HDP Merkez Yürütme Kurulu Dil, Kültür ve Sanat Komisyonu’nda nasıl çalışmalar yapılıyor?
Şunu açıkça belirtmekte fayda var, yakıcı bir süreçten geçiyoruz. Tabii ki kültür sanat alanı toplumun nefes alacağı bir alandır. Olağanüstü dönemden geçince bazı şeyler gölgede kalıyor. Kültür sanat özellikle siyasi parti faaliyetleri içerisinde kalıyor. Biz dil, kültür sanatla ilgili politika belirliyoruz aslında. 11 kişilik bir merkezi komisyonumuz var; danışman arkadaşlarımız var, vekillerimiz ve Amed’den arkadaşlarımız var. Biz 15 günde bir toplantılarımızı yapıyoruz. Yasaklamalara karşı açıklamalarımızı yapıyoruz. Tepkilerimizi dile getiriyoruz. Bu hangi alanda, nerede olursa olsun, Zeytinli Festivali engellenince, Dersim Festivali engellenince tepkimizi dile getirdik. Biz sanatsal ya da kültürel faaliyetler içerisinde değiliz ama bunun politikasını belirleme çalışmaları yapmaktayız.
HDP programında “Partimiz, sanat ve kültür alanında üretenlerin, emekçilerin haklarını destekler” deniliyor. Nasıl destekleyeceksiniz? Diyelim HDP iktidar oldu, neler yapacaksınız?
Öncelikle söyleyeceklerimiz tabii ki teorik olacaktır, soyut olacaktır. İnsanların, sanatçıların özgürlük alanlarını kısıtlamayacağız. Hegemonya oluşturmayacağız. Kürt de gelecek, Türk de gelecek, Arap da gelecek. Yıllardır kadim halkların bir arada yaşadığı coğrafyada insanlar müziğini her yerde yapacak. Hatta Kürt müzisyen gidecek İç Anadolu’da müziğini yapacak. Türkler gidecek Kürdistan’da müziğini yapacak. Araplar gelecek Türkiye’de müziğini yapacak. Biz sanatla bir arada yaşamayı öğrenebiliriz. Bizi birbirimize daha da yakınlaştıracak olan sanattır, kültürdür, dildir.
Bakın bu ülkede milyonlarca nüfusa sahip bir halk vardır ve bir dil talebi vardır; onu sürekli gündeme getiriyoruz. Bizim şöyle bir düşüncemiz var; bir ülkede bir kişi dahi kendi anadilinde eğitim istiyorsa biz onun yanındayız. Bir kişi bile olsa. Sanat da böyledir. Biz hiçbir dil, kültür, sanat üreten insan arasında ayrım yapmayacağız. Şu an muhafazakârlık üzerinde bir hegemonya oluşturulmaya çalışılıyor ya da kadın üzerinden. Hükümetin kadın bedeni üzerinden bir dizayn meselesi var. Kadın nasıl sahneye çıkacak, nasıl kıyafet giyecek, nasıl yaşayacak… Biz bu noktada değiliz. Biz insanların özgürlüklerini savunuyoruz. İnsanların kıyafetine, sanat yapış tarzına karışmanın yanlış olduğu, bunların gerici ülkelerde yaşandığını söylüyoruz. Tabii ki bir özgürlük alanı açacağız ve sanatçı kendisiyle ilgili kararlarını kendi verecek.
Örgütlü bir sanat olmazsa olmaz. Bakın bu ülkede örgütlü hareket eden, sanatçıların birbirine sahip çıktığı, birbiriyle ilgilendiği kaç tane sanat kurumu var? Bir yerel sanatçı ile en tanınır sanatçı arasında bir ilişki olması gerekir. Birbirlerinden haberdar olmaları gerekir. Sanatçıların bir değil, birçok kurumu olması gerekir. Örgütlü oldukça sanatçıların toplum üzerinde bir etkileri olur. Yarın bir gün iktidar değişse veya farklı bir iktidar gelse, o iktidar anlayışı da belki kendi düşüncesini dayatacak. Bu ihtimal de vardır. Ondan dolayı sanat yapan ya da kültür alanında çalışan insanların kendi özgürlüklerini ve özgünlüklerini, örgütlülüklerini oluşturması gerekiyor.
‘Önce zihniyet değişmeli’
Meclis’te bütçe görüşmelerinde Kürtçenin resmi dil olması talebini bir kez daha dile getirdiniz. Kürtçe bir şiir okudunuz. Anadilinde eğitim talebiniz var. Bunların sağlanabilmesi için anayasa değişikliği yapılması gerekiyor. Nasıl bir değişiklik öneriyorsunuz?
Bizim partimizin tüzüğünde, programında buna dönük önermelerimiz vardır. Bunlar siyaset yapma amaçlarımızın en büyüklerinden bir tanesidir. Bakınız milyonlarca nüfusu olan Kürt halkı anadilde birçok yerde yasaklıdır. Tabii anayasal değişikliğe ihtiyaç vardır. Kürtlerin anayasada varlığının kabul edilmesi gerekiyor. Ama biz şuna da inanıyoruz; bu ülkeye en güzel anayasayı da getirseniz, yasalar da çıkarsınız, önce bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç vardır. Bu düşüncenin değişmesi gerekiyor. Bakınız Cumhurbaşkanı’nın bir söylemi var; tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak. Siz tek deyince diğerlerini reddetmiş oluyorsunuz. Çoğulculuğu reddetmiş oluyorsunuz. Öncelikle bu zihniyetin değişmesi gerekiyor. Çok millet olsun, çok dil olsun, çok inanç olsun. Bunlar sorun yapılmamalı 21 yüzyılda. Özellikle biz bu zihniyetin değişmesinden yanayız.
Tabii ki mücadele gerekçelerimizden biri de Kürtçedir. Ama resmi dil deyince birileri “Acaba Türkçe resmi dil olmayacak mı?” diye algılıyor. Bizim Türkçeyle bir sorunumuz olamaz, bizim Arapçayla sorunumuz olamaz. Bu acıyı en çok yaşayanlardan biriyim ben. Bunu yaşayan halktanız biz. Bunun karşısında duramayız. Tabii ki Türkçe resmi dildir. Resmi dil durumu elbette devam etmelidir. Bunun önünde kimse duramaz. Bunun önüne çıkıp buna karşı düşünce belirten de yanlış yapar. Ama milyonlarca nüfusa sahip olan bir halk gerçekliği de vardır; Kürtçenin resmi dil olması gerekiyor, anadilde eğitim olması gerekiyor. 4-5 ay İsviçre’de kalmışlığım vardır üniversite üzerine; orada dört dil konuşuluyor. Almanca, İtalyanca, Fransızca, bir de Romanşça diye bilinen, sadece 200 bin kişilik bir halk topluluğunun konuştuğu bir dil var. Devlet orada bu dilin kaybolmaması için, yok olmaması için teşvik veriyor. Televizyonlar açıyor, eğitim veriyor, bir zenginlik olarak görüyor. Ama bizim ülkemiz maalesef bir dil mezarlığına döndü.
Karadeniz’e Hemşince, Lazca gibi değişik diller var ve biz bunları zenginlik olarak görüyoruz. Ben şu an Türkçe biliyorum ve bu benim için dezavantaj değil ki. Anadilim var, Kürtçe biliyorum, bu benim için dezavantaj değil ki. Yarın çocuklarımız farklı diller öğrenecekler. Ama ülkede tekçi zihniyet kışkırtıldığı için “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi söylemler var. Okullarda artık yabancı dil dediğimiz farklı dillerde bile eğitim verilmiyor. Bakınız Suriye’de, en zor durumda olan ülkelerde bile ikinci, üçüncü bir dil var. Türkiye’de maalesef bu tekçi anlayıştan vazgeçilmesi gerekiyor. Biz de bunun karşısında mücadele ediyoruz.
Bir gün biz bu ülkede anadilinde eğitim verileceğine ya da Kürtçenin ikinci bir resmi değil olacağına elbette inanıyoruz, bunu göreceğime inanıyorum. Bu bizim mücadele gerekçelerimizden biridir ama Türkçeye –şu an Türkçe konuşuyoruz– zerre-i miskal bir şeyimiz yoktur. Bir halkın diline nasıl olumsuz bir yaklaşımımız olabilir? Ama Kürtçeye karşı bir refleks ve düşmanca bir yaklaşım olduğunu devlet kademesinde ben görüyorum. Bu da topluma yansıyor ve toplum da o refleksle yaklaşıyor maalesef.
‘Emek ve Özgürlük İttifakı yüzde 25 oy alabilir’
HDP, Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinden biri. HDP’nin talepleri ittifak içinde kabul görüyor mu? İttifak toplantılarında kültürel konular gündeme geliyor mu?
Biz siyasal kültürde de bunu oluşturmaya çalışıyoruz. Asıl mesele farklılıkları bir arada, demokrasi değerlerinde tutabilmektir. Herkes farklılığıyla bir masa demeyelim de bir geniş alanda durabilir, mücadele edebilir, farklı birinin hakkını savunabilir. Emek ve Özgürlük İttifakı emeğin, işçi sınıfının, yoksulun ittifakı. Temelini oluşturan emek ve özgürlükler. İki kavram da hem Kürtler açısından hem sosyalistler, feministler, emekçiler açısından anlamlı ve kıymetlidir. Tabii ki bu Emek ve Özgürlük İttifakı daha da büyütülmelidir. Bunu tabanda örgütlemesi yapılmalıdır. İstanbul’dan başka Adana’da, İzmir’de toplantılarımız yapıldı; salona bakınca bile rengarenktir. Öyle tek renk yoktur. Bu ülkede olması gereken de budur. Bu yapı üzerinde basınç ya da bu şiddet olmasaydı, ben ittifakın daha da büyüyeceğini ve yüzde 20, yüzde 25’leri zorlayacağını düşünüyorum. Ama bir şiddet durumundan kaynaklı, şu an istenilen seviyede değildir ama ilerleyen dönemde bir atak yapacaktır. Ülkenin buna ihtiyacı vardır. Farklı toplumsal kesimler, farklı inançsal kesimler, farklı kimlikler bir arada durmalıdır. Tabii ki burada toplumsal cinsiyet açısından da kadının erkeğin gerisinde değil, ya yanında ya da önünde olması gerektiğini düşünüyorum.
AK Parti Anayasa’da iki maddenin değiştirilmesini istiyor. Biri başörtüsüyle ilgili düzenleme. Diğeri malum, ‘sapkın akım’ ifadesinin anayasaya girmesini istiyorlar. Cumartesi günü Merkez Yürütme Kurulu’nda görüştünüz. Siz ne düşünüyorsunuz bu öneriyle ilgili?
Bir insan başörtü takmak istiyorsa, bunun karşısında kimsenin durmaması gerekiyor veya bir insan başörtüsü takmak istemiyorsa, bir dayatma içinde bulunmamak gerekiyor. Ama siz bunu anayasal güvence altına alınca, yarın başka şeyler de tartışmaya açılabilir. Bir insanın nasıl giyineceği veya giyinmeyeceğini anayasa tartışması meselesi haline getirmemelisiniz, bu doğru değildir. Yarın yaşamınızı etkileyecek birçok konu kanunlaştırılabilir ya da anayasal güvence altına alınabilir, bu sıkıntılı bir durumdur. Yarın bir gün bu sistem sizi kendince dizayn eder, kontrol eder.
Giyim üzerinden, kadın bedeni üzerinden bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Kadınlar bence kararını vermelidir. Başı açık ya da inancı gereği başı kapalı olan kadınlar bence sesini yükseltmelidir. “Kimse bizim bedenimiz üzerinden siyaset yapmasın ya da siyasi malzeme haline getirmesin” demelidir. Siyasi kazanç için bu iktidarın yapmayacağı şey yoktur.
‘Sokaklarda siyaset yapmak gerekiyor’
Bir diğer sıcak gündem: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ‘YKS üyelerine hakaret’ gerekçesiyle ceza verildi. Kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçme ve seçilme hakkı elinden alınmış bir halkın temsilcisiyiz, onları temsil eden partiyiz, HDP’yiz. 2016 yılından şimdiye kadar, bölgemizde 48 belediyemize kayyum atanmıştır. Belediye başkanları görevden alınmış, birçoğu tutuklanmıştır. Tahliye olanlar vardır. İnsanlarımızın seçme ve seçilme hakkı, anayasal hakları elinden alınmıştır. Bunun acısını en derinden yaşayan partiyiz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul halkı tarafından seçildiğini herkes biliyor. İkinci seçimde rekor farkla seçildi. Kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da dahil, biz bu hak gaspının karşısındayız. Siyaseten başaramayanlar, seçimle başaramayanlar böyle yıldırma politikalarını artırmaktadırlar. İstanbul Türkiye için önemli bir kent. İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır, tüm bölgeyi kazanır. Kararı bir psikolojik basınç, bir yıldırma politikası olarak değerlendiriyoruz.
Şunu da belirteyim; Kürtlere bu siyasi şiddet uygulanınca sesler biraz daha dipten çıkıyor ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik böyle bir hak gaspı veya bir ceza verme durumu ortaya çıkınca insanlar yüksekten ses çıkarıyor. Bunu doğru buluyorum. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Van Büyükşehir Belediyesi olmak üzere onlarca belediye gasp edildi. Alttan alta “Oh!” diyen insanlar vardı, bundan mutluluk duyan insanlar vardı. Ama bu ülkemize kaybettirir, Türk’e kaybettirir, Kürt’e kaybettirir, yaşayan herkese kaybettirir. Biz bunun karşısındayız.
Muhalefetin artık açıktan ses çıkarması gerekiyor. Sokaklarda siyaset yapması gerekiyor. Sokak demek şiddet demek değildir. İnsanlar yürüyüşlerle, mitinglerle, basın açıklamalarıyla tepkisini her yerde dile getirebilir. Ama CHP maalesef uzun süredir “Biz sokağa çıkmayacağız, biz sokakta siyaset yapmayacağız, 4-5 yılda bir gelen sandıkta bu işi bitireceğiz ya da 6 ay sonra gelecek sandıkta bu işi bitireceğiz” diyor. Bu dar bir siyasi anlayıştır. Bence halkla temas kurmak lazım. Miting ise miting, yürüyüş ise yürüyüş, toplumsal tepki ise toplumsal tepki.
Öyleyse siz “Bekleyin, ilk seçimde gidecekler” tavrını benimsemiyorsunuz.
Bu çok klişe bir söz. 20 yıldır iktidarda olan, devletin tüm mekanizmalarını eline geçirmiş bir yapıdan söz ediyoruz. AKP’yi sadece siyasi parti olarak görmek yanılgı olur. Şu an devletin tüm imkânlarını kullanıyor. Bakınız hukuku kullanıyor, kolluğu kullanıyor. Tüm kurumları kendi hizmetine almış adeta bir parti devletinden bahsedebiliriz. Tabii ki gidecekler ama bu işi garantiye bağlamak lazım. Geniş bir demokrasi değerlerinde bütünleşirsek, demokrasi değerleri bizim çatımız olursa, tüm farklılıkları bir araya getirebilirsek tabii ki gitmeleri daha kolay olacak. İnsanlar da buna hazırdır. Yaşanan ekonomik buhran, yaşanan siyasal sosyal krizler… İnsanlar ekonomik krizlerden dolayı intihar ediyor. Binlerce genç Avrupa yolundadır, beyin göçü yaşanıyor. Yoksulundan tutun öğrencisi, emekçisi; insanlar artık kendine farklı yaşam alanları açmak için büyük bir risk alarak Avrupa, Amerika’ya, dünyanın farklı yerlerine gitmektedir. Bu iktidar elbette gidecektir ama biz yeni bir Cumhuriyet’i, ikinci yüzyılı inşa edeceksek, farklılıklarımızla inşa edeceğiz, başka çare yoktur.
İnsanların farklılıklarının zenginlik olarak görülmesi gerekiyor. Şu an kimi hassasiyetler var; tüm partiler kendi kırmızı çizgilerini ortaya koyarsa maalesef AKP gibi ceberut bir anlayış buradan başarılı çıkabilir. Çünkü partileri birbirine kırdırmaya çalışıyor. Özellikle muhalefet partilerini. Ondan dolayı HDP’nin sürekli söylediği gibi; demokrasi değerlerinde amasız fakatsız bütünleşirsek yeni bir yaşamı inşa edebiliriz. Yaşanabilir bir ülke yaratabiliriz. Ortadoğu’ya model olabiliriz. Her partinin kendine göre bir hassasiyeti olmasına rağmen, bu kaygılara rağmen, ben AKP’nin önümüzdeki seçimlerde Türkiye siyasi tarihinde kalmaya devam edeceğini ama bunu muhalefette yapacağını ve uzun bir süre bu tahribatı düzeltmekle uğraşacak bir yönetimin inşa edileceğini düşünüyorum.
‘Kültürel soykırım yürütülüyor’
Kayyumların kentlerdeki, ilçelerdeki kültürel hayata nasıl bir etkisi oldu?
Kayyumların ilk hedefi belediyelerdeki dil komisyonları, dil çalışmaları ya da kültür sanat çalışmaları, kadın çalışmaları oldu. Siirt’te Celadet Ali Bedirhan Kütüphanesi boşaltıldı, kitapları yakıldı. Kürt şahsiyetlerinin heykelleri ortadan kaldırıldı. Kürtlere ve Kürt diline, Kürt sanatına dair ne varsa hedefe oturttular. Kendilerine yeni sınırlar çizdiler ve bu yeni sınırlar içerisinde müesses nizamı aşmayacak şekilde kendilerince bir şeyler yapıyorlar. Onlar da çok yapma ve çakma görünüyor.
Biz bir partinin Dil Kültür ve Sanat Komisyonu’ndayız ve şu an Kürtlerle ilgili konuşuyoruz. Kürtlerin sanatı ezilen, sömürülen, illegal sayılan, dışlanan bir pozisyonda olduğu için, daha çok oraya vurgu yapıyoruz ama batıda da yasaklanan konserler, festivaller vardır. Buna dönük bizim de tabii ki söylemlerimiz, bakış açılarımız vardır ama Türkiye’de sömürülen ezilen bir halkın diline, kültürüne, sanatına büyük bir kıyım politikası, adeta kültürel soykırım politikası yürütüldüğü için bu noktada daha hassasız. Ama biri diğerinin önünde değildir. Türk halkının da kültürüne bir zulüm, hakaret ya da yasaklama yapılırsa bunun da karşısındayız. Arap halkının da kültür ve sanatına farklı bir bakış açısıyla yönelirlerse bunun da karşısındayız.
Kayyum zihniyeti böyle bir zihniyettir. Kürtlük adına ne varsa, kültür adına ne varsa ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Kürtlerde bir de şu durum vardır; biz daha fazla sözlü kültürle gelmişiz bugünlere. Kürtçe klanlarıyla, dengbejleriyle kendini ifade etmiştir. Ama son dönemde yavaş yavaş yazılı kültür de kayıt altına alınıyor. Hatta Kürtlerdeki müziğin popülerliğinin arttığını görmekteyiz. Bir popüler alan da kendini oluşturmaktadır.
Bakınız ben Meclis’te Kültür Bakanlığı bütçesi görüşülürken bir konuşma yaptım. 1926 yılında Cumhuriyet kurulduğunda Ankara’dan bir ekip Kürdistan’a gönderiliyor sonra bu ekibin aynısı ’36 yılında da gönderiliyor. Adana üzerinden Antep, Antep’ten Diyarbakır, Urfa. Oradaki Kürtçe eserler Türkçeye çevriliyor. İlerleyen dönemlerde, 1950-60’lardan sonra, kimi popüler sanatçılar tarafından Türkçe söyleniyor, makam aynı ama Kürtçe sözlerle Türkçe sözler arasında dağlar kadar fark var. O eserlerin arkasındaki ağıtlara, arkasındaki hikâyelere hiç değinilmiyor ve buna anonim deniyor. Burada bir kültürel asimilasyon vardır.
Sanatta elbette geçişkenlik olacak. Kürtlerin sanatından Türkler de yararlanacak. Türkçeye de çevirirsiniz, Arapçaya da çevirirsiniz ya da İngilizceye de çevirirsiniz bunda herhangi bir mahsur yoktur. Dünya evrensel bir yapı içerisinde, tabii ki kültürler arasında her zaman temas olacak. Bahsetmek istediğim Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren çevirebildiklerini ya da asimile ettiklerini ettiler ama belli bir şeyden sonra her şey orijinaline gidiyor. Yani işin orijinali varken kopyasına kimse bakmıyor. Kayyumlar bunu biraz daha profesyonel hale getirdi. Festivaller yaptılar Cizre’de, Amed Sur’da yaptılar, Mardin’de yaptılar bu festivalleri, Ağrı’da yaptılar. Birçok Kürt sanatçıyı da çağırdılar, bir kısmı katılmadı, reddettiler.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, bütçe görüşmelerinde bu konuda size yanıt verirken, “Muhtemelen mahalle baskısına maruz kaldılar. Sayın Ömer Vekilim, o mahalle muhtemelen sizin mahalleriniz, bizim mahallemiz değil” dedi.
Elbette rahatsız olduğumuz konular var. Cizre 2015 yılında yakılan yıkılan bir şehir. Büyük acılar yaşandı. Cizre’de bir park var, yaşamını yitiren insanların kemikleri o parkın zemininde. O acıların üzerine parke taşı döşeyip alanda konser yaptılar. Biz buna karşı olduğumuzu belirttik. Tabii ki sanatçı sanatını yapacak, konserini verecek ama toplumsal hassasiyetleri de göz önünde bulundurmak lazım. Sanat da bir politik duruştur. Ben sanatı politikadan, siyasetten ayrı görmüyorum. Toplumun sorunlarına kulak veren, muhalif noktada duran, ezilenden yana tavır koyan bir sanattan yanayız. Tabii ki bazı sanatçılar katılmamıştır. Özellikle Cizre’deki konsere.
Mahalle meselesinde; biz bundan sıkılacak gocunacak değiliz. Toplumsal duyarlılığa hassasiyet gösteren tüm sanatçıları da selamlıyoruz. Kendileri söyleri, “Biz Türkiye’de siyasal hegemonyayı oluşturduk ama kültürel hegemonyayı oluşturamadık” dediler. Kültür sanat bir hegemonya alanı değildir. Özgürlükler alanıdır. Sürekli bir değişim dönüşüm alanıdır. Siz oradan nasıl bir hegemonya kurabilirsiniz ki? Bir sanatçı özgür olmayınca üretemez ama bir tiyatro eseri muhalif olduğu için yasaklanıyor. Biz bu alan üzerinde hiç kimsenin hegemonya kurmaması gerektiğini düşünüyoruz. Kültür özgürlük alanıdır. Sanatçı en özgür insandır ve bu özgürlüğü yakalayamazsa üretemez. Ondan dolayı biz mahalle baskısı söyleminden rahatsız değiliz. Hatta tüm sanatçıları iktidarın bu ceberut anlayışına karşı tavır almaya çağırıyoruz.