Yasalarımızda LGBTİ+ hakları yer alıyor mu?
Bizim yasalarımızda LGBTİ+lar yok. Sadece TSK’nin sağlık yönetmeliğinde “askerliğe elverişli değildir” raporu verilmesi için gereken koşullarda “tekrarlayan uyum bozuklukları” başlığı altında “cinsel kimlik ve davranış bozukluğu” ifadesi yer alıyor. Bu madde kapsamında eşcinsel ve biseksüel erkekler ve trans kişiler, beyan ve talep etmeleri halinde gerekli koşulları sağlıyorlarsa askerlikten muaf tutuluyorlar. Onun dışında doğrudan LGBTİ+’lara dair ya da cinsel yönelim, cinsiyet kimliğine dair bir maddeler bulunmuyor. LGBTİ+ hareket de bu durumu yıllardır tanınmamak olarak kodluyor. “Biz yasalarla tanınmıyoruz” diyor ve yasal taleplerini de öncelikle tanınmak üzerinden kuruyor.
İçtihatlarda nasıl yer bulduğuna bakarsak; Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” deniliyor. Bizi buradaki “ve benzeri” ifadesinin içine sokmaya çalışıyorlar. Mesela üst düzey bürokratlar uluslararası alanda bir soruyla karşılaştıklarında diyorlar ki: “Evet, Anayasa’da açıkça geçmiyor ama orada ‘ve benzeri’ ifadesi var, tabii ki biz cinsel yönelim, cinsiyet kimliğini onun içinde değerlendiriyoruz.” Ama elbette pratikte öyle işlemiyor. Bizim yasalarımız kazuistik -her şeyin tek tek sayıldığı- yasa metinleri değil ama cinsel yönelim cinsel kimlik sayılmadığında tamamen görünmez oluyor.
Taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler?
İstanbul Sözleşmesi’nde 4. Madde üzerinden tartışmalar yapıldı biliyorsunuz. Bu maddede şöyle deniliyor: “Taraf Devletler bu Sözleşme’nin hükümlerinin, özellikle de mağdurun haklarını korumaya yönelik tedbirlerin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya siyasi olmayan görüş, ulusal veya sosyal köken, ulusal azınlık ile ilişkilenme, mülkiyet, soy, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, sakatlık, medeni hal, göçmen veya mülteci olma durumu ya da benzeri herhangi bir temelde ayrım gözetmeksizin uygulanmasını güvence altına alır.” Buradaki ifadeler üzerinden, sanki en başında yokmuş, sözleşmeye sonradan eklenmiş gibi, “Bunlar ailemizi bölmeye çalışıyorlar, eşcinsellik meşrulaştırılıyor” diyerek, sözleşmeden çıkılması propagandası yapıldı. Ardından Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu, İstanbul’da yapılan 2011 tarihli sözleşmeden çekilindi. Ama sözleşmenin iç hukuktaki uygulama kanunu olan “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” hâlâ yürürlükte. Dolayısıyla aslında sözleşmenin sağladığı koruma tamamen ortadan kalkmış değil.
Bir de elbette Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne tarafız. Ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarıyla uygulama alanı bulan bir sözleşme. Sözleşmede her şey çok kısa yazıyor, o maddenin nasıl uygulanacağını biz AİHM kararlarıyla görmüş oluyoruz. AİHM’in tüm dünyada LGBTİ+ haklarına ilişkin verdiği pek çok karar var ve bu kararlar herkesi bağlıyor. Ama Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hâlâ hapisteyken Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Türkiye’de ne kadar uygulandığı ayrı bir tartışma konusu.
İstanbul Sözleşmesi’nin LGBTİ+ haklarına nasıl bir etkisi vardı? Sözleşmeden çıkıldığında yansıması nasıl oldu?
Bir kere, İstanbul Sözleşmesi’nin orijinalinde “ev içi şiddet” denilmesine karşın, bu ifade Türkçeye “aile içi şiddet” olarak çevrilmişti. Yine de tarafı olduğumuz Viyana Sözleşmesi’nde deniliyor ki, “Uluslararası sözleşmeler esas dilinde ne demek istiyorsa o şekilde uygulanır.” Dolayısıyla biz bunun “ev içi şiddet”, “hane içi şiddet” olduğunu her yerde vurguladık. Çünkü “hane işi şiddet” ifadesi, aile kurumu dışındakileri de kapsıyor.
Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi iç hukukta özellikle LGBTİ+’lara dönük bir sözleşme olmadığı için, aslında büyük bir değişim yaratmıyordu ama biraz daha nefes almamızı sağlıyordu. Mesela bir baba kızını lezbiyen diye dövemiyordu, trans diye evden atamıyordu. Tabii ki bunlar yine yaşanıyordu ama sözleşme en azından devlete bunları önleyecek önlemler almak noktasında sorumluluk yüklüyordu.
‘Kanunlar uygulanmadığında, kâğıt üzerinde sözlerden ibaret’
Sözleşmeden çıkılmasıyla, 6284 Sayılı Kanun’un uygulamasında farklılıklar yaşanıyor mu?
İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’de uygulanması için bir kanun çıkarmaları gerekiyordu ve 6284 Sayılı Kanun çıkarıldı. Burada dört çeşit şiddetten bahsediliyor: Cinsel, fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddet. Bu kanun, kadınları, çocukları ve LGBTİ+’ları hane içinde bu dört türdeki şiddete karşı koruyor.
Bizim hukukumuzda, dünyada da genel olarak böyle, devlet olaya genelde şiddet yaşandıktan sonra taraf oluyor. Biri birini bıçaklıyor, biri birbirini öldürüyor, devlet diyor ki, “Seni bu yaptığın için cezalandırılacağım”. İstanbul Sözleşmesi ise taraf devletlere şunu yüklüyor: “Bu yetmez, senin bunu önlemek için bir şeyler yapman lazım”. Ne yapması lazım? “Yasalarını buna uyarlaman lazım. Okullarda toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatan müfredatlar geliştirmek zorundasın. Buna dönük kültür politikaları geliştirmek zorundasın. Siyasetini buna uygun yapmak zorundasın, özellikle bürokratların kamusal alanda söylediği sözlerin toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik edici olması gerekir” gibi.
6284 Sayılı Kanun’la, şiddetin yaşandığına yönelik delil göstermeden, aile mahkemesine, savcılığa ya da karakola gidip şikâyette bulunulduğuna, uzaklaştırma kararı çıkarılabiliyor. Çeşitli koruma tedbirleri çıkarılabiliyor, örneğin failin silahı varsa ona el konuluyor. Uzaklaştırma kararı ihlal edilirse, tazyik hapsi kararı alınabiliyor. Ama Türkiye’deki uygulaması maalesef böyle olmuyor. Her gün en az 4 kadın erkekler tarafından öldürülüyor ve bu ölümler sonrası öğreniyoruz ki bir kısmı karakola gitmiş başvurusu alınmamış, bir kısmı tedbir kararları uygulanmadığından öldürülmüş. Kürt kadınları karakola gittiklerinde tercüman olmadığı için dertlerini dahi anlatamıyorlar ve tekrar evlerine gönderiliyorlar. 6284’ün uygulandığı bir ülkede bunların yaşanmaması gerekir.
Dolayısıyla LGBTİ+ hareket olarak şunun farkındayız: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak çok büyük bir geri adım, bir an önce tekrar taraf olunması gerekiyor ama tek başına bu yeterli değil. İstanbul Sözleşmesi gibi 10 tane daha sözleşmeye taraf olsak da bu sözleşmeler, kanunlar gerçekten uygulanmadığında bir anlamı yok. Devletin ya da iktidarın meşruluğunu artıran kâğıt üzerindeki sözler olarak kalıyor.
Ama İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra, şu olaylarla daha sık karşılaşmaya başladık: Mesela bir trans kadın şiddet gördüğü için başvurduğunda, 6284 Sayılı Kanun’dan yararlanmak istediğinde, senin kimliğindeki cinsiyeti hanende erkek yazıyor diye reddedilebiliyor. Halbuki toplumsal cinsiyet dediğimiz şey kimlikte ne yazdığıyla ilgili değildir. Zaten İstanbul Sözleşmesi’nin denetim organı olan GREVİO’nun Türkiye’ye ilişkin değerlendirme raporunda da, özellikle trans kadınlara ilişkin verilere ulaşılmadığına dair değerlendirmeler bulunuyordu.
‘Bizim daha acil meselelerimiz var’
Ak Parti, Anayasa’nın 41. Maddesi’nde değişiklik yapılmasını öneriyor. “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” yerine, “Aile kadın ve erkeğin birlikteliğinden oluşur” denilmesi öneriliyor. Değişimin LGBTİ+’ların haklarına nasıl bir etkisi olur?
Geçen sene AİHM, Rusya’dan gelen bir başvuruyu karara bağladı. Bu kararda AİHM, “Eşcinsel çiftlerin birlikteliklerini resmi olarak tanıyacak yasal düzenlemelerin olmaması ve eşcinsel çiftlerin evlilik başvurularının reddedilmesi, özel hayata ve aile hayatına saygı hakkı ihlalidir” dedi. Tabii ki Rusya bu karara uygun adımlar atmadı. AKP de AİHM kararlarının tam tersi yönünde yasal değişiklikler yapmaya hazırlanıyor.
Türkiye’de zaten evlilik eşitliği yok. Yani Türkiye’de halihazırda eşcinsellerin evliliğiyle ilgili kanuni bir düzenleme mevcut değil. Anayasada “aile kadın erkekten oluşur” yazılsa ya da şu anki haliyle kalsa da bu açıdan değişen bir şey olmaz. Ayrıca, Türkiye’de LGBTİ+ hareketin güncel bir evlilik eşitliği talebi zaten yok. Bizim güncelde çok daha acil ve yakıcı meselelerimiz var, hayatta kalmak gibi bir meselemiz var bizim. Nihayetinde böyle bir değişiklikle pratikte fiili durumu değiştirmeyecekler, bunu elbette kendileri de farkında ancak aile versus LGBTİ+ ikilemi yaratarak toplumsal kutuplaşmayı arttırmaya ve kitlesini konsolide etmeye çalışıyor.
Öneri, “Türkiye Yüzyılı” toplantısında “Aile kurumunu sapkın akımların tehdidinden koruyacak bir anayasa değişikliği hazırlıyoruz” sözleriyle duyuruldu. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan, başka bir toplantıda “LGBT diyorlar, güçlü bir ailede LGBT diye bir söz olabilir mi?” dedi. Anayasa değişikliği teklifinin bu sözlerle duyurulmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Erdoğan’ın sözlerini dinlerken o kadar garip hissettim ki. Bir sürü insan bir odada toplanmış, yaklaşık 500 kişi var. O odanın içerisinde hiç lubunya olmaması mümkün değil. Velev ki yok, o odanın içinde ailesinde LGBTİ+ olmayan birinin olmaması yine mümkün değil. Biri çıkıp şunu diyebilir, “Bir dakika, benim çocuğum eşcinsel, benim çocuğum trans, niye öyle söylüyorsunuz, biz de güçlü bir aileyiz, bakın buradayız ve AKP’liyiz.” Orada eminim böyle düşünen insanlar vardı ama çıkıp bunu söyleyemiyorlar. AKP, bunun ifade edilmesini engellemeye çalışıyor.
Şöyle bir ikilik yaratmaya çalışıyorlar: “Bizim milli değerlerimiz var, aile yapımız var ve ithal, kökü dışarıda LGBTİ+’lar bizi bozmaya, mahvetmeye çalışıyor.” Bizi ısrarla milli değerler kümesinin dışında göstermeye çalışıyorlar. Kökü dışarıda olan ve toplumu bozmaya çalışan dış düşman sürekli güncelleniyor. Bugün kökü dışarıda, ithal düşman biziz. O düşman bazen Ermeniler, bazen Kürtler oluyor. Biz de şunu söylüyoruz; ne kökümüz dışarıda, ne başkaları bizi besliyor. Ben 32 yaşına girecek olan bir kadınım, İstanbul’da doğdum büyüdüm, aslen Diyarbakırlıyım, bu ülkede yaşıyorum, burada kazanıyorum, burada harcıyorum. Hayatımda bir kere yurtdışına çıktım, üç gün kalıp döndüm. Buralıyım, buradayım. Lubunyayım ve lubunyalığımla gurur duyuyorum.
Sizce LGBTİ+’lara yönelik yasa değişimi önerisinin, başörtüsü düzenlemesiyle birlikte ele alınmasının nedeni nedir?
İlk olarak tep tik bir aile yaratmak ve üreme odaklı olmayan cinsellikleri kriminalize etmek istiyorlar. Ortalık bu kadar hararetlenmeden, pandeminin başında, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın pandeminin sorumlusu olarak LGBTİ+ları, “zina yapanları” ve HİV’le yaşayanları göstermesini hatırlayalım. İktidar, en az üç çocuklu, kadının başörtülü olduğu, dini kuralların aile içi dinamikleri şekillendirdiği, içinde lubunya olmayan ya da lubunya gibi görünen kimsenin olmadığı, kimsenin farklı görünmediği, sesini çıkarmadığı, kahkaha atmadığı bir aile görüntüsü istiyor. Güçlü aile, güçlü toplum dedikleri de toplumun tamamını aynı kılmak. Ancak o zaman kimsenin hiçbir şeye itiraz edemeyeceğini düşünüyorlar. Ekmeğin 10 lira olmasına, hastanelerin durumuna, adaletsizliğe kimsenin sesini çıkarmadığı sistemi ancak öyle yaratabilirler.
“Korumak istediğin aile hangi aile?” diye de sormak lazım. Hangi aile, hangi evlatlar? Sen çocuklarının kemiklerini arayan anneleri her hafta sonu göz altına alıyorsun. Seninki evlatsa onunki de evlat. Sen bu ülkede annelerin babaların ellerine çocuklarının kemiklerini torbada veriyorsun, hangi aile?
Başörtüsü meselesinde de, geçen Feyza Akınerdem’in bir konuşmasını dinledim. “Türkiye’de ilk defa başörtüsü meselesi, aileyle anılıyor” diyor. “Neden kadın, din özgürlüğü üzerinden değil de, aile üzerinden konuşuluyor?” diye soruyordu.
‘Eyvallah dersek bizi yatak odalarına kilitleyecekler’
Anayasa değişikliğinin gündeme gelmesinde, LGBTİ+ hareketin son yıllarda görünürlük kazanmasının etkisi olabilir mi?
Muhakkak var. 2015, hatta Gezi öncesinde, devlet LGBTİ+ hareketi görmüyordu. Biz yoktuk, ne yaparsak yapalım yoktuk. Gezi sonrasında görünür olduk. Çünkü biz orada başka birçok toplumsal kesimle temas ettik. Hak mücadelesi yürüten toplumsal kesimlerle bir araya geldik ve insan hakları hareketinde LGBTİ+ hareket artık bir politik özne olarak kabul edilmeye başladı, yeni toplumsal hareketler arasında sayılmaya başladık. Müslüman feminist hareket ya da Roman hareketi gibi. Hak arayışında olduğumuz, bizim derdimizin yatak odası olmadığı, bizi kimsenin yatak odasına kıstırmasına izin vermediğimiz anlaşıldı. Gezi bu anlamda çok büyük bir kırılmaydı. Yaşamak istediğimizi, işten ya da evden atılmak istemediğimizi, dayak yemek istemediğimizi, bizim de partnerimizde sokakta kimse bizi huzursuz etmeden yürüme hakkımızın olduğu ve tüm bunların bir şımarıklık değil, bir seks hikâyesi değil, bir fantezi değil, bir hak olduğunu anlatabildik. Yüz binlerce kişilik Onur Yürüyüşlerinden sonra da evet görünmez olmaktan çıktık ama bu kez düşman olduk.
Onur Yürüyüşü’nde geçen sene 49, bu sene 373 kişi gözaltına alındı. Bu inanılmaz bir sayı. Bir tek Gezi’de 31 Mayıs günü İstanbul’un her yerinden 400’e yakın gözaltı olmuştu. Bu açıkça “Sizden nefret ediyoruz, sokağa çıkmayacaksınız, görünmeyeceksiniz, sokağa adımınızı attığınız an biz buradayız, ensenizdeyiz” demek. Buna karşın kimse geri adım atmadı, evlerine dönmedi. Bugün bir feminist hareket, bir de LGBTİ+ hareket her şeye rağmen sokakta durmaya devam ediyor. Çünkü yapabileceğimiz başka hiçbir şey yok. En temel meseleyi, yaşama hakkımızı savunuyoruz. Şunu iyi biliyoruz, buna “Eyvallah” dersek, şimdi geri çekilirsek bir daha dışarı çıkamayacağız, bizi gerçekten o yatak odalarına kapatacaklar ve üstümüze o kapıları kilitleyip gidecekler.
‘Partilerle biz de görüşüyoruz’
Anayasa değişikliği için AK Parti, diğer partilerle görüşmeler yaptı. Partilerin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Partilerle biz de görüşüyoruz. SPoD, LGBTİ+ hareket içinde, örgütlü bir şekilde siyasal katılım için çalışan az sayıdaki örgütten bir tanesi. Geçen sene Türkiye’nin bir sürü yerinden örgütlü LGBTİ+’larla bir araya geldik ve anayasal taleplerimizi yeniden ele aldık. Sonrasında da Meclis’te sandalyesi bulunan bütün siyasi partilere sizinle görüşmek istiyoruz diye başvuruda bulunduk. Ankara’da beş partiyle görüştük. Bunlar HDP, CHP, İYİ Parti, TİP ve DEVA. Milletvekilleri ya da üst düzey yöneticileriyle görüştük ve Meclis’te ya da genel merkezlerinde derdimizi anlattık.
“Türkiye Buna Hazır” başlığında, çok geniş katılımlı bir kampanya hazırladık. Çünkü görüşmelerde hep şunu duyuyoruz, “Tamam, haklısınız ama Türkiye şimdi buna hazır değil. Seçim yapılsın, AKP gitsin, bize biraz daha zaman verin.” Biz de diyoruz ki, hayır Türkiye buna hazır, çünkü Türkiye biziz. Biz hazırız. LGBTİ+’lar senin sıra arkadaşın, senin çoluğun çocuğun, az görüştüğün akraban, iş yerinde patronun ya da birlikte çalıştığın personelin, Meclis’te danışmanın, yani her yerdeyiz. Dolayısıyla hazırlanması gereken kimse yok, biz zaten buradayız ve hazırız.
Elbette her partiye aynı taleple gitmiyoruz. Yıllardır LGBTİ+ hareketini Meclis’e taşımaktan imtina etmeyen, kendi programlarına da alan HDP’den başka, Deva Partisi’nden başka taleplerimiz var. Ama onlara şunu söyledik, “Bize açıktan destek vermeyebilirsiniz ama en azından önünüze aleyhimize bir şey geldiğinde destek olmayın.”
Örneğin Nefret Mitingi öncesinde de partilere çağrı yaptık, iki ayaklı bir çağrıydı. İlk olarak siyasi partilerin içindeki lubunyalara dedik ki, örgütlerinizi harekete geçirin, bütün partiler bunu durduracak ya da kınayan bir şeyler yapsın. İkincisi, siyasi partilere ve insan hakları örgütlerine genel bir çağrı yaptık, kınamalarını istedik. Gerçekten birçok partiden, birçok vekilden ses çıktı o dönem.
Dolayısıyla, Anayasa değişikliği önerisine destek çıkılacağını sanmıyoruz, ama şunun da farkındayız. Başka pazarlıkların kurbanı olabiliyoruz.
Biz sayı değiliz. Ne kadar oyunuz var sorusuna sayıyla cevap veremeyiz. Ama sosyalist hareketin kendisi için söylediği gibi, “ölçülmeyiz, tartılırız biz.” LGBTİ+ hareket böyledir. LGBTİ+ haklarını savunmak turnusoldur ve sarkacın ne tarafında durduğunuz temel hak ve özgürlüklere dair bütün duruşunuzu ve tavrınızı belirler.
Devlet kimdir?
Siz nasıl bir anayasa istiyorsunuz?
En başta Anayasa’da eşitliği düzenleyen 10. Madde’ye cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bir tanınma talebi ve yasal tanınma şu nedenle gerekli: Aslında kimse polis teşkilatını arayıp “LGBTİ+ gelirse başvurularını alma” demiyor. Kimse hastaneleri arayıp hekimlere “Yaralanmış bir trans gelirse onu tedavi etme” demiyor. Ama ideolojik ittifak, ideolojik birlik diye bir şey var. En üst düzey bürokratlar “LGBTİ+’lar sapkındır, teröristtir” dediğinde, kamu personeli de buna göre hareket ediyor. İşini yapmadığında ya da bir lubunyaya kötü davrandığında başına bir şey gelmeyeceğini biliyor. O nedenle bizim yasalarda adımızla sanımızla var olmamızın algının değişmesi adına politik bir anlamı var.
Türkiye otoriter bir ülke olduğu için devlet denilince aklımıza üst düzey yöneticiler geliyor ama aslında devlet sokakta gördüğümüz polistir, okuldaki öğretmendir, hastanede muayene eden doktordur. Ben devletin böyle yüzleriyle muhatap olurum, onlardan saygı beklerim. Adliyeye gittiğimde hâkim, savcıdır, kapısındaki güvenlik görevlisidir devlet. Yoksa sokaktaki sade vatandaş için devlet Recep Tayyip Erdoğan değildir. Onunla ben zaten hiç karşılaşmıyorum ki.
Anayasa 10. Madde temel talebimiz, onu mutlaka değiştireceğiz, kurtuluşu yok. Ama bunun dışında, yürüyüşlerimiz genel ahlak, genel sağlık, kamu düzeni gerekçe gösterilerek yasaklanıyor. Bu kadar muğlak ifadelerin Anayasa’da olmaması gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca genel olarak aileye sağlanan desteklerin aslında hane destekleri olarak sayılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü evlenmeyenler, evlenmeyi tercih etmeyenler mevcut aile şemsiyeniz çatısı altına bir türlü giremiyor ve desteklerden yararlanamıyor.
‘Çocuğum panoya gökkuşağı bayrağı asmış’
Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD) nasıl çalışmalar yapıyor?
Öncesinde bahsettiğim gibi siyasal katılım çalışmalarımız var. Yerel yöneticiler, milletvekilleri ve siyasi partilerle görüşmeler yapıyoruz. Taleplerimizi derliyor, iletiyor ve derdimizi anlatıyoruz.
SPoD’un diğer faaliyetleri iki ayaklı yürütüyor. Biri hizmet, biri de savunuculuk. Bizim hizmet olarak sunduklarımız aslında devletin yapması gerekenler. LGBTİ+’lar kamu kurumlarından hiçbir hizmet alamadıklarından ücretsiz psikolojik destek, ücretsiz hukuki destek ve ücretsiz sosyal hizmet desteği sunuyoruz. Bunu bünyemizde çalışan profesyoneller sayesinde yapıyoruz. Aynı zamanda gönüllü avukat ağımız, sosyal hizmet ağımız ve psikolog ağımız var. Danışma hattını arayan biri örneğin “Ben şu köyde yaşıyorum, sevgilimden ayrıldım, derdimi anlatacağım kimse yok” diye arayabiliyor, akran desteği de alabiliyor. Hukuki destek hattını “Çocuğum okulun panosuna gökkuşağı bayrağı asmış, okuldan atmakla tehdit ediyorlar, ne yapacağımı bilmiyorum” diye arayabiliyor. Çünkü biliyorsunuz bayraklarımızı bir terör flaması haline getirmeye çalışıyorlar.
Ayrıca akademi alanında çalışmalar yapıyoruz. LGBTİ+’ları konu kalan ve akademide kendine yer bulamayan tezleri katılımcılarla birlikte tartışmaya açıyoruz. Akademisyenler geliyorlar, dertlerini anlatıyorlar. Akademik alanda queer okumalar yapıyoruz.
HIV çalışmaları yürütüyoruz. Çünkü mevcut HIV derneklerinin, HIV ile yaşayan lubunyaları görmediklerine, bazen de dışarıda bıraktıklarına dair bir tespitimiz var.
Ayrıca kendi aramızda gerek yüz yüze gerek online görüşmelerimiz var. Kendi ülkemizde ya da başka ülkelerdeki lubunyalarla görüşüyor, hikâyeleri ortaklaştırabiliyoruz, bu bize güç veriyor.
#Ak Parti#Anayasa değişikliği#Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği#LGBTİ+