Video-eylemci olmaya nasıl karar verdiniz ya da neden ihtiyaç duydunuz? Ulus Baker’in, videoyla olan ilişkinizde etkisi olduğu biliniyor. Baker’in imaj ve videoya dair düşüncelerinin sizdeki yansımaları nasıl oldu?
Video-eylemci olmaya karar vermedim aslında, görüntüyle olan ilişkim beni oraya doğru taşıdı. 1990’lı yılların başında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde işçiydim. Aynı zamanda Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) psikoloji okumaya başladım. ODTÜ’de ilgimi çeken topluluklardan bir tanesi Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu’ydu. Oradaki arkadaşlar imaj üzerine, fotoğraf üzerine derin tartışmalar yapıyorlardı. Belli bir anı dondurup ölümsüzleştirmek ve sonsuza kadar taşımaktan bahsediyorlardı. Bir kamera tarafından kaydedilmediğinde milyarlarca anın gelip geçici olduğu, daha sonra kimsenin öyle bir ana ulaşamadığı, tekrar göremediği gibi tartışmalar yaşanıyordu. Toplulukta fotoğraf çekmeye, karanlık odada fotoğraf basmaya başladım. Yine bu dönem Joseph Beuys gibi bir çağdaş sanatçıyla tanıştım.
Heykel dersleri alıyordum ve bir gün kendimi Ankara Belediyesi’nin hurdalığında, arabaya hurda yüklerken buldum. Hurdaları ODTÜ’nün ortasına döküp insanların heykeller yapmasına ortam yaratan bir çalışma ortaya koyduk. Görüntüyle, fotoğrafla, diğer görsel sanatlarla olan ilişkim Görsel-İşitsel Sistemler Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde (GİSAM) başka bir hâl aldı.
Ulus Baker GİSAM’da felsefe, video ve sinema dersleri veriyordu. Dersin yanı sıra orada serbest sohbetler yapılıyordu arkadaş ortamı içerisinde. GİSAM’da bir tane kamera vardı, Hi8, omuzda taşınan analog kameralardan. Kamerayla ilk karşılaşmam GİSAM’da oldu. Fotoğraftan hareketli görüntüye geçtim. Hem görüntünün hareketi hem ses unsuru var, böylesi çok daha güçlü, çok daha cazip geldi. Ulus ise bize durmadan Dziga Vertov’u, Sovyet sinemasını anlatıyordu, Kameralı Adam’ı birlikte izleyip üstüne epeyce tartışmıştık.
Orada benim için büyüleyici şeyler vardı. Bunlardan birisi Vertov’un “Hayat, nasılsa öyle” mottosuydu. Yani hayatı kendi olduğu şekliyle kaydetmekten bahsediyordu. Kaydetmek de bir şeyi sonsuzca taşımak anlamına geliyordu bizim için. Yine bu dönemde Ulus’un beni etkileyen cümlelerinden bir tanesi şuydu: “Bir video, bir sinema eseri ya da bir belgesel, bir felsefi metinden daha az düşünülmüş değildir.” Bir fikri imajların içine taşımak ya da imajların içindeki bir düşünceyi sinema, kurgu ya da montaj yoluyla ortaya çıkarmaktan bahsediyor, bu çok önemliydi.
Vertov bir anlamda video-eylemin babası. Sine-gerçek adı altında birçok haber videosu montajlıyor ve onları şehir şehir gösteriyordu. Haberin yayılacağı internet gibi bir ortam olmadığı hâlde, gazete çıkarmak yerine, sine-gerçek videolarla haberleri montajlayıp bizzat şehir şehir, köy köy dolaştırıp haber izletiyordu. Bu da zaten video-eylemin yapmaya çalıştığı şey.
Vertov tiyatroya veryansın ediyordu, tiyatronun tüm o yapmacıklığına, yazılan çizilen rollerine karşı sinemayı savunuyordu. Vertov’a bu olanağı veren şey de videoydu, çünkü video kamerayı herkesin kullanabileceği, yanında taşıyabileceği ve anında kayda girebileceği bir araç hâline getirmişti. Bu aynı zamanda Cinéma vérité’ye olanak sağlayan bir şey oldu. Handycam yani video kameranın ortayı çıkmasıyla yaşandı bu olasılıklar. ODTÜ’nün bir handycam’i vardı ve insanlar onunla bir şeyler çekmeye, montaj öğrenmeye başladılar.
ODTÜ’lü arkadaşımız Hakan Topal’ın elinde bir handycam vardı. O dönem de Susurluk’ta ortaya çıkan şeyleri protesto etmek için ODTÜ yurtlarında ‘sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemi yapılıyordu. Hakan’a “Bu protesto eylemini benim için çeker misin?” diye rica ettim. O da benim için kaydetti ama o kaseti kaybettim, şimdi ulaşamıyorum. Sonra 2000 yılında ölüm orucu direnişleri başladı. Yine ODTÜ’de bir arkadaşımızdan kamerasını emanet olarak istedim, “F tipi hücrelere karşı ölüm oruçlarını desteklemek için Ankara sokaklarındaki bu eylemleri çekmemiz gerekiyor” dedim.
Bu dönemde VideA isminde bir video kolektifi oluşturmuştuk ama daha çok –Ulus Baker’in de etkisiyle– sanat videosu, videoyla görüntünün bütün olanaklarını kullanan, montajlarda ayakları yere basmayan deneysel çalışmalar yapıyorduk. Bu grup içinden de bir grup bir araya gelerek Karahaber video-eylem atölyesini oluşturup eylemleri kaydetmeye başladık.
Her şey sürekli olarak önümüzden gelip geçiyor, geçen geçmiş sayılıyor. Ama bunları kaydeden birileri var. Kim kaydediyor? Devlet, polisler kaydediyor. Mass media, bizim ulaşamayacağımız anaakım medya kaydediyor. Onların bir arşivi var. Direnişi yapanların veya toplumun ezilenlerinin kameraları yok, onların bir hafızası yok. Beni, her şeyle birlikte asıl teşvik eden şey bu. Karahaber video-eylem atölyesi ölüm orucu direnişlerini kayda almak için sokağa indi ve video-eylemciliğimiz fiili olarak başlamış oldu.
‘İstiyoruz ki herkes video-eylemci olsun’
Video-eylemci olmak için neler gerekiyor? Elinde kamera olan, toplumsal bir meseleyi kayda alan ve arşiv tutan herkese video-eylemci diyebilir miyiz?
Video-eylemciliğin bir kıstası yok. Bizim görevimiz bir nevi aracılık, çünkü 2000’lerde video-eylemciliği yapan çok fazla insan yoktu. Biz sadece bu işle uğraşan, profesyonel olmasa bile bu pratiği iş edinmiş olan bir grup insandık. Dolayısıyla videolarda, montajlarda bir tür yansıtma yapıyorduk. Yani direnişçilerin sözüne bir video-yorum katmadan ama izlenebilecek bir ölçüde kısaltarak, onların yansıtmasını yaparak hem kendilerinin hem orada olmayan insanların izlemesini sağlıyorduk.
O zamanki sloganımız “Eylemin görüntüsünden, görüntünün eylemine”ydi. Burada görüntünün eylemi meselesinde bir parantez açmak gerekiyor ve günümüzde teknik olarak canlı yayınlar mümkün olduğu için bir karşılaştırma yapabiliriz. Bugün mesela bir eyleme gidiyorsun ve eylem boyunca, misal 40 dakika olsun, canlı yayın yapabiliyorsun. Bir de 40 dakika kamera kaydı yapıyorsun ve onu üç dakikalık bir video hâline getirip montajlıyorsun. Aynı eylemde çekilmiş bu iki kaydın video etkisi çok farklı. Canlı yayın etkisi yüzde 30’sa, montajlanmış videonunki yüzde 80’dir. Çünkü video-eylemci eylemdeki sözlerin en güçlülerini alıp kendince en güçlü görüntülerle montajladığında ortaya çıkan şey çok daha süzülmüş, çok daha dinamik olur. Bizzat eylemci, eylemden çok videodan etkilenir, motive olur, direngenliği artar. Video-eylem etkisi böyle bir şey. Bu görüntünün eylemidir.
Eylemci ya da eyleme geçme potansiyeli olan insanların videoyu izlediğinde daha zayıf hissettiği görüntüleri tercih etmeyiz montajlarda. Bizim yaptığımız videoyla eylem gücü artsın isteriz. Mesela polis birisini dövüyor, o kişi çığlık çığlığa ağlıyor. Biz bu görüntüyü vermeyiz videoda, hukuki delil olarak kullansınlar diye mahkemeye, hukukçulara veririz.
Eğer etkili bir video yapacaksak montajdan önce daha kayıt sırasında bunu gözetmemiz gerekiyor. Nereden, nasıl, hangi açılardan çekeceğiniz önemlidir. Yine eylemin birçok aktörü varsa hangisi ya da hangilerinin videoda daha etkili olacağı önemlidir. Eylemlerdeki etkili yüzler, etkili sesler, sloganların ritmi, eylemin estetiği, pankartlar gibi unsurların hepsi, aynı zamanda bir görsel efektler denizidir.
Sosyalistlerin devlete karşı şöyle bir tutumu vardır: “Devletsiz olmak istiyoruz ama devlet kendi kendini lağvedecek, sönümlenecek ve gereksiz hâle gelecek.” Biz video-eylemciler de bütün uğraşımız boyunca kendimizin gereksiz olması, aracılık meselesinin bitmesi için çabaladık. Kameranın bizzat direnişçinin, hakkıyla sokağa çıkan insanların kendi eline geçmesini istedik. Biz video-eylemciyiz ama istiyoruz ki herkes olsun.
Bu daha önceleri teknik olarak pek mümkün değildi. Ama mobil telefon devrine girdiğimiz andan itibaren herkes kameralı adam ve kadınlar hâline geldi. Herkesin bir video-eylemciye dönüşme potansiyeli ortaya çıktı. Zaten herkes doğrudan doğruya kendisini çekiyor. Biz bizzat sokakta yaptığımız etkinliklerde halka şu çağrıyı yapıyorduk: “Elindeki telefon kamerası sadece çocuğunun yaş günlerini kaydedeceğin bir alet değildir. Sokakta gördüğün insan hakları ihlallerini, devletin şiddetini mutlaka kaydet ve paylaş. Sen aynı zamanda bir tanıksın, elindeki mobil telefon da aynı zamanda bir hukuki kanıt aracıdır. Hukuki tanıklık yapabilirsin, bu senin hakkındır.” Bu kendimizi sönümlendirmenin yollarından bir tanesiydi.
Mobil telefonlardan kaydedilmiş, televizyonlara ve hukuki mahkemelere yansımış çok miktarda görüntü var. Dolayısıyla o insanlar o an için video-eylemci hâline dönüşmüşlerdir.
Kırılma noktası Gezi
Teknolojinin gelişmesinin video-eylem üzerinde olumlu/olumsuz ne gibi etkileri var?
Bir önceki soruda konuştuklarımız teknolojinin video-eyleme olan etkilerinden bir tanesiydi aynı zamanda. Mobil telefonlarla herkesin ve her şeyin görüntülenebilir bir hâle geldiği bir durum ortaya çıktı.
Türkiye’de kamerayla en fazla, en yoğun kaydedilen direniş 2009 Tekel direnişiydi. Herkes kameralıydı, o kadar yoğun kaydedildi ki sendikalar vs. YouTube kanalları kurup kendi videolarını günü gün paylaştılar, böyle bir şey çıktı Tekel direnişinden. Ama bu kameranın son dansıydı, artık devri geçiyordu.
Sonra Gezi yaşandı ve artık kahraman mobil telefonlardı. O dönem internet üzerinden Çapul TV gibi birçok kanal kuruldu ve gündemimize canlı yayınlar girdi. Bireysel ve kolektif olarak canlı yayın yapan birçok aktör ortaya çıktı. Bu bizim açımızdan bir aşamaydı. Yani herkesin video-eylemci olması dediğimiz durumun dışında, haberdar etmek anlamında fiziksel bir genişlemeydi. Gezi Direnişi özelinde olumlu bir durumdu çünkü çok fazla devlet, polis şiddeti vardı. Herhangi bir kayıt aracının olmadığı köşeler daha tenhaydı, karanlıktı. Tenhada kalmış, vurulmuş olan insanlar ölmüş olsa da ölmemiş gibi bir durum oldu. Abdullah Cömert’in, Berkin Elvan’ın vurulma görüntüleri çok net olmadığı için hukuki anlamda kanıtlanması çok zordu ve devlet, o boşlukta istediği kadar yalan söyleyebildi. Ama Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz gibi o an kamera tarafından net olarak kaydedilen eylemlerde her şey açık bir şekilde görüntülendiği için devletin katillere ne yapıp ne yapmadığı çok önemli olmadı. Çünkü görüntü dediğimiz şey, mahkemelerden azade bir şekilde halkın fikrinde, zihninde kurulan diğer mahkeme için çok açık bir kanıttır. Herkes gördüğü şeye inanır, sen ister katili beraat ettir ister madalya tak, o değişmez. Dolayısıyla herkesin bir video-eylemciye dönüşmüş olması Gezi Direnişinin şansıydı.
Herkesin elinde mobil telefon var, kamerasız kimse yok. Halkın herkesi kaydedebilir hâle gelmesi devlet için bir tehdit. Dolayısıyla bizim kör nokta dediğimiz, karanlık her noktada devlet her türlü kendi yasalarını ihlal edebilir ve suç işleyebilir. Asla yakayı ele vermek istemezler ama sokaktaki kameralı adam devlet için en büyük tehdit şu anda. Bir işkence yoktur ki uzun zamandır herhangi bir şekilde kameraya takılmasın. Bunun dışında da sokakta kameralar var, karakolların içine kamera koyup bütün ifadeleri kaydetmek zorunda kaldılar. Yine sokakta, o vurulan arkadaşlarımızı da düşündüğümüzde, devletin yakalanmayacağı bir işkence anı yok. Her an halk tarafından gözetleniyor olmak ve işlediği her suçun kaydedilebilir olma potansiyeli devlet için bir tehdit.
Öte yandan haberdar etme meselesi genişledi ama görüntünün etkisi düştü. Orada olmayan insanlar canlı yayınların üç ya da beş dakikasını izleyip gidip yatıp uyudular. Görüntüyle kurulan ilişki böyle bir hâl aldı. Eğer eylemin içeriği etkileyiciyse, çok iyi bir çatışma ya da aksiyon varsa o görüntü cazip hâle geliyor ama bir fikir etrafında montajlanmış görüntünün etkisi dediğimiz şey ortadan kalktı.
Selfie of act dönemine girdik. Eylem artık kendi öz görüntüsünü çekiyor. Biz aracı olarak tam anlamıyla ortadan kalktık. Artık eylem eylem koşmuyoruz, çünkü biz çekmesek kimse çekmeyecek diye bir kaygımız yok. Teknolojinin etkilerini böyle sıralayabiliriz.
Video-eylemle belgesel arasında ne gibi farklar var, ikisinin ayırdını nasıl yapabiliriz?
İkisi akrabadır. Bir kere video-eylemciler belgeselciler için –haberciler için de– görüntü kaynağıdır.Belgeselciler, genellikle olan şey orada oluyorken harekete geçen bir kesim değil, daha sonra harekete geçiyorlar. Olayların biraz durulması, belgeselcinin üstüne düşünmesi, kavramlar üretmesi, senaryolar yazması lazım. Bu süreçten sonra görüntüleri döşemeleri gerekiyor. Bir grup arşiv görüntüye ihtiyaçları var, bunu video-eylemcilerden ya da o anda orada olan habercilerden sağlıyorlar.
Bizimse kayda aldığımız görüntüyü o gün ya da ertesi gün bir video-haber olarak ortama sokmamız, insanların izlemesi gerekiyor. Bu aciliyetin getirdiği bir montaj meselesi var. Tabii belgeselcilerin, video-eylemcilere ve habercilere nazaran bir aciliyetleri yok. Yani vardır ama şöyle vardır: Belgeseli bir festivale yetiştirmeleri gerekiyordur veya kaynak buldukları yere belirli bir sürede bitirme sözü vermişlerdir.
Bir diğer şeyse sadakat meselesi. Biz eyleme sadık kalmak zorundayız. Video-eylemciler olarak o kaydı yok edecek kadar kesip biçemeyiz, yorumlayamayız. Onu güçlendirebiliriz. Ama mesela belgeselciler illa ki eyleme ve onun öznelerine destek olmak zorunda değildir, o konuda özgürdürler. Tabii tam tersi yapılan belgeseller de var ama genellikle başarısızdırlar. Habere ya da video-eyleme yaklaştıkça belgesel olarak başarıları düşer. Başarıyı festival başarısı olarak değil, etki gücü olarak söylüyorum.
Sinema, üretilme biçimi açısından da çok farklıdır. Mesela Gezi belgesellerine baktığımızda çok fazla türü görebiliyoruz. Habere, video-eyleme çok yakın olan, belgesel olarak ortaya sürülmüş çalışmalar var. Üzerine çok fazla düşünülmüş kavramsal belgesel çalışmaları da var.
Örneğin Gezi Parkı alanında video-eylemcinin kamera rejimiyle belgesel sinemacınınki çok farklı işler. Sonradan da olsa birçok belgeselci kamerasıyla birlikte oradaydı. Mutlaka kafalarında bir fikirle alandaydılar. O fikrin takibi olarak alanda anında kayıt yapsalar bile olanın kendi gerçekliğinin yansıması olarak değil sadece, kendi zihinlerindeki senaryo ya da fikrin alan içerisindeki donelerini arayan bir kamera olarak düşünelim. Örneğin bir kadın yönetmensiniz ve aklınızda “Gezi direnişinde kadınlar” konulu bir çalışma yapmak var. Haliyle alandaki kadınları takip edersiniz, eğer varsa kadın-erkek eşitsizlikleri, cinsiyet üzerinden üretilen eleştiriler, çatışmalara doğru kameranız yoğunlaşır. Belgeselciler zihnindeki fikre doğru yoğunlaşır, direnişin bütünü gözeten bir çalışma olmaz.
Video-eylem endüstrinin dışında bir şey. Bir festivali yoktur mesela, festivale gidip ödül almayacaktır. Statü anlamında bir talebi ve konumu yoktur. Son dönemde video-eylem üzerine baya tezler yazılıyor ama akademinin de dışındadır. Belgesel açısından durum daha farklı. Bir festivalden ödül alabilir, sinemacı olarak ismin duyulabilir, daha fazla kaynak bulursun ve kafandaki projeleri hayata geçirirsin. Bu anlamda belgesel tarafından biraz küçümsenen bir alandır video-eylem.
Biz de belgesel yapıyoruz, belgesel olarak kurguladığımız işler var. Biz daha genel bir bakış açısına sahip olduğumuz için hepimizi görüntü işçileri olarak görüyoruz. Görüntünün şu veya bu potansiyelini kullanan, öne çıkaran, görüntüyü işleyen insanlarız. Sosyolojik, akademik, bilimsel tarafa gidecek görüntüler var. Sinemasal, sanatsal tarafa etkisi olan görüntüler var. Haberde kullanılan görüntüler var. Yine Ulus ve VideA zamanında yaptığımız sanat anlamındaki deneysel videolar var. Saydıklarımın hepsi görüntünün potansiyelleri ve bunun için çalışan işçileriz, uğraş alanımız budur.
Video-eylemciden eylemciye
2018’de el konulan 20 yıllık arşivinizi 2021’de geri aldınız. Üç yıl süren mücadelenizde bir dizi eylem gerçekleştirdiniz. Bunlardan biri de eylemdeki videolardan kurgulanan Sinema GM. Eylem sırasında Sinema Genel Müdürlüğü önünü bir eylem mekânına dönüştürürken sokaktakileri de eylem dâhil etmeye çalışıyorsunuz ve siz de dâhil orada bulunan herkes birer karaktere dönüşüyor. Eylemi bir Cinéma vérité çalışması olarak gerçekleştirmekle neyi amaçladınız?
Video-eylemin iki tarafı var; birisi video, diğer eylem. Biz video-eylemciler videocuyla eylemci arasındaki sınırı ortadan kaldırdık. Elimizde kamerayla eylemcinin bakış açısından kayıt yapıyoruz, direnişte onlarla birlikte kaçıyoruz. Konumsal olarak bir elimizde video olurken diğerine taş alabilecek potansiyeli taşıyan politik eylemcileriz aynı zamanda, tek başına eylemciyiz. Yalnızca video atölyesi yapmıyoruz, eylem atölyesi de yapıyoruz. Çünkü o kadar çok eylem çektik ve videolar üzerinden o kadar çok eylem izledik ki bir eylemin biçimi, etkisi gibi meselelere de eylemin kendisine de çok kafa yorduk.
Eylemci konumuna geçmek zorunda kaldığımda bütün bu düşüncelerle hareket ettim hep. Eylemin içeriğiyle mekân arasındaki ilişkiyi ele alalım. Herhangi bir eylem, kendi içeriğine uygun bir mekânda yapılmalıdır. Eğer öyle olursa verilmek istenen mesaj çok daha etkili gider. Benim de arşivime el konulmuştu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı ilgilendiren bir mesele olarak bakanlığın önünü mekân olarak seçtim. Eylemin biçimi de bu mekân ve içeriğe uygun olmalıydı. Daha sonra Cinéma vérité meselesine karar verdik böylece eylemin biçimine sinema da dâhil oldu.
Cinéma vérité’nin farklı tanımları var. Doğaçlama sinema diye de adlandırılıyor. Burada doğaçlama biçimini kullandık diyebilirim. Senaryo yok, oyuncu yok. O anda ne yaşanıyorsa o filmin kendisidir. Birisi söz söyledi ya da yoldan geçerken durup izlemeye başladı, artık o bir oyuncudur. Kameraya girdiği oranda artık o filmin oyuncusudur. İster seyirci konumunda olsun, ister kameraya kaydediyor olsun, ister gelip bana müdahale ediyor olsun. Ne konumda olursa olsun herkes oyuncudur.
Orada da bunları anlattım, uzun süre tek başıma konuştum. Seyredenler çoğaldı ama müdahale eden çok olmadı. Önce kurumdaki güvenlikler şaşkın şaşkın ne oluyor burada diye anlamaya çalıştılar. Bir sorumlu geldi “Sen ne istiyorsun?” falan diye bir şeyler sordu. En sonunda da polisler beni alıp götürdüler.
Sinema GM eylemin biçimi, eylemin mekânı ve eylemin içeriği arasında paralel ve ortak ilerleyen kolektif bir ilişkinin ortaya koymuş olduğu bir çalışma oldu, bunu bu şekilde anlatabilirim. Doğaçlama oldu. Orada Cinéma vérité fikri eylemin biçim ögesi olarak, o açıdan uygun bir öykü olarak var oldu.
Kameranın karşısında yer almak
Video-eylemci olarak kamera önüne geçip eylemin odağında olmak nasıl bir tecrübeydi? Çevredekilerin eyleme ve eyleme müdahil olmaya karşı tepkileri nasıldı?
Kameranın karşısında yer almak; videoyla eylem arasındaki sınırı ortadan kaldırmış ve tam anlamıyla bir üretkenlik üretmiş olduğumuz için eylemci konumda olarak kameranın önünde yer almak anlamına geliyor. Arkasından önüne geçmek anlamına geliyor. Benim çok yabancısı olduğum bir deneyim değildi.
Orada en önemli mesele kamerayı unutmak, yani kaydediliyor olduğunu unutmak. Sürekli olarak kaydediliyor olduğunu hatırlarsan yapıyor olduğun şeyi yapamaz hâle gelirsin, kameranın insan üzerinde çok büyük bir baskısı vardır. Kaydediliyor olmak –ne için oluyorsa olsun– seni gerçeklikten koparıp oyuncuya dönüştürür. Oyuncuya dönüştüğünde ondan çıkmak ve girmek istersin. Bu da tereddütlere ve şaşalamalara yol açar. O yüzden en iyi şey kamerayı unutmaktır. Aslında beni kaydeden kameraları unuttum ve o pozisyon en uygun pozisyondu.
Çok fazla izleyici vardı. Eylemi Ulus bölgesinde gerçekleştirmiştim. Daha çok yoksul, sokakta yaşayanların çok bulunduğu bir bölgedir Ankara’da. Seyyar satıcılardan dilencilere, bağıra çağıra bir şeyler satanlardan sokaklarda manasız hareket edenlere herkesin olabildiği bir bölge. Eylemi de insanlar anlayamadı tabii ilk başta. Bir süre sonra ben tanıdık şeylerden bahsetmeye başladım; Yılmaz Güney’den, Ahmet Kaya’dan ya da onların bildiği başka figürlerden bahsettiğim zaman yer yer alkışlayanlar oldu.
Asıl olan “Burada ne oluyor ve ne olacak?” merakıydı. “Polis gelecek, ne olacak, niye gelmiyor?” gibi. Genelde böyle meraklı seyircilik hâli vardı. “Siz de sinemacısınız, cep telefonlarınız var, siz de film yapabilirsiniz. İsterseniz filmde rol alabilirsiniz. Cep telefonlarınızı çıkarın” diye çağrı yapmıştım ve o telefonla kayda alanlar oldu. O eylem özet olarak böyleydi diyebilirim.
‘Video-savunmam dünyada bir ilk’
1 yıl 5 ay 15 gün hapis cezasıyla sonuçlanan ve beş yıl denetime çevrilen ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ davasında son savunmanızı bir video-savunma olarak yaptınız. Bu fikir nasıl ortaya çıktı, videonun içeriğinde nelere yer verdiniz?
Bildiğim kadarıyla dünyada ilk bu. Daha önce böyle bir örneği yok. Bu mesele hukuk tarihine geçecekse hukuk tarihine, video tarihine geçecekse video tarihine geçsin ama sadece Türkiye’de değil dünyada bir ilk bu.
Hukuk ve imaj ekseninde kendi yazmış olduğum metinler dizisi var. Hukuk ve İmaj 1, 2, 3 diye ilerliyor, böyle 60 sayfalık bir metin var. O fikirden hareketle hukuk ve imaj tartışmalarının üzerinde durmayı düşünüyordum. Daha sonra Avukat Tahir Elçi’yi vuran kişinin kim olduğunu ortaya çıkartmaya çalışan görsel çalışmalar yapıldı. Ben de bunlar üzerine Hukuk ve İmaj’ın diğer bölümlerini yazmayı düşünüyordum.
Burada şuna değineyim: Ankara’da gösteri yürüyüşlerinde ya da Gezi Direnişinde gözaltına alındığımızda yargılandığımız davalar oldu. Bütün davalarımız polisler tarafından kaydedildiği için davalarımızda polis tarafından mahkemeye verilen videoların kopyasını gidip alıyorum. Çünkü aynı zamanda kanıt onlar. Polisler kanıt için kaydedip mahkemeye göndermişler. Buradan söylemek isterim, o kayıtlar ‘polis kaydı’ diye geçiyor ve herkesin alma hakkı vardır.
Savunmayı metin olarak yazmıştım ve öyle vermeyi planlıyordum. Sonra savunmamda video-görüntünün gücünü kullanmayı istedim ve savunmamı video olarak yapayım diye düşündüm. Zaman zaman görüntüye kendim de girdim ama asıl olarak ‘cumhurbaşkanına hakaret’ fikri odağında bir montaj yaptım.
Cumhurun cumhurbaşkanına hakaret etmesi değil, cumhurbaşkanının sürekli olarak cumhura hakaret etmesi diye bir mesele var Türkiye’de. Bir ismin cumhurbaşkanına hakaret etmesinin herhangi bir yaygın toplumsal politik sonucu olmazken, cumhurbaşkanı, belli bir hedef kişiyi veya grubu hedef alarak hakaret ettiğinde o kişiler sokaklarda saldırılara uğruyor ya da hemen o gece yarısı evleri basılıyor. Polisler bunu emir olarak telakki ediyorlar. Selahattin Demirtaş’a terörist dediğinde, HDP’lilere ya da HDP’ye laf ettiğinde insanlar HDP’lileri sokaklarda linç etmeyi kendilerine hak görüyorlar. Cumhurbaşkanının bir kesime, bir gruba hakaret etmesinin ülke açısından böyle tehlikeli sonuçları oluyor.
Bir insanın cumhurbaşkanına hakaret etmesinden ziyade cumhurbaşkanının insanlara, diğer muhalefet liderlerine hakaret etmesi çok daha büyük politik sonuçlar doğuruyor. Cumhurbaşkanı parti liderlerine hakaret ettiğinde tarafların hepsi kendisine hakaret edilmiş olarak hisseder. Toplumsal etki öyle yayılır, şahsi değildir, temsil üzerinden yürür. O devleti temsil ettiği için devlet bize hakaret ediyormuş gibi olur.
Eğer bir kesime hakaret ediliyorsa herkesin karşı hakaret etme hakkı vardır. Eğer cumhurbaşkanı sürekli hakaret ediyorsa ve ben de bunu üstüme alınıyorsam, benim de ona hakaret etme hakkım doğar. Aynen iade hakkım var. Bana terörist dediğinde “Terörist sensin” deme hakkım var ya da bana alçak dediğinde “Sensin alçak” diyebilirim, karşı hakkım var.
Hakaret meselesini, yarattığı sonuçları farklı yönleriyle ele alan politik anlamda bir savunma hazırladım. Haber görüntülerini derledim ve kendi metnimi okurken uygun haber görüntülerinin girdiği bir montaj yaptım. Sonra YouTube’a koydum.
Savunmada görüntü kullanmanız mahkemeye nasıl tesir etti sizce?
Mahkeme üzerinde benim cezamı azaltacak ya da beni beraat ettirecek bir şey olarak görmedim video-savunmayı. Tersine etki yapacağını düşünerek de verdim. Çünkü orada hakaret edene hakaret edilebilir diyen ve bunun meşru olduğu savunan, politik olarak eleştiren bir dil var. Cezamı kesinleştirebilecek bir savunma olarak verdim aslında. Ama video-savunmanın hukuki olarak bir ilk örnek olduğunu düşündüm, bunu önemsedim.
Videonun, görüntünün sadece suçlulara yönelik bir kanıt görüntü olmaktan savunmaya dönüştürülmesi ve görüntünün gücünün savunmaya dâhil edilmesi önemli. Aynı zamanda montajın da. Bu bir film, çünkü metne uygun olarak montaj yaptım. Hâkim değişik gerekçelerle mutlaka bana ceza vermiştir ama videoyu izlediğini, etkilenmiş olabileceğini düşünüyorum.
Savunmayı birlikte izleriz diye düşünüyordum ama ceza aldığım son mahkemede hâkime “İzlediniz mi?” diye sorduğumda “İzlemedik, dökümünü alıp okuduk” dedi. Benim metinde okuduğum kısımlar deşifre edilebilir tabii de aradaki videoları, görüntüleri nasıl deşifre ettiler, nasıl yorumladılar, kendi aralarındaki tartışmayı merak ediyorum. Sonuç olarak ‘cumhurbaşkanına hakaret’ten ceza almış oldum.
Bu dosyanın hazırlanma nedeni, bugün Sibel Tekin’e uygulanan muamelenin bir benzeri. O dönemde arşivim için eylem sürecindeydim. Siber Suçlar diye bir birim var, sanal devriye denilen bir uygulama söz konusu. Faşistlere, gericilere, saldırganlara işlemiyor, hep bize denk geliyor bu devriye. Herkes için kullanılmak üzere bir sosyal medya suç dosyasını hazır tutuyorlar. Benimki de tam eylem yapacağım güne denk geldi. Eylemden önce polis gelip beni alsın ve hatta tutuklayabilsin gibi bir beklentileri vardı anladığım kadarıyla. Emniyetten arayıp çağırdılar, ben de eylemden sonra gidip ifademi verdim.
‘Yasal haklarımızı bile kullanamıyoruz’
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ‘ses ve görüntü alınması’ konulu genelgesinin yürütmesi durduruldu. Buna karşın Sibel Tekin’in tutuklanmasından yola çıkarsak, genelgenin uygulamada olduğu söylenebilir mi?
Fiili durum, aklımızda tutmamız gereken bir başlık olsun ve bu fiili durumu şöyle tarif edelim: Yasayı aşan her edim. Yasayı bir yuvarlak içine aldığımızda fiili durum da ikinci halkadır. Birinci halkayla ikinci halka arası fiili durum alanıdır. Bu alan hem eylemci hem videocu hem de devlet açısından geçerlidir. Devlet her zaman kendi yasalarını ihlal eder, ihlal etmeyi ister. Sokaktaki eylemleriyle, pratik tutumlarıyla kendi fiili durumunun halkasını genişletmek ister. Aynı zamanda eylemci de genişletmek ister. Eyleminin tümüyle yasalarla sınırlandırılmış olmasını, valiliğin izin verdiği sürede ve biçimde orada olmayı istemez. İstediği biçimde, istediği sürede, istediği şeyleri söyleyebileceği bir eylem hattı ister ve bu ölçüde fiili alanını genişletir.
Örneğin Gezi Direnişi bir fiili durumdur. Politik özgürlük alanını ne kadar genişletmiştik, o zamandan bugüne ne kadar daraldı. Burada devletle bizim aramızda bir ters ilişki var. Devlet fiili durum alanını genişlettikçe, bizim fiili durum alanımızla birlikte yasal alanımız da daralır. Yasa dediğimiz halkanın içinde bir halka daha oluşur, biz oraya doğru çekiliriz ve yasal haklarını bile kullanamayan insanlar hâline dönüşürüz.
Şu anda biz, bırakın fiili durumu, yasal hakkını bile kullanamayan bir alandayız. Gezi Direnişini ya da Tekel direnişini yapmış, sokakları bir köye, bir mahalleye dönüştürmüş fiili durumları hatırlayın. Şu anda Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin genel başkanları kendi parti binalarından çıkamıyor, açıklama yapamıyor.
Genelgenin yayımlanması, Danıştay’ın iptal etmesi ya da etmemesi fiili durumda ne etki yapar, buna bakmalıyız. Polis yaptığı şeyden geriye adım atıyor mu? Fiili durumda atmıyor, halkasını genişletiyor. Biz, en azından yasal hakkını kullanabilen hâle geliyor muyuz? Hayır. O genelgenin tek bir işlevi var: Devletin baskı ve işkence fiili durumunu bir tık yukarı çekmek için basamak olarak kullanmak amacını taşıyor. Danıştay iptal eder ama böyle bir genelgenin duyulması bile yeter, insanlar korkup ürkerler.
Sibel’i resmen suç uydurup tutukladılar. Düşünün biz iki üç sene önce polisin suratına kamera dayıyorduk, Yüksel direnişi boyunca bile yaptık bunu. Gözaltı araçlarını canlı yayın stüdyosuna dönüştürmüştük. Hangi polis gelip “Çekme” diyebiliyordu? Hiçbirisi. Video-eylemci olarak sokaktaki fiili durumumuz buydu. Ama bugün, gecenin karanlığında, servis aracı zannedilerek yanlışlıkla kaydedilmiş bir görüntü var, meğerse infaz kurumu aracıymış, bilinmiyor. “Sen bunu nasıl kaydedersin?” diye bir insanı tutuklayabiliyorlar.
Bedelini ödeyerek, göze alarak fiili durumumuzu genişletmeye çalışıyoruz. Eylemcinin de böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Hukuki sonuçları göze alması, politik sonuçlara odaklanması gerekiyor. Politik olarak istenilen etkiyi aldığında o eylem amacına ulaşmıştır.
Yasal değişiklikler çok cüzi etkiler yaratır. Çok büyük etkileri olacakmış gibi davranmanın hiçbir anlamı yok. Göz önünde bulundurmamız gereken asıl şey, fiili durum halkasında kimin genişleyip kimin daraldığı.
‘Kültür teröristleri’ tanımı
Sansür ve engellemelere karşı sinemacıların tavrını nasıl yorumluyorsunuz?
Eğer toplumsal olarak onların yargılarını destekleyen, yanında olan şeyler çekersen, ona karşı bir şey söylemezsen devlet epeyce bir para akıtıyor belgesellere.
Belgesel sinema yargılanmıyor aslında, Kürtler yargılanıyor. Devlet tüm belgeselleri değil, kendisine karşı olan belgeseli cezalandırıyor. Politikalarına zarar vereceğini düşündüğü, o anda düşman bellediği fikirleri ortaya atan ve yayan sinemacıları yargılıyor. Devlet bunu bir kurmaca filmde görürse yine aynısını yapar, haberci için de yapar. Bugün Emin Alper, Özcan Alper de aynı tavra maruz kalıyor. Bakın habercilerin, Gezi Direnişindeki entelektüellerin, sanatçıların hepsi içerde.
Süleyman Soylu ‘kültür teröristleri’ diye bir kavram kullanıyor, direkt ağzından döküldü bu sözler. Bu devlet katında, diyelim ki Milli Güvenlik Kurulu’nda doğrudan tanımlanmış ve kendilerine karşı harekete geçilmesi gereken bir kesimi tanımlayan bir şey. Bu tanımın içerisine türkü söyleyenleri de alıyor, sinema yapanları da alıyor, haber ya da resim yapanları yani herkesi dâhil ederek ilerliyor. Devletin şu anki hassas damarı Kürt meselesi. Çözüm sürecinde Kürt hareketiyle tekrar arayı bozup düşmanlaşmadan önce arkadaşlarımız yine belgeseller yapıyorlardı ama o zaman kimse yargılanmıyordu. ‘Kültür teröristleri’ tanımı içerisine konuldu insanlar ve bu doğrudan politik.
Aslında “Belgeselci olduğum için yargılanıyorum” dediğimiz zaman eksik cevap vermiş oluruz, dolayısıyla karşı direniş üretemeyiz. Örneğin “Gazetecilik suç değildir” mottosunu hiç tutmuyorum. Bu, meslek üzerinden bir direniş üretmeye çalışan bir tarz. Bana göre direniş açısından doğru bir tavır değil. Bir diğer sorun da mesleğini yapmaya devam ediyor olmanın zaten bir direniş olarak algılanması. Bu edilgen bir şey. Belgesel yapmaya devam etmek direnişin alacağı son noktadır. “Her şeye rağmen festivaller yaşasın” fikri de aynı çerçevede.
Sansüre Karşı ve Barış İçin Sinemacılar diye iki grup var. Daha çok politik olarak duyarlı olan, sinemanın her türünde üreten sinemacılar var bu gruplarda ve buralardaki en kolay direniş refleksi imza toplamak. Hemen birisi imza metni hazırlıyor ve sadece “Beni de yazın” gibi tek cümlelik mail atıyorsunuz. O imzalar nereye gidiyor, kime veriliyor, imza toplanan mesele açısından ne etkisi oluyor hiç bilmiyorum, duymadım şimdiye kadar da.
Bizim önerdiğimiz direniş biçimleri hiç kabul olmuş değil. Hep böyle meslek dayanışması, “Sinemacıyım kardeşim ben, sen beni nasıl yargılarsın?” gibi mesleğin prestijlerine sığınma ekseninde ilerliyor. Mesleğin prestijine biraz sığınarak, oradan bir dayanışma ve karşı çıkış organize edilmeye çalışılıyor ama bu, son birkaç yılda –pratikte gördüğümüz gibi– maruz kalınan saldırıya oranla son derece etkisiz. Arkadaşlarımız hapis cezaları alıyor ama ortada sadece imza var. “Sinemacılar olarak toplanıyoruz, bugün sokağa çıkıp basın açıklaması yapacağız, yüzümüzü göstereceğiz” diye harekete geçmek bile yok. Bu gibi bir yasal hakkı kullanamamayı düşünün.
Az önce de dediğim gibi mesele politik ve karşı çıkış da o politiklikte olmalı. Bunun imgesi Filistin’de taş atan sosyologdur. O orada, kendisini dünyanın ünlü bir sosyoloğu olarak tanımlamıyor, herhangi bir Filistinli genç olarak konumlandırıyor. Risklerini göze alarak taş atıyor. Bugün İran’daki toplumsal direnişin etkisi çok geniş alanlara yayıldı. Orada saçını kesen sinemacıyı, onun neyden vazgeçtiğini düşünelim. Tutuklanmayı, idamı göze alıyor. O artık sinemacı değil, mesleğinin kendisine verdiği prestij ya da korunma alanını terk etti. Tıpkı Filistinli taş atan çocuk gibi, baskıya maruz kalmış herhangi bir İranlı kadın olarak konumlandırdı kendini.
Meseleyi politik bir saldırı olarak görürsen mesleki prestijlerinden soyunursun, en azından bir basın açıklaması yaparsın. Bağlantı buradan kurulmadığı için sinema camiasından etkili bir karşı çıkış ve alınan bir sonuç yok. Baskılar devam ediyor.
Sinemada şirketleşme ve melez çalışmalar
Peki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinema alanına desteği hakkında ne düşünüyorsunuz? 2022’de kurmaca filmlere ayrılan bütçe belgesel sinemaya ayrılanın sekiz katı.
Ben Kültür Bakanlığı desteği yazan hiçbir filmi içimden gelerek izlemiyorum, bu konuda peşin yargılıyım. Devletin çizdiği belli sınırlar vardır, en son Emin Alper’in filminde gördük bunu. Eğer fiili sınır çizilmediyse bile yönetmenin kendisi çizmiştir, otosansür yapmıştır. Çünkü devletten o parayı talep ederken senaryosunda, montajında, filmin son hâlinde özgür değildir. O hâlde sinema yapmayacaksın ya da senden bunu isteyen bir devletten destek talep etmeyeceksin. Devletten destek alan ve talep eden her çalışma benim açımdan yaralıdır ve direniş dışı bir konumdadır. Çünkü biz direniş sürecindeyiz, çünkü saldırı var.
Bakanlığın desteğini talep etmek ve almak zaten bir mesele benim açımdan. Bu kendi devlet biçimimizle ilgili ve bunu burjuva demokratik devlet dediğimiz Avrupa Birliği’ni falan kastederek söylüyorum. En başta film yapacak olan insana yasal sınırlar gütmeyen, onu sansürlemeyen, vermiş olduğu ekonomik desteği, filmin içeriğini de etkileyecek olan belirli şartlara bağlamayan bir devlet politikası olmalı. Burjuva demokrasisinin genişliği içerisinde böyle bir devlet politikası mümkün, bunun örnekleri de var.
Daha önce Ertuğrul Günay Kültür Bakanı’yken herkes desteğe başvuruyordu mesela. Ertuğrul Günay yine AKP’nin Kültür Bakanı’ydı ama AKP’nin tam saldırganlaşmadığı bir dönemde bakanlık yapmıştı. O zaman sol sosyalist birçok muhalif sanatçı, sinemacı epey destek almıştı. Bugün maruz kalınan şeylere maruz kalınmıyordu o dönem. 5 bin lira belgesel desteği veriyorlardı bildiğim kadarıyla, belki ben de başvurmuşumdur bireysel başvurulara, hani başvurmamayı düşünmemiştim o zaman. O dönem de video-eylem ve bu mücadelenin içerisindeydik ama bugün için biraz etik ve politik bir meseleye dönüşmeye başladı, çünkü saldırının boyutu arttı.
Belgesel sinemacılar, Ertuğrul Günay’ın bakanlık döneminde kendi adlarıyla başvuru yapıyorlardı ama daha sonra şöyle bir şey ortaya çıktı: Eğer bir şirket kurarsan ve şirket olarak yapım desteğine başvuru yaparsan daha çok para alabilirsin. Böylece bizzat tanıdığımız bildiğimiz arkadaşlar şirketleşmeye, yapım şirketleri kurmaya başladılar. Bu aslında pastadan daha çok pay almayı amaçlayan bir şey. Diğer yandan buradan Hakkâri’ye kendi parasıyla gidebilen bir belgeselcinin artık Japonya’ya kadar gidip çekim yapabileceği bir yapım olanağı anlamını da taşıyor. Ancak bütün bireysel belgeselciler yapım şirketi kuramıyor ve bu da aramızda bir farklılık oluşturuyor. Sen artık bir yapım şirketi sahibisin ve çok maliyetli şeyler yapabiliyorsun ki bu, sektöre girmek anlamına geliyor belgeselciler açısından.
Biz bireysel olarak bu işi yaparken sektörde değildik. Belgesel sinemanın –kurmaca sinemanın da– egemenleri festival, yapım şirketi ve akademidir. Bunun dışında kalanların bu sektörde hiçbir gücü yok artık. Eğer bu ayakların içerisine giremezsen bunun için de kuruluşlar var kuruluşlardaki belli dernekler, örgütlenmiş yapılar var. Ancak mekanizmanın içerisinde değilsen bir belgeselci olarak çok fazla şansın yok. Bütçesiz belgesel yapıp internetten yayımlarsın.
Eğer yapım şirketi aracılığıyla o kaliteli kameralarla, görüntülerle ve büyük bütçelerle film yapamazsanız, entelektüel anlamda da akademik bir fikrin peşinde yaratıcı belgesel dedikleri işi –akademi teorik yanını hep gözetiyor– ortaya koyamazsanız, festivallerdeki şansınız neredeyse bitti. Belgesel sinemanın içerisinde sektörleşmeyle birlikte bir egemenlik alanı kuruldu.
Öte yandan belgeselcilerle kurmaca sinemacıların Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinema alanında verdiği destekten eşit pay almaları adil bir talep değil. İki türün film ekiplerinin maliyeti çok farklı. Ben bütçesiz filmler yapmayı tercih ediyorum. Kaydı, montajı hepsini kendim yaparım. Drone uçurayım, ses kaydını ayrı bir cihazla alayım, çekimde şöyle bir kamera kullanayım vs. bu ve benzeri unsurlar oluşturur maliyeti. Böyle bir donanım benim açımdan fikri gücü değil, maliyeti artırır.
Dünyada örneklerine baktığımız zaman bırakın belgeseli, sadece bir video kamerayla yapılan filmler olsun kurmaca filmler olsun eğer fikri anlamda güçlüyse bunlar tümüyle maliyetli. Maliyetler destek istenen kurumun teknik standartlarına uyma zorunluluğu getirebilir. Ancak işin felsefesi, fikri, görüntünün gücü ve fikrin gücü bununla ilgili bir şey değildir. Bunlar dışsaldır benim açımdan.
Video, gerçekliğe en yakın olan araçtır. Her şeye içeriden bakabilir, tepeden, uzaydan ya da bilmem nereden. Mesafeler, uzaklıklar kurmak zorunda olmayan bir alettir. Bugün belgeseller içerisinde bile sinemanın bütün biçimleri egemen olmaya başladı. Senaryo yazıyorsun, bazı kişiler oynuyor, onları oynattırıyorsun. “Sınırları kaldırdık, bu bir sinema olayıdır” deniyor ya da “Belgesel demek zorunda değiliz” gibi melez çalışmalar ortaya çıkıyor ama belgesel, kurmaca sinemanın araçlarını kullanabildiği, kurmaca sinemaya yaklaşmaya çalıştığı oranda kendinden kaybediyor. Ama kurmaca sinema için bu ilişki tam tersinden geçerli. Kurmaca sinema tam olarak belgesele yaklaşmak istiyor ve belgesele yaklaşabildiği oranda kendisini güçlendiriyor.
Kısacası kurmaca çok daha maliyetli bir sinema yapma biçimidir. Bütün ortamları dekor hâline getirmek, yüzlerce figüran da dâhil herkesi oynatmak zorundasınız. Belgesel para, güç, teknik olanak gibi şeyleri güçlendirdiği oranda özünden kaybeder. Dolayısıyla kurmacaya kıyasla belgesel ekonomik desteği zaten talep etmemelidir. Bu masraflar açısından adil olmadığı gibi belgesel açısından da iyi değildir. Onun önünde baş eğeceği tek şey gerçekliktir, sadece gerçekliğin kölesidir.
‘Sinemayı değiştireceğiz’
Sinema alanında yaşanan sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir?
İnsanların üzerinde korku ve baskı hâkim bu da otosansürü getiriyor. Benim dışsal dediğim, insanların dışarıdan hissettikleri ve faydalandıkları şeyler nedeniyle otosansür uygulanır. Dışsal otosansür, insanların üzerlerinde bir baskı hissetmedikleri oranda azalacak ve tümüyle ortadan kalkacaktır.
Tek adamın diktalığında ve artık son akdine getirdiği, nefes alamadığımız şu koşullarda sadece sinema alanını özgürleştirme diye bir şey söz konusu olamaz. Meslekten çıkmamız gerekiyor. Önce yönetimi, daha sonra sinemayı değiştireceğiz. Bize kaygı veren, sansür yaratan dışsal baskıları ortadan kaldıracağız. İçsel baskı diye bir şey var, sadece o kalacak.
Bu içsel baskı, misal görüntü montajında politik görüşlerimiz, vicdanımız ve değerlerimizle işleyen şeylerdir. Bazen biz kendi içimizde de film dışı şeyler düşünebiliriz. Elimizde çok önemli bir görüntü kesiti var diyelim. Filmde çok etkili bir anlatım yakalayacağız ama sırf etik nedenlerle ya da politik kimliğimiz dolayısıyla o kesiti görüntüden atarsak bu da bir otosansürdür, sadece içsel nedenlerle yapılmıştır.
Bu içsel otosansür modeli uzun süreli ve içsel dönüşümümüzle ortadan kalkabilir. Dışsal olan otosansür ise genel politik durumu değiştirmeden, yıkmadan değişmez. Kendi alanımızda bir özgürleşme olanağımız yok. Mücadelemizde eğer bir direniş potansiyelimiz varsa buna göre hareket etmeliyiz yapmalıyız.
Bu baskının asıl kaynağı olan rejimi alt etmeden sadece kültür ya da sinema alanını özgürleştirme şansımız yok, artık kalmadı. Dolayısıyla genel politik durumu değiştireceğiz, dönüştüreceğiz ve tekrar kuruluş sürecinde kendi alanımızı daha fazla özgürleştirme şansımız olacak.
#Belgesel#Dziga Vertov#Oktay İnce#Sansür#Sibel Tekin#Sinema#Ulus Baker#video aktivizm#video-eylem