Türkiye sinema tarihi Muhsin Ertuğrul’un uzun yıllar tekelinde sinema filmleri ürettiği geniş bir dönemi kapsıyor. Bu dönem birçok tarihçi tarafından farklı şekillerde yorumlansa da temelde bize çok kıymetli bir şey söylüyor: Muhsin Ertuğrul’un Türkiye sinemasını bunca süre tekelinde tutabilmesinin en önemli sebebi, nasıl film çekileceğini biliyor ve bu bilgiyi başkalarıyla paylaşmaya pek de yanaşmıyor olması. Boşuna dememişler, bilgi güçtür. Bu güç sayesinde tek bir yönetmen, sinema tarihimizin önemli bir dönemine hükmediyor.
Birçok sinema tarihçisi ve sinemacı, o dönemi biraz karanlık buluyor. Başka sanatçıların, yönetmenlerin sinema yapamamasına, farklı seslerin ortaya çıkamamasına, ülkede sinema anlayışının ve üretiminin gelişmemesine neden olduğu düşünülüyor. Halbuki sinamotograf, ilk kayıt ve gösterimlerin yapılmaya başlandığı tarih olan 1895’te Osmanlı topraklarına da geliyor, birçok çekim ve gösterim oluyor. Sinema bizim için, tarihsel olarak kaçırılmış bir gemi, geride kalınmış bir sanat değil. Ama belli ki gidişatta verilen bazı kararlar, bu zaman makinesiyle üretilecek birçok eseri, bu eserlerle yazılan tarihi derinden etkiliyor.
Günümüzde bilgi üzerinden oluşturulan tekelleşmeyle bir sorunumuz yok gibi. Bilgiye erişim çok kolay. Muhsin Ertuğrul’un o dönem bildiklerine, sinema teknolojisi hakkındaki kaynaklara şimdilerde teorik olarak bir ilkokul öğrencisi birkaç saat içinde ulaşabilir. Ama burada ufak bir detay var: Bilgiye erişim, bilgiye erişimi olanlar için çok kolay. Elbette bahsettiğim basit bir internet bağlantısı değil; bahsettiğim, bir üretimi sağlamak için gereken bilgiyi kullanan – kullanmayı bilen insanlarla çevrili bir habitat içinde olmak. Şimdi bu kadar dil döktükten sonra esas meselemizin adını koyacak o soruyu sorabiliriz: Sinema nasıl öğrenilir? Dahası, sinema sektörü, eğitimi, basını nasıl bir habitat? Bu habitata nasıl girilir ve belki de biraz daha temel bir soru olacak ama, günümüz koşullarında bu habitata girmek ister miyiz gerçekten?
‘İş bulmaya elverişli eğitim paketi’
Öncelikle sinema çok geniş bir sözcük; kendisi bir sanat, bir sektör, bir aygıt, bir deneyim, bir eğlence/etkinlik, bir mekân, bir propaganda aracı, bir kavram. Böylesine bir şeyin habitatı da elbette tek odaklı bir ortam değil. Peki böylesine çok yönlü, çok etkili bir şey nasıl öğrenilecek bir bilgiye indirgenebilir? Ülkemizdeki eğitim sistemi, bu bilgiye erişim için gerekli habitatı sağlayan, temelde film üretimini odağa alan bir müfredatı ön plana çıkarıyor. Bu müfredatı işleyen bölümler çeşitli isimlerle (çoğunlukla Radyo Televizyon ve Sinema, Sinema ve Televizyon, Film Tasarımı) ya güzel sanatlar fakültelerinde ya da iletişim fakültelerinde yer alıyor. Dünyada adı “film okulu” olan örneklere yakın olarak güzel sanatlar fakültesi altında yer alan sinema bölümleri öğrencilerine bir sanat eseri olarak film üretimini öğretmeyi vaat ederken, iletişim fakülteleri sinemayı bir sanat alanı olmakla birlikte bir iletişim ve medya aracı olarak da görüp, iletişim ağırlıklı bir teorik ve pratik eğitim planı oluşturuyorlar.
Tabii her üniversitenin kendine has bir müfredatı ve bu müfredatta belli bir standardı olsa dahi akademik kadrosunun yörüngesinde gelişen bir eğitim sistemi var. Peki dört yıllık eğitimin sonunda verilen diploma, sinema bölümü mezununa ne kazandırıyor? Bu noktada elbette hepimiz üniversitelerin meslek okulu olmadığının, öğrencilerine altın bilezik sunmak gibi bir zorunluluğunun bulunmadığının bilincindeyiz. Fakat olması gerekenden öte meseleye içinden bir türlü çıkamadığımız Türkiye gerçekleriyle yaklaşırsak, lisans eğitiminden beklenen şey, mezuniyet sonrası düzgün gelirli iyi bir iş. Dünya çapında hatırı sayılır bir tanınırlığı olan ve belli bir ekonomi oluşturan dizi sektörümüzdeki istihdam potansiyelini de hesaba katarsak, aslında birçok üniversite öğrencisi adayı, sinema odaklı bölümleri iş bulmak için elverişli bir eğitim paketi olarak görmekte haksız sayılmazlar. Tam da bu nedenle, sektörde birçok açmaz ve belirsizlik –iş zorluğu, meslek tanımsızlığı, gelir dengesizliği, hak eşitsizliği– olmasına rağmen, sinema televizyon bölümleri oldukça yüksek puanlı ve hemen her üniversite her yıl kontenjanının tamamını dolduruyor. O zaman bu noktada, sinema bölümlerinin sektöre girmekte ne kadar yardımcı olabileceğinden bahsedelim.
Rüyalar ve hakikatler
Bireysel deneyimim ve hem sette geçirdiğim yıllar boyunca hem de sonrasında akademi ve basın kanadında tanıdığım sinemacılar üzerinden söyleyebilirim ki, sinema bölümü öğrencisiyseniz ve bölümün ağırlıklı olarak odaklandığı doğrultuda kendi filminizi çekme hayaliniz varsa, sizin şu anda sette olmanız lazım. Yukarıda sözü geçen Türkiye gerçekleri sizi eğitim alarak, deneyip yanılarak, fikirlerinizi özgürce herhangi bir otoriteden bağımsız sadece sanat için, sinematik bir üretim için hayata geçirmekten alıkoyuyor. En donanımlı ve köklü üniversiteler de dâhil olmak üzere, hiçbir lisans eğitimi Türkiye şartlarında film üretiminizi koşullardan bağımsız destekleyemiyor, zira sonrasında içine gireceğiniz sektör sizden yaratıcı olmanızı da beklemiyor. Bunun başlıca nedenleri arasında, hem ana akımda hem de bağımsız yapımlarda sektörün son derece kâr odaklı olması ve birbirini tekrar eden üretimler dışında risk almadan hareket etmesi geliyor. Televizyon üretimleri bu konuda halihazırda çoktan kabul edilen bir vasatlıkta. Çok yüksek kâr getiren seri üretim diziler nedeniyle bir süre o alanda herhangi bir şeyin değişmesi pek mümkün görünmemekle birlikte, bu vasatlığın önüne geçeceği düşünülen dijital platformlardaki yaratıcı üretim potansiyeli de son zamanlarda izleyiciyi platforma hapseden içerik şablonlarıyla rafa kalktı denebilir.
Sinema bir bakıma rüya üretme makinesi gibi işleyen, her şeyin mümkün olabildiği evrenler yaratan muhteşem bir buluş gibi düşünülse de o rüyaları yaratmanın bir bedeli var. Ekonomik olarak bu bedeli karşılayabilecek durumda değilseniz ya da bu bedeli karşılayabilecek olan kapital sahipleri yeniden üretime ve yaratıcılığa destek vermek yerine kâr etmeyi önceliyorsa maalesef rüyalardan vazgeçip hakikatlere dönmek gerekiyor. Sinema ve televizyon odaklı lisans programlarının müfredatında yaratıcılıkla birlikte en çok altı çizilen şey “çekilebilir” filmler üretmek. Ülke koşullarında düşünürsek, üretimi destekleyecek mantıklı bir yöntem aslında. Ancak birçok öğrenci, elindeki imkânlarla film çekebilmek için zorladığı şartlar altında kalan yaratıcı fikirlerinden vazgeçseler dahi, her bir aşaması ciddi bir maliyet olan film prodüksiyonunu herhangi bir fon almadan karşılayamayacak durumdalar. İşte bu nedenle, kendi prodüksiyonunu oluşturamayan sinema öğrencileri, profesyonel bir set ortamı görmek ve film çekme pratiği edinmek için lisans eğitimlerinin başından itibaren ilgi duydukları departmanda çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu ilk bakışta kötü bir fikir gibi gelmese de, yeni yeni sinemaya giriş yapan insanların doğrudan iş odaklı, müşterinin talebi doğrultusunda çekilen reklamlarla ya da çok sayıda izleyiciye hitap edecek formülize senaryo ve prodüksiyonlarla baş başa kalmalarına neden oluyor. Eğer şansları yaver gider de emek sömürüsü ve psikolojik şiddetle bezeli staj ve asistanlık yıllarından sağ çıkıp, yönetmen, yapımcı ya da senarist olmaları mümkün olursa, elindeki şartların ve öğrendiği üretim biçiminin dikte ettiği doğrultuda aynı şeyleri yapan yeni jenerasyon sinemacılar doğuyor.
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı
Sinema ve televizyon prodüksiyon ve post prodüksiyon süreçleri oldukça ağır işçilik isteyen zorlu bir emek arenası. Festivalleri ve diğer kültür sanat aktivitelerini takip etmeyi geçelim, kendi ürettikleri filmleri, dizileri dahi izlemeye vakti olmadan çalışan bir emekçi grubundan bahsediyoruz. Çalışanların fiziksel ve ruhsal olarak son derece zorlandıkları bir sektör olmasıyla birlikte, elbette her ağır koşullar altında olduğu gibi, sinema sektöründe de sınıf ve toplumsal cinsiyet üzerinden yapılan ayrımcılık had safhada. Dünyanın hemen her yerinde sektör tarihinin kadınlarla ilgili ortaya koyduğu veriler dehşet vericiyken, ülkemiz de bu konuda bir istisna değil elbette. Eğitim kısmında nicel olarak ciddi bir dengesizlik göze çarpmasa da, mesele pratiğe geldiğinde ve sinema televizyon sektöründeki yöneten – karar veren pozisyona sahip olan kişilere baktığımızda, göz ardı edilemeyecek rakamlarla karşılaşıyoruz.
Bu konuda çok geriye bakmaya gerek yok, cinsiyet eşitsizliğinin çokça konuşulduğu, “feminizm popüler kültür ürünü haline geldi” eleştirilerinin sıkça duyulduğu son birkaç yıl içindeki duruma bir göz atalım. Kadir Has Üniversitesi’nde Doç.Dr. Elif Akçalı’nın yürütücüsü olduğu bir proje kapsamında, sinema ve televizyon yapımlarındaki kadın temsillerine ve bu temsilleri gösteren kamera arkasındaki kadın sinemacılara odaklanan bir çalışma yapılıyor. Projeden çıkan ilk verilere baktığımızda, son beş yılda sinema filmi çeken yönetmenlerin yalnızca yüzde 6’sı kadın. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hepimizin satın aldığı sinema biletlerinden alınan vergilerle oluşturduğu bütçeyle fonlanan filmlerin yalnızca yüzde 8’i kadın yönetmenler tarafından çekilmiş. Belli ki hayatın her alanında olduğu gibi, kadınlar erkeklerle eşit eğitimi alsalar da, sektöre girmek isteyen insan sayısında bir denge söz konusu olsa da, set ve post prodüksiyon departmanlarında kadın çalışanların emekleriyle filmler üretilse de, sektör içinde kadın iş gücü kendine karar mercilerinde pek yer bulamıyor.
Devletin ya da elinde üretim aygıtlarını tutan, belli bir otoriteye sahip ana akım sinema ve televizyon sektörü yöneticilerinin fırsat eşitliği sağlamadığı böyle bir ortamda ilk akla gelen; daha düşük prodüksiyonlarla bağımsız yapımlara alan açan yapımcılar, bu filmlerin gösterimlerini ön plana çıkarması beklenen, hem yapımcılara hem yönetmenlere maddi desteğin yanı sıra, yeni gelen sinemacılara da alan açmayı ve sinema kültürü oluşturmak için belli bir ortam hazırlamayı hedefleyen kurumlar ile vakıflar oluyor. Güncel koşullarla ilgili bir örnek vermek gerekirse, Boğaziçi Mithat Alam Film Merkezi kurulduğundan itibaren nitelikli bir sinema kültürünü oluşturmayı hedefleyen bir oluşumdu. Son zamanlarda MAFM’ye yapılan müdahalelerle, bu merkez sayesinde edindiği kültür ve bilgi birikimiyle film çeken, araştırma yapan, buradan aldığı bursla film eğitimi gören birçok insanın ulaştığı imkanlar, gelecek nesil için mümkün olmayacak gibi görünüyor. Öte yandan, “Kadın yönetmen çekti diye kötü film mi gösterelim?!” gibi mizojin sorular sormaktan imtina etmeyen festival direktörleri ile bağımsız sinemada, ana akımın ataerkil zihniyetinden azade belli bir denge ve eşitlik sağlamak pek mümkün değil gibi.
Böyle bir çerçeve içindeki resme bakıldığında, elimizdeki koşullar sinema üretimini, hele ki fırsat eşitsizliğine mahkum kalanlar için neredeyse mucizevi kılıyor. Her ne kadar sinema tarihi böylesi şartları kendisine yakıt olarak gören ve üretmeye devam eden pek çok sinemacıyla dolup taşsa da, koşulları bu denli zorlu hale getirenlerin bıraktığı izler hiç silinmiyor.
#Kadir Has Üniversitesi#Muhsin Ertuğrul#Sinema eğitimi#Sinema sektörü#Sınıfsal eşitsizlik#Toplumsal cinsiyet eşitsizliği#Yıldız Teknik Üniversitesi