Türkiye Tiyatro Vakfı 2020 yılında kuruldu. Kuruluş amaçlarınızdan biri, Türkiye tiyatrosunun arşivini bir araya getirmek, birikimi gelecek kuşaklara aktarmak. Geçen zamanda, vakıf çatısı altında nasıl bir arşiv oluştu?
Arşiv çalışmasına vakıf tüzel kişiliğini kazanmadan önce başladık ve hız kesmeden sürdürüyoruz. Biliyorsunuz, çoğu tiyatro alanında yüksek lisans veya doktora öğrencisi olan gönüllülerle birlikte yürütüyoruz işlerimizi ama her şey profesyonel düzlemde ve sistematik olarak yapılmakta. Gelen tüm bağışlar, belgeler titiz bir ayıklama işleminden sonra taranıyor, bilgileri işleniyor ve tarihleniyor. Şimdiye dek üç binden fazla belge kayıt altına alındı, bağışlanan tiyatro kitaplarımızın sayısı da 1300 civarında. Dört tam koleksiyonumuz var: Kostüm ve sahne tasarımcılarımız Metin Deniz, Gürel Yontan, Hale Eren ve Refik Eren’in tüm arşivi bize bağışlandı. Başar Sabuncu, Mehmet Akan, Mücap Ofluoğlu gibi Türkiye tiyatrosunda imzası bulunan değerli sanatçılarımıza ait birçok belgeyi de; Ayşegül Yüksel, Sevgi Sanlı gibi daha çok kuramsal ve yazınsal açıdan tiyatromuza katkıda bulunmuş kişilerin birikimini de büyük bir titizlikle koruma altına aldık. Farklı boyutlarda daha birçok bağış aldık, alıyoruz. Çok fazla fotoğraf var. Galiba bizim arşivin asıl ağırlığını –ki bunu, yaratma sürecini, uğraşını göstermesi açısından çok önemsiyorum– eskiz, plan, dekor kostüm çizimlerinden, kişisel notlardan oluşan çalışma belgeleri oluşturmakta. Bir de, örneğin, Rahşan Ecevit’in Güner Sümer’e yazdığı, oyunla birlikte gönderdiği mektubu benzeri “çok özel” parçalarımız var.
‘Kurum arşivleri giderek eksiliyor’
Kişisel arşivlerin birçoğunun zamanla kaybolduğu, dağıldığı biliniyor, bu nedenle vakfın çalışmaları önemli. Peki kurum arşivlerimiz ne durumda? Devlet Tiyatroları’nın ya da örneğin İstanbul Şehir Tiyatroları’nın arşivi muhafaza ediliyor mu? Siz iki kurumda da çalıştınız.
Önce şunu söylemeliyim: En azından söz konusu kurumlarda çalıştığım süreçte ve ayrıldıktan sonra duyduğum, izleyebildiğim kadarıyla bu işin öneminin kavranmadığı kesin. Ülkemizde daha birçok alanda tanık olduğumuz gibi, bu kurumlarda da “mış gibi” yapılıyor, görev yerine getiriliyor, o kadar. Bir tek yöneticilerin değil, oyuncuların da, dramaturgların da kimsenin umurunda değil aslında.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın, Darülbedâyi’den, yani kuruluşundan bu yana aslında müthiş bir arşivi vardır ama gözlemlediğim kadarıyla o arşiv giderek eksiliyor. Son dönem, arşivin yeniden ele alınacağı, kayda geçirileceği söyleniyordu, ne yapıldı bilmiyorum. Ama o eski arşivin hiçbir biçimde tam olarak yerinde olmadığına neredeyse eminim. Ben birçok fotoğrafı yerlerden toplamışımdır ya da atılmasına engel olmuşumdur, gerisini siz düşünün.
Devlet Tiyatrosu’na gelince; İstanbul’da doğru dürüst bir arşiv olmadığını biliyorum. Ankara’da böyle bir birim var, hatta internette kullanıma açık, biz de sıkıştığımızda oraya bakıyoruz. Ancak kimi bilgiler ya yanlış ya da eksik. Edindiğim izlenim, bu işin memurların sorumluluğunda olduğu; yani uzman kişiler devreye sokulup ciddi bir araştırma, inceleme yapılmıyor. Arşiv tutmak; vazgeçtim belge, bilgi toplamaktan, en azından elde olanların eksikleri tamamlamak, onları besleyerek bütünlemek, altlarını doldurmak gerektirir. Pul koleksiyonu yaparken bile bir tarihçe ya da konu veya izlek gözeterek biriktirirsiniz.
Arşiv tutmama, bunun önemini kavrayamama eğilimimiz galiba hâlâ göçebe kültürüne takılıp kalmamızdan kaynaklanıyor. Biriktirmiyoruz. Dünü, bugünü geleceğe bırakma kaygımız yok. Hep tüketiyoruz. Ama tarih sözcüğü de dilimizden düşmüyor, tarihten resmi tarihi anlıyoruz, o da bize verildiği kadarıyla.
Biliyorsunuz Yıldız Sarayı’nda da sözde bir tiyatro müzesi kuruldu. Birçok kişi hevesle oraya bağışta bulundu. Açıldığında ve sonrasında oraya zaman zaman gittim, başta nispeten bir şeyler vardı, 2010’da son kez gittiğimde müze neredeyse boşalmıştı.
Boşalmıştı derken, başka yere mi aktarıldı ya da sahiplerine geri mi verildi?
Sahiplerine verildiğini sanmıyorum çünkü iki tiyatrocu arkadaşım ciddi boyutta bağışta bulunmuştu, müze kapandıktan sonra hiçbir şey geri verilmedi onlara.
Atılmış olan, muhafaza ettiğiniz, şimdi vakıfta bulunan neler var mesela?
Örneğin, geçen Haziran’da (2022) Viyana’da, Don Juan Archiv ile birlikte düzenlediğimiz “Europe and Europeans on the Ottoman / Turkish Stage and the Establishment of Opera in Turkey from the 19th until Mid-20th Century” adlı sempozyumun afişinde kullandığımız ve çok beğenilen fotoğraf var, Mardiros Mınakyan’ın Osmanlı Dram Kumpanyası’nın sahnelediği “Şeytan” oyunundan “Düğün” sahnesini gösterir. Herhangi bir tiyatro kitabında ya da başka yerde rastlanmayan bu fotoğrafta dönemin ünlü kadın oyuncularından Kınar Hanım (Sıvacıyan) ile Eliza Binemeciyan’ı görürüz.
Ayrıca Küçük Kemal’in, Şadi’nin çok ilginç paspartuyla çevrili portreleri var örneğin…
‘Tiyatro sanatı geçmişsiz, dolayısıyla geleceksiz bırakılıyor’
Türkiye’nin tiyatro belleğinin korunması için neler yapılmalı?
Tabii ki tiyatro müzesi olmalı bu kentin ve ülkenin. Çünkü müze, arşivin evidir. Müze derken yaşayan ve yaşatan bir müzeden söz ediyoruz elbette. Kuru kuruya sıralanmış, izlenmesi güç tarihler ve adlar yığını olmayan, konuyu/durumu bütünlüklü olarak işleyen, belgelere ve tanıklıklara dayanan, ziyaretçiye bir öykü anlatmak ve onun bu serüvene eşlik etmesini sağlamak isteyen bir müze.
Müze için bir an önce harekete geçilmeli çünkü değerlerimiz bir bir bizi bırakıyor. Uzak geçmişe gitmeye gerek yok. 2019’da Yıldız Kenter’i, 2018’de Münir Özkul’u, Gülriz Sururi’yi, Toron Karacaoğlu’nu, 2017’de Engin Cezzar’ı, 2012’de Müşfik Kenter ile Mücap Ofluoğlu’nu yitirdik. Metin And 2008 yılında, Hagop Ayvaz 2006’da aramızdan ayrıldı. Türkiye tiyatrosuna imzasını atmış tüm bir kuşak tiyatro insanı bizleri terk ediyor, ardından kapsamlı bir kültür mirası bırakarak. Onlarla birlikte tiyatro belleğimiz, kültür belleğimiz de siliniyor. Çünkü ailelerin, yakınların kendilerine emanet edilen kültür mirası ellerinde kalıyor, olasılıkla koleksiyonculara, sahaflara gidiyor çünkü bunları verebilecekleri bir müze yok. Aralarından kimileri bana “Bak Esen” diyor, “sen müzeyi bir aç, ben neler vereceğim!” Bu da bana acı veriyor.
Öte yandan, en zengin Karagöz ve kukla koleksiyonları yurtdışındaki müzelerde ya da özel koleksiyonlarda yer almakta. Daha sayacak o kadar çok şey var ki…
Şunu da eklemeden edemeyeceğim: Türkiye’de tiyatro sanatı geçmişsiz, dolayısıyla geleceksiz bırakılmaktadır. Geçmişi tanınmayan bir sanat dalından nasıl bir gelecek beklenebilir ki?
Aslında yakın tarihimize baktığımızda bir tiyatro müzesi veya sahne sanatları müzesi kurma girişimleri oldu ancak tümü de sonuçsuz kaldı. Tiyatro mekânlarının yanması, yıkılması ya da dönüştürülüp işlevlerinin değiştirilmesi de işin cabası. Üstelik binalarla birlikte toplumsal belleğimiz de yok olmakta.
‘İBB ile işbirliğinde bürokrasiye takıldık’
2019’da, Türkiye Tiyatro Vakıf henüz resmiyet kazanmadan, müze çalışmalarına da başlamıştınız. Bu uğraşta nereye gelindi?
Bir araştırma merkezi gibi çalışmalarımızı sürdürüyoruz ve müze hayalinden hiç vazgeçmedik. Bu hayalden vazgeçersek varlık nedenimiz yok olur. Aslında bugüne kadar yaptığımız tüm altyapı ve üstyapı çalışmaları müzeye yönelik. Çünkü tümü organik bir bütünü oluşturmakta.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle görüşmeler yaptık. Doğrusu oradan çok umutluydum. Üç yıllık süreçte çok uğraştık; başkanlar bizi dinleyince heyecanlandılar, ilgilendiler ve hemen sorumlu bürokratlarını görevlendirdiler ama.… ama işte o noktada takıldık, bürokrasiye takılıp kaldık. Artık İBB ile işbirliği yapamayacağımızı düşünüyorum.
Bakanlık derseniz, birlikte çalışmamız zaten olası görünmüyor. Kimi büyük sermayedarlarla da görüşmeler yaptık, sonuç alamadık. Şimdi sponsor arayışındayız, dosyalar hazırlanıyor. Bir veya birkaç kuruluşun desteğiyle bir bina bulmamız, bir yeri uzun süreliğine kiralamamız mümkün olabilir. Çünkü bina çok önemli, kaldı ki şimdiki merkezimiz artık küçük gelmeye başladı. Elbette binayı bulunca o müze bir yılda açılmayacak, bu uzun bir yol. Çalışmalar sürecek ve yerle birlikte kadromuz da genişleyecek, daha profesyonelleşecek diye umuyoruz, bizim için profesyonelleşmek demek, işlerin daha hızlanması, çeşitlenmesi anlamına gelmektedir.
Kısacası, önümüzdeki 10 yıl, 20 yıl için hedeflerimiz çok açık, yolumuz belli. Kuruluşumuzdan bu yana, üstelik gönüllülerle birlikte yaptıklarımız gelecekte, daha refah koşullarda, yapacaklarımızın teminatıdır desem yeridir.
Resmi tarihin dışındaki tarih
“Bir araştırma merkezi gibi çalışmalarımızı sürdürüyoruz” dediniz. Bu çalışmaların örnekleriyle 2020’de düzenlenen “Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz” sergisinde karşılaşmıştık. Ayrıca Aras Yayınları’nca “Sahne Arkadaşlarım: Tiyatro Tarihimizden Simalar” kitabı yayımlanmıştı.
Bizim misyonlarımızdan biri de resmi tarihin dışında kalmış kimi durum ve olguları ortaya çıkarmak, bunları tarihsel konumlarına oturtmaya çalışmak. Aynı zamanda Türkiye tiyatrosuna önemli katkıda bulunmuş Ermeni, Rum ve Yahudi topluluklarının tiyatro kültürünü tüm katmanlarıyla bir araya getirmek ve görünürlüğünü sağlamak.
“Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz” sergisini Hrant Dink Vakfı öncülüğünde, Yapı Kredi Kültür Sanat’la birlikte hazırladık. Tiyatro çevresinin yakından tanıdığı ve Kulis dergisini tam elli yıl (1946-1996) kesintisiz yayımlamasıyla bilinen Hagop Ayvaz’ın, bir başka özelliği ise müthiş bir arşive sahip olmasıdır. 2006 yılında, Ayvaz’ın ölümünün ardından önce Agos gazetesine sonra Hrant Dink Vakfı’na bağışlanan arşiv Osmanlıca, Ermenice ve Türkçe olmak üzere el yazması veya basılı tiyatro metni, süreli yayın, dergi ve broşürün yanı sıra fotoğraf, afiş, karikatür, kesik, davetiye, çizim ve kartpostaldan oluşan yaklaşık 12 bin görsel malzemeyi içerir. İşte Hagop Ayvaz’ın bu kapsamlı arşivinden yola çıkan sergi 19. yüzyılın ortalarından günümüze Osmanlı ve Türkiye tiyatrosundaki oyuncular, topluluklar ve tiyatro mekânları hakkında çok sayıda özgün içeriği barındırmaktaydı. Ortaya çıkan ise, tiyatro sanatımızın çokkültürlü, çokkatmanlı yanını bir kez daha vurgulayan ve hepimizi, herkesi heyecanlandıran bir panaroma oldu.
Şimdi yeni bir sempozyum hazırlığındasınız: ‘Türkiye Yahudi Tiyatrosu’
Türkiye tiyatrosuyla ilgili çalışmalarım sırasında birkaç kaynaktan okuduğum, sözü edilen ama üstünde ayrıntılı inceleme yapılmamış olan Yahudi kökenli hokkabazlar dikkatimi çekti önce. Osmanlı topraklarına 1492 yılında İspanya’dan göç eden ve kendilerine “Sefarad” olarak tanımlayan Yahudiler, “jonglör” denen, içinde kukla, dans, şarkı, palyaçoluk/hokkabazlık ve gölge oyunu sanatlarını da barındıran geleneği de birlikte getirirler. Evliya Çelebi, Jean de Thévenot gibi gezginler ya da ülkede bir süre kalan François Baron de Tott benzeri yabancılar Osmanlı şenliklerini aktarırken hep bu sanatın Yahudilerin ellerinde olduğunu vurgular. Öte yandan, içlerinde Metin And ve Özdemir Nutku’nun da bulunduğu birçok araştırmacımız yine aynı konuya değinir, hatta geleneksel tiyatromuza Yahudi katkısının öneminin altını çizer. Konuyla ilgili o denli ilginç bilgiler verilir ki… Örneğin, Yahudi hokkabazlar, hokkabazlık yaparken bir tür komediyi de bir arada yürütürler, kuklalardan da yararlanırlarmış. Kukla oyununu da Yahudilerin İspanya’dan getirdikleri söylenir vb… Tüm bunların ve daha nice öğenin irdelenmesi, kimbilir daha ne çok bilginin, yorumun gün yüzüne çıkabileceği umudunu doğurdu ve ortaya uluslararası bir sempozyum düzenleme düşüncesi çıktı.
“Türkiye Yahudi Tiyatrosu” başlıklı sempozyumunu 5-6 Mayıs’ta (2023) İstanbul Pera Müzesi’nde yapacağız. Ortaklarımız arasında Pera Müzesi’nin yanı sıra 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi, Avrupa Birliği erc Staging Abjection, İ.Ü. Eleştiri ve Dramaturgi Bölümü, Don Juan Arşiv Viyana var. Çağrımızı yurtdışındaki Sefarad kültür ve de araştırma merkezlerine olduğu kadar bireysel olarak araştırma yapan akademisyenlere de gönderdik; Türkiye’den de katılımcı olacak.
Akademik alanda nasıl çalışmalar yapılmış?
Gözlemlediğim kadarıyla Sefarad kültürü üstüne araştırma yapan birçok kuruluş var dünyada, bireysel çalışanların kimilerinin bunlarla organik bağı bulunmakta, geriye kalan üniversite bünyesinde. Ama bir kişi var ki, Elena Romero, üç ciltlik Sefarad tiyatrosu üstüne yaptığı çalışma (El Teatro de Los Sefaridies Orientales, 1979) neredeyse her araştırmanın ana kaynakçaları arasında yer almakta. Burada, Balkanlar ve İstanbul başta olmak üzere, 1873-1929 yılları arasında Osmanlı topraklarında sahnelenmiş neredeyse tüm Sefarad oyunlarının listesini çıkarır, yanılmıyorsam dökümünü yapar ve inceler Romero; kitapta 568 oyundan söz edilmektedir.
Çok istiyorduk Romero’nun buraya gelmesini, bizi hemen yanıtladı, sağlığının el verdiği sürüce İstanbul’a geleceğini yazdı. Çok sevindik tabii. Türkiye’den katılımı kesinleşen arkadaşlar arasında aklıma Verda Habif, Rifka Bihar geliyor… Bir başka araştırmacımız, İzzet Bana, Cumhuriyet döneminde daha çok amatör düzlemde süren Sefarad tiyatrosunun 1946’dan 2010 yılına dek bir dökümünü hazırlamakta, bunu küçük sergi alanımızda göstereceğiz; başka bir etkinlik, yine İstanbul Sefaradlarının kült oyunu haline gelmiş olan elli yıllık “Kula”nın çeşitli versiyonlarının video gösterimi olacak. Kula’nın bir özelliği de yok olan Ladino dilinde sahnelenmesi, dolaysıyla günümüzde Sefarad kimliğinin bütünüyle yaşandığı ortak geçmişe duyulan özleme övgü olarak öne çıkması.
Tarih sahnesinden silinmeye çalışılan Nezihe Muhiddin
Etkinlikleriniz de devam edecek. Bunların arasında “Tiyatromuzda Tarih Konuşmaları”nda Nezide Muhiddin buluşması dikkat çekici. Etkinlikte neler konuşulacak?
“Nezihe Muhiddin’in Tiyatro Oyunları ve Bireysel – Kamusal Tarih Yazımı” başlıklı etkinlikte Esra Dicle konuşacak. Türkiye’de kadın hareketinin en önemli adlarından biridir Nezihe Muhiddin, aynı zamanda tiyatro oyunları hatta opera da kaleme almış bir yazar. Oyunlarının sayısıyla ilgili kesin bir bilgiye ulaşmak mümkün değil; fakat Nezihe Muhiddin’in elimize ulaşan oyunlarından tek perdelik üç oyunu, “Ana Aşkı”, “Vicdanların Emri” ve “Talihin Bir Cilvesi”, 1929 yılında Muhit dergisinde yayımlanmış. Bu oyunlarda toplumsal cinsiyet sorunlarına eğilir, kadının aile ve kamusal alandaki yerini yer yer gotik yer yer gerçekçi bir estetikle tartışır. Yazarın ayrıca “Zelzele”, “Bir Rüya” ve “Kadınlar Kulübü” adlı dört oyun daha kaleme aldığı biliniyor, bunların tümü sahnelenmiş olmasına karşın yalnızca “Kadınlar Kulübü”, Karikatür dergisinde 1936 yılında basılmış. Bu dört oyun hem Nezihe Muhiddin’in kişisel tarihi açısından, hem de Türkiye’de kadın hareketinin kamusal tarihi bakımından önemli bilgiler ve tartışmaları içerir.
Ayrıca Nezihe Muhiddin, biliyorsunuz, daha Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) oluşmadan, Kadın Halk Fırkası’nın kurulmasına öncülük ediyor. Kadın Halk Fırkası, çalışmalarını tamamlayıp kuruluş dilekçesini vererek Cumhuriyet tarihinin ilk siyasal partisi olmaya aday oluyor ancak kurulmasına izin verilmiyor.
Nezihe Muhiddin’in tarih sahnesinden silinmeye çalışılan kişiliklerden olduğunu da ekleyelim.
#Aras Yayıncılık#Devlet Tiyatroları#Ermeni Tiyatrosu#Esen Çamurdan#Güler Yontan#Gülriz Sururi#Hale Eren#Hrant Dink Vakfı#İstanbul Büyükşehir Belediyesi#Metin Deniz#Nezihe Muhiddin#Rahşan Ecevit#Refik Eren#Sefarad kültürü#Şehir Tiyatroları#Türkiye Tiyatro Vakfı#Yahudi Tiyatrosu