyetli çabalar vardı. Dönüşüm ve değişime dair güçlü, etkili plan programlar önceki dönemlerde de söz konusuydu. Burada sorun bu iyi niyetli çabaların kalıcı ve sürdürülebilir politikalara dönüştürülememiş olmaları. Ceketimizi koysak seçilir, duygusunun egemen anlayış olduğu İzmir’de yöneticiler hep aynı partiden seçilse de kente ilişkin tasavvur ve tasarruflar yeni seçilenlere göre sürekli değişmekte. Bir yere kadar normal ve anlaşılır olan bu durum, işleyen iyi şeylerin durdurulması, yavaşlatılması, zamanla yok edilmesi halini alınca bu, soruna dönüşüyor. Bu olumsuzluklar en çabuk, kolay kültür-sanat alanında hissediliyor. İşe kadro değişikliğine gidilerek başlandığından belki, kültür-sanat alanına dair ilgisi, bilgisi, hevesi olmayanların gerekli hizmetiçi eğitimlerden geçirilmeden ezber istihdamları belki, yapılan işlerin niteliğini, alımlayıcıların ilgi ve heveslerini düşüren bir hal alıyor. Zoraki kültür-sanat memurlukları dinamik bir alanın enerjisini baştan sönümleyebiliyor. Devam eden, süregelen iyi işlerin farklı yönetim anlayışlarına kurban gitmesi de kültür-sanat-eğitim alanlarından süreç içinde, sabırla alınacak sonuçlara ulaşılmasını engelliyor. Bazen belirgin olumlu sonuçların doğru araçlarla ifade olanaklarını bulamayışları nedeniyle karar alıcıların işgüzarlıkları, kestirme yargılarıyla çalışmalar iyileştirilmek yerine sonlandırılabiliyor.
Sürdürülebilirliğin önündeki engeller
Geçmiş dönemin seçilmişi bir başkanın kararıyla uzun yıllardır düzenlenen ve İzmir’in simgeleşmiş, biri ülkeye diğeri dünyaya da seslenen, iki önemli etkinliğinin kaldırılması buna iyi bir örnek. Burada o zamanın yerel yönetimi ne kentin edebiyatçılarına ne de okurlarına neredeyse hiç kulak vermeden bu kararı alabilmişti. Bu özel ve önemli bir örnek ama İzmir için tekil bir örnek değil. STK işbirlikleri ile gençleri, çocukları odağına alarak sanat-kültür eğitimini de amaçlayan böyle önemli çabalar yönetim-kadro değişiklikleri ile sıklıkla son bulmakta. Sadece bir dönem aktif çalışabilmiş Tarık Dursun K Yazarevi’nin de koşulları iyileştirilmektense işlevsizleştirilerek başka birimlerin memuriyet alanına dönüştürülmesi de bilgi olarak dursun bir kenarda. Yerine daha iyi bir şey sunmadan, önerilmeden bitirilen işler yığını çoğu yerel yönetimin işlevsiz arşivlerinde vardır mutlaka; çünkü politik dengeler, çıkarlar ve çevreler bu alanların da ne yazık ki belirleyeni. Kültür müdürlükleri nezdinde de çalışılacak konular, bunlar için ayrılacak bütçe “Attığımız taş, ürküttüğümüz kuşa değecek mi?” mottosuyla tartışılmakta. Kulakların bizzat duyduğudur bu. En yukarıdan bakış her zaman kent için iyi olan yapılsın, arzusunu çoğu zaman taşısa da bu iyi niyetler ve hevesler iyi olanın gerçekleşmesi için yetmiyor, çoğu zaman niteliksiz ve yerinin gereklerine haiz olmayanlarca baltalanıyor. Yapılabilen işlerdeyse kültür alanında çalışan insan kaynağının yetersizliği, bilinçsizliği, meseleye sadece kabaca bir “iş” olarak bakışı sonuçları olumsuz etkileyip, yapılanların etkisini zayıflatırken çabaların sürdürülebilirliğinin önünde de engel oluşturuyor.
Doğru kültür insanlarının doğru yerlerde karar alıcılar olarak yer almayışları, ki burada politikanın algülümvergülümcü işleyişleri hep devreye giriyor, yerel yönetimlere dair kültür alanlarını kente, kentliye hiç değmeyen, niteliksiz ama nicelikte çok faaliyetlerinin sergi, serim alanına dönüştürüyor. Kültür, sanat, edebiyat bir “gösteri/ş” işine bu açıdan çoktan dönüşmüş durumda. Bağlam gözetmeyen, kente dair yararları tartışılmayan, kentin dinamikleri hesaba katılmadan durmadan eylemek aslında karşılıklı olarak kimseyi memnun etmiyor. Enerjiler kalıcı ve geliştiren faydaya bir türlü dönüşmüyor. Uzaktan izlediğinizde müthiş bir kakofoni var kentte. Vızır vızır bir işleyiş. Kopuk, bütüncül yaklaşımlardan uzak, yap geç türünden.
Özerk, özgür, sivil alanlar
Kurumsal düzeyde belediyeler zafiyet içinde, bu elbette ciddi bir sorun; ama kültür üreticilerinin durmadan en kolayı seçerek kendilerini gerçekleştirmenin yolunu yerel yönetimlerden geçirme algıları ve kolaycılıkları da bence kentler için bir sorun. Özerk, özgür ve sivil alanlar yaratma çabası da kentlerde çok zayıf. Daha büyük ve destek gereksinimi duyulan işlerde kentin sivil toplum kuruluşlarının katkısı da öyle. Kentin ekonomik sermayesinin kültür alanına katılımı acınacak düzeyde. Çabalar hep münferit. Bu kentten kazanan işinsanlarının doğrudan-dolaylı kültürel alana ilişkin katkıları kentin potansiyeli düşünüldüğünde konuşulmaya değmeyecek ölçü ve nitelikte. Bir kenti doğa-kültür bileşenlerinin bütüncül yaşarlığını yükselterek güçlendirebilirsiniz bilgisi araştırma raporlarında, ar-ge çalışmalarında kalan notlarda.
Merkezin kurumlarının da ikincisi ya da üçüncüsünü göremediğimiz kimi festivallere destek olmaları dışında kente kimlik kazandıracak ve kültürel alanı dönüştürecek etkileri yok denecek kadar az. Bu açıdan kentlere dair birimlerin ortak hedef doğrultusunda eşgüdümlü çalışma alışkanlıkları ne yazık ki yok. Kurulamamış bu gelenek, nedenleri ilk bakışta hep politik.
Cumhuriyet’in 100. yılına ilişkin kentler hummalı biçimde çalışıyorlar. Çok değerli bir fırsat bu. Alanı, olmayanı, eksiği görmek, eleştirel bir bakışla bunları tamamlayabilmek için. Gördüğüm yine yinelemelerle yol alındığı. Bu, yapmış olmak için yapmaktan başka bir anlam taşımıyor. Daha ilkeli, gelişime açık, cesur olunması gereken yerlerde bildik, tanıdık, aşina olandan feragat edilmiyor. Hep ortalamanın nabzı tutularak işler “dönüyor”.
Üniversitelerin kente öğrenci istihdamından başka doğrudan kültürel katkısı ne, var mı, bu da özellikle üzerinde durulması gereken sorular. Tabii mevcut politik iklimin bundaki doğrudan etkisi de unutulmadan.
Bardağın dolu yanı
Politikasızlık üzerine oldukça karamsar bir çerçeve, ama olan bu. Bunun aşılma olanaklarını taşıyan güçlü bir potansiyele sahip, bunu aşma arzusunu taşıyor oluşumuz ise bardağın dolu yanı. Bu amaca rehberlik edebilecek çalışmalardan biri İzka (İzmir Kalkınma Ofisi) tarafından akademi işbirliği ile yapılmış: İzmir 2012 Kültür Ekonomisi ve Kültür Altyapısı Envanteri.[2] İnceleyenler kentin kültürel topografyasının ayrıntılı bir biçimde çalışıldığını görecektir. Bu çalışmayı bütünleyen bir ek de: İzmir’de Kültür Eğitimi çalışması.[3] Değerli bu araştırmalara, somut ve soyut birikime, gelişme, değişme arzusuna rağmen bir şeyler neden çok yavaş değişmekte, neden fark yaratmayı, dinamizmi süreklilik haline getiremiyoruz bir türlü, neden tüm kent bileşenleri ile bir arada bir akışı gerçekleştiremiyoruz? Birbirinden haberdar olmak ve birbirini duymak, bu mu eksik? Duvarlar, sınırlar, önyargılar, katılıklar; kolaycılıklar, tembellikler, liyakatsiz muhteris kadroculuklar… bunlar kemikleşmiş engeller olabilir mi?
Bir metropol ancak aktif bir toplum olabildiğinde sağlıklı işleyişin temelleri kurulmuş denebilir. Bu, toplumun tüm bileşenleriyle kent yaşamında aktif söz alabildiği, sesini, gereksinimlerini duyurabilecek ağlara sahip olduğu zaman mümkün olur. Sivil toplum kuruluşlarından kent/mahalle meclislerine, gençlik merkezlerine, sivil inisiyatiflere, platformlara sahip ve birbirlerinden haberdar bir kent kendi gereksinimlerinin belirleyen ve denetleyeni olabilir ancak. Dayanışma, etkileşim ve gelişim ancak böyle bir toplumda gerçekleşebilir. Eşit söz hakkına sahip kent bileşenleri kültürel-doğal mirasın hem sahibi hem koruyucusu olma bilincine ancak böyle varabilir. Kültürel, sanatsal gereksinimler ancak böylelikle yerinden bir etkiye dönüşebilir. Tepeden inmeci büyük, fiyakalı faaliyetçilik yerini ancak o zaman kültürel sermayenin ortak katılımla çoğalmasına açık hale gelebilir.
Kültür alanına ilişkin hem üreten hem tüketen, hem etkileyen hem etkilenen olarak kent ve kültür politikaları bağlamında deneyimlerimden, gözlemlerimden bir çerçeve çizmeye çalıştım. Bu yazının bağlamını ve sınırlarını aşan elbette düşlerim, beklentilerim, iyileşmesini umduklarım çok.
[1]İzmir’i sürekli bir kutuplaşmanın mekânı olarak düşünmeyi ve buradan simgeleştirmeyi çok sorunlu bulduğu- mu ve İzmir’in bütünüyle tam da böyle, olarak kabul edilmesinin bir arada yaşama olanaklarını tıkayan, zarar verici bir yaklaşım olduğunu belirterek kenti daha derin kavramak isteyenler için iki okuma önerisi: İrfan Özet. İzmir Duvarı, Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı. İletişim Yayınları (2022). Deniz Yıldırım, Evren Haspolat( Haz.) Değişen İzmir’i Anlamak. Phoenix Yayınevi (2010).
[2]İZMİR KÜLTÜR EKONOMİSİ ÇALIŞTAYI RAPORU