Sence geleceği kurmak için kavramlarla uğraşmak iyi bir fikir mi?
Geleceği kurmak için, bugünü kurmak için, hatta dünü anlamak için de kavramlarla uğraşmak gerekiyor. Çünkü aslında olaylar kavramların karşılığı. Eğer siz sadece olaylar, meseleler bazında tarihi okursanız aslında hiçbir şey anlamıyorsunuz. Olayların kavramsal karşılıkları üzerinden düşünmeye başladığınız zaman işin politikasını, kültürünü, felsefesini kavrayabiliyor ya da oluşturabiliyorsunuz.
Ahlak Belanızı Versin atölyeleri yapıyorsun. Yani bir süredir ahlakla uğraşıyorsun. Bugün Türkiye’de ahlakla uğraşmak neden önemli?
Aslında ahlakla uğraşmak her coğrafyada ve her tarihte önemli olmuş. Çünkü sistem her zaman ahlak üzerinden oluşturuluyor. Ahlak sadece bugün değil, her zaman inançla doğrudan bağlantılı. Gerçekliği politik emellere göre şekillendiren bir sistemin rasyonelleşmiş, aklanmış kavramı olan ahlak, aslında büyük bir tuzak. Evet bugün için önemli ama uygarlık tarihi boyunca da önemli. Felsefenin ilk tartıştığı kavramların başında iyi, kötüyle birlikte, ahlak ve erdem geliyor. Din de felsefeden aldığı güçle, dogmatizme giderken ahlak meselesinin ne kadar önemli olduğunu biliyor. Bütün inanç sistemleri ahlak üzerinden müritlerini, toplumları şekillendiriyor. O yüzden ahlakla uğraşmak önemli, aynı zamanda zor, çünkü ahlak aslında tabularla şekillenen bir kavram.
Biz atölyede, 20 kişi bir odaya kapanıp ahlak kavramından yola çıkarak bu tabuları masaya yatırıyoruz. Hiç düşünmeden, sorgulamadan kabul ettiğimiz bu tabuların, kendimize büyük bir güvenle savunduğumuz ahlaki değerlerimizi nasıl boşa çıkarttığını, zihnimizdeki doğrularla, erdem ve adalet anlayışımızla aslında nasıl ters düştüğümüzü ve en önemlisi de bunu nasıl fark etmediğimizi deneyimliyoruz.
Mesela atölyenin sonunda ahlak üzerinde düşündüğümüzde aklımıza gelenler birbirinin tamamen zıttı veya birbiriyle hiç alakası olmayan meseleler olabiliyor. O yüzden ahlakı tartışmak -insanın eğer böyle bir derdi varsa- kendisini anlamak, “ne yapıyorum, neyi doğru ya da yanlış biliyorum, ne istiyorum” sorularıyla daha başka bir yerden karşılaşma fırsatı veriyor ya da tehlikesi doğuruyor. Bu nedenle bu atölye buluşmalarını çok önemsiyorum. Sadece katılımcılar değil ben de her seferinde farklı bir farkındalık yaşıyorum.
‘Dini ahlak aklı…’
Kavramların karşılığı zamanla değişiyor, farklı anlamlar ifade etmeye başlıyor mu? Tanımını yapana ya da duruma göre?
Zamanla değişiyor, ama değişim hızlı değil, binlerce yılda gerçekleşiyor. Mesela kadın meselesi, cinsel ahlak, toplumsal ahlak birbirine bağlı ve bütün değerleri oluştururken ahlak, cinsellik üzerinden tarif ediliyor. Bu tarif de bundan binlerce yıl önce yapılmış bir tarif üzerinden biçimleniyor. Aileyi, aile içi ahlakı, bireyin cinsel ahlakını, bunların hepsini aslında, bu yüzyılda, hâlâ dini ahlak aklı ile tanımlıyoruz.
Bu bağı fark etmemenin ya da sorgulamamanın bedelinin ne olduğunu da görmezden geliyoruz. Misal, kadın cinayetlerinin durdurulmasını gerçekten istiyorsak önce kadına ve erkeğe yüklenen toplumsal kimlik tanımlamalarını ve sorumluluklarını yeniden ve samimiyetle gözden geçirmek zorundayız. Ama bunu yapmaya başladığımız anda inanç ve ahlak bariyerine tosluyoruz. O bariyerlere dokunmadan sadece sonuç üzerinden çözüm aramanın nafile olduğuyla yüzleşebileceğimiz kadar ağır tecrübeler yaşadığımız halde, ailenin kutsalllığı ya da anneliğin erdemleri safsatasının içine sıkışmış bir kadınlık sorununa dönüp bakmayı tehlikeli buluyoruz. Erkeğe de taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yükleyen ve sonunda şiddetti kendinde hak görmesine neden olan iktidar algımızı sorgulamanın bizi götüreceği yıkıcılıktan payını alacak olan değerlerin dokunulmazlığı bizi bunu yapmaktan hızla caydırıyor.
Üstelik bu sadece bu çağın ve bu coğrafyanın meselesi değil. Keşke öyle olsa. Bugün biz Finlandiya’da çekilmiş bir filmde kadına dair anlatılan bir sorunu burada seyredip o filmle bağ kurabiliyorsak, İran’da yazılmış bir şiirin ya da Hindistan’da yazılmış bir romanın içindeki o ahlakla ilgili meseleyi anlayıp hissedebiliyorsak, farklı toplumlar farklı zamanlar olsa da demek ki insanlığın özündeki sorun aynı. Etkileri, zararları, dereceleri değişiyor olabilir ama çekirdeğinde, kadını ve erkeği tarif etme biçiminde çok temel bir yanlış var. İnsanın birbirine bakma ve değerlendirme çabası ahlak aslında. Böyle bir çabayı en baştan yanlış yerden yola çıkarak biçimlendirmeye başladığımızda bu, siyasal ahlaka da kültürel ahlaka da, mesleki ahlaka da olduğu gibi yansıyor.
Kadına yönelik şiddetten söz edince, temel öğretimde ölümle ilgili bir dersin olması gerektiğini düşünmüşümdür. Çünkü belli ki Hayat Bilgisi ya da Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde anlatılanlar yetmiyor. Başka hangi kavramlar en baştan ele alınabilir?
Ben de temel eğitimde hep savaş dersi olması gerektiğini düşünürüm. Savaşın ilkokuldan itibaren bambaşka açılardan, sonuçlarıyla, hani o filmlerde seyrettiğimizde üzüldüğümüz yanlarıyla anlatılması gerektiğini düşünürüm. Bunu yapmaya başlasak, insanlığın kaderi değişir. Uzak ve yakın tarihlerdeki savaşları yeni nesillere “Şu kazandı, şurayı aldı, bunu yıktı, burayı kurdu” diye değil de “Şu insanlara şunlar oldu, yenilen iktidarların temsil ettiği halkların başına şu geldi, kazanan iktidarların halkları sonra şunları yaşadı” diye anlatılsa… Bambaşka bir dünyada yaşıyor oluruz.
‘Eğitim, kültürü biçimlendirir’
Bambaşka bir dünya dediğimizde, daha iyi bir kültürel gelecek yaratmak için işe nereden başlamalı?
Eğitimden. Eğitim politikaları, kültür politikalarından daha önemli. Çünkü kültür kendiliğinden oluşur, gelişir. Politikalarla evet biraz belirleyebilirsiniz ama asıl eğitim politikalarınla kültürün ne olacağını benimser, biçimlendirirsiniz. O yüzden ben eğitim politikalarının çok daha önemli olduğunu, daha öncelikli olduğunu düşünürüm. Mesela mevcut iktidar da bunu böyle yapmıştır. Atatürk de aynısını yapmıştır. Önce eğitimle bir toplumu biçimlendirmeye çalışmıştır. Hitler de böyle yapmıştır. İyi ya da kötü niyetli bütün devrimlerin önceliği eğitimdir. Eğitime öncelik verirseniz, zaten kültür de ahlak da eğitimle biçimlenir. Bizdeki zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi eğitimini düşünelim. Kaç nesil bu eğitimin içinden geçip geldi. Cumhuriyet tarihinde okullarda din ve ahlak derslerine girmenin zorunlu olmadığı kıymetli zamanların ne kadar az olduğuna bakarsak, eğitim politikalarının kurbanı olan bu ülkenin başına gelenleri daha doğru bir noktadan analiz edebiliriz.
Sence eğitim politikalarının temelinde ne olmalı?
Ben gerçekçi olmaktan yanayım. En korktuğumuz şey. Gerçek var, en sert haliyle yaşıyoruz ve bunu hiçbir zaman yaşadığımız gibi görmüyoruz, soyutluyoruz. Tamam soyutlamak şahane, sanat buradan çıkıyor ama din de buradan çıkıyor. Ahlak da soyutlamadan çıkıyor. Nasıl soyutladığımız önemli. O yüzden ben gerçeklerle ilgili daha sert, daha felsefi, daha insana ayna tutan bir eğitimin verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Düşünsenize hukuk diye bir sistem kurmuşuz. Bu sistemle insanı insandan korumaya çalışıyoruz. Biz kendimizi kendimizden korumak için kurduğumuz sistemle kendimizi kendimize kırdıran bir türüz. Böyle bir aklımız ve becerimiz var. Hukuk ve adaletin ne anlama geldiğini böyle bir noktadan sorgulamadığımız için de, hukukun zalimlerin eline geçtiğinde korkunç bir silaha dönüşmesine şaşırıyoruz. Eğitim, eğitimsiz insanlar yetiştiriyor. Hukuk hukuksuz bir düzeni korur hale geliyor. Nihayetinde insanın marifet sandığı bu korkunç düzen, tüm gücünü oksimorondan alır hale geliyor. O yüzden bizim eğer dünyayı ve insanı değiştirmek gibi bir meselemiz varsa önce gerçeklik algımızı masaya yatırma cesaretini toplamamız gerekiyor. İnsanın “Ben kimim, neyim ve ne yapıyorum” sorusunun cevabını inançta ya da inanç kökenli bir ahlakta değil akılda aramaya ikna olması gerekiyor.
‘Sevdiğimiz kuzuyla yediğimiz kuzu’
Tarifler, kullanım biçimleri ve sonuçları arasında bağ kurmaktan söz ediyorsun. Belki eğitim bağlar, bağlamlar kurmayı da geliştirmeli.
Aslında küçücük bir farkındalıkla mümkün olabilir. Büyük bir eğitim işi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü insan aslen bu bağları kurabiliyor. İnsan bu bağları kurabildiği için hayatta kalıyor. Fakat tasarrufları var, kurmak istedikleri ve istemedikleri. Sorun orada oluşuyor. Atölyenin temel cümlesi şu: İnsan neden sevdiği kuzuyla yediği kuzu arasındaki bağı kurmuyor? Sevdiğimiz kuzu ile yediğimiz kuzu arasında direk yakın bir bağ var ve biz bunu kurmuyoruz. Çünkü kurarsak bütün yapıyı kıracak. O sistem işlemez olacak, her şey altüst olacak. Peki biz bunu kuramadığımız zaman bunun sonuçları ne oluyor? Bunlar üzerine hiç düşünmüyoruz. Bu çok eski, arkaik bir düşünce ve en temel düşünce. Bunu atlayıp bugünkü politikalar üzerinden, insan hakları üzerinden düşünmeye başlayınca bir yere varamıyoruz.
Şöyle düşünün, mülteci sorunuyla ilgili müthiş çalışmalar yapılıyor. Bunun bir sorun olduğu kesin. Bütün dünyada duyarlı bir kesimin gözü buna açık. Ama mülteci sorunu bir sonuç. Asıl sorun silahlanma.
Ama artık silahsızlanma üzerine bir derdi yok dünyanın. 1950’ler 60’larda dünyada silahsızlanma konuşuluyordu. Sonra bu fikir, uyuşturucu kullanan hippilerin meselesi olarak “savaşma seviş” romantikliğinde dünyanın çöplüğüne atıldı ve şimdi herkes silahlanmaya bir ekonomik güç olarak bakıyor. Biz de bunu kabul ediyoruz. Yasaları var, kuralları var. O gelişmiş ülkeler diyorlar ki, biz savaş olan bölgelere silah satmıyoruz. Üstelik silahın sadece legal değil illegal bir ekonomisi de var. Devletler bunu da görmezden gelebiliyor hatta o illegaliteyle gerektiğinde işbirliği yapabiliyorlar. Hepimiz her an savaşabilirmişiz gibi silahlanıyoruz ve sıramız gelince sahneye çıkıp savaşıyoruz. Bütün ülke ekonomimizi bunun üzerine kuruyoruz. Böyle bir kabusun içinde yaşarken, mülteci meselesine çözüm aramak çok saf bir çaba. Savaş hukuku diye bir şey var bu dünyada. Bir hukuk çerçevesinde savaşıyoruz. Bunların gerçekliği ve bu gerçekliğin sertliği üzerine düşünmektense, biz savaş hukukuna uyuluyor mu uyulmuyor mu diye birbirimizi denetliyoruz. Bu tüyler ürpertici bir dehşet aslında. Bu bağları kurmak için çok büyük bir sistem değişikliği gerekmiyor. Biz bu bağları kurmayı niye tercih etmiyoruz, onu tartışmak için ciddi bir ahlak değişimi gerekiyor.
‘Kültür, politikalar üstüdür’
Eğitim, kültür politikalarından daha önemli dedin. Kültür politikaları bir yazar için nerede durur? Nasıl işe yarar?
Kültür politikası iyi de olsa kötü de her zaman sanatçının işine yarar. Özgürlük, yaratıcılık için çok kıymetlidir ama kısıtlanmak da aynı ölçüde kıymetlidir. Yaratıcılığı tetikleyen itiraz ve isyan dürtüleri, sorgulama ihtiyacı, dil ve anlam arayışı baskıcı dönemlerde de sanatın alanını inadına genişletir. Üretilen eser kadar üretilemeyen, yasaklanan ya da denetlenen ve bu koşullarda var olmaya inat eden eserin kıymetini düşünün.
O yüzden ben yaratıcılığın, kültür politikalarından bağımsız olduğunu düşünürüm. Hatta kültürün aslında politikalar üstü olduğunu düşünmek gerekir. Politikaları biçimlendirilecek şey kültürdür. Politikalar onun kuyruğuna tutunabilir sadece.
İran’ın kültür politikalarını düşün, İran’ın sanatını biçimlendirebiliyor mu? Yasaklamanın, engellemenin biçimlendirdiği sanatın kendisine zor da olsa açtığı o muazzam yolu düşünün. Müthiş şeyler çıkıyor o politikalara karşı. Buradan baktığınız zaman, destekleyici olan kültür politikalarının bile aslında sorunlu olduğunu görürsünüz. O yüzden geleceğin kültür politikalarının derdi, bu ülke özelinde düşünüyorsak, ülkenin potansiyel kültürüne yetişebilmek olmalı. Onun önüne halı sermek olmalı. Onun arkasında durmak olmalı. Yoksa onu biçimlendirmek diye bir politika tarif etmemek gerekiyor. Biçimlendiremez. İran’ın sinemasını hangi kültür politikası biçimlendirmiş? Evet biçimlendirmiş ama bir karşı duruş olarak. En kötü haliyle, onu güçlendirmiş.
‘Geleceği, mülteci bir çocuk yazacak’
Son olarak, kültürel gelecek nasıl yaratılır? Kimler yaratacak?
Kültürel geleceği aslen gerçek ve hayat şekillendirir. Şu anda bu dünyada savaşlar ve yoksulluk nedeniyle yaşanan büyük bir göç var. Bu ülkenin sokakları da, Rusya’dan, Afganistan’dan, Afrika ülkelerinden, Suriye’den kaçıp gelmiş insanlarla dolu. Çoğu yoksul insanlar. Aralarında sayısız küçük çocuk. Bizler, buranın nispeten eski sakini olarak, değişen düzenin içinde kendi yerimizi korumaya çalışırken içine düştüğümüz tartışmalarda “Ülke kimindir, bu dünya kimindir, göç nedir, savaş nedir, sınır nedir, milliyet nedir, ulus nedir, biz kimiz, onlar kim, din nedir, ırk nedir?” diye düşünebilme noktasına hayli uzakken ve ırkçılık tuzağına düşmeye meyyalken… Biliyoruz ki tüm bu tartışmaların ve çıkmazların ortasında büyüyen, büyüyebilen bir mülteci çocuk bir gün gelecek, bir roman yazacak, bir film çekecek, bir oyun sahneye koyacak… Tarihin yazmadığı gerçekleri bambaşka bir yerden, kendi gerçek hikayesinde bize anlatacak. Yani kültürel geleceği o inşa edecek. Biz bir kez daha iş işten geçtikten sonra sanat aracılığıyla insanlığımızdan utanacağız.
Değişim buradan mı başlayacak?
Tabii değişim orada başlıyor ama dedim ya, kültür politikaları bir işe yaramaz. Kültür kendi yolunu bulur, biçimlenir, şekillenir ve sanatsal üretimini de bütün o katmanları yırtarak oluşturur. Zaten böyle bir şey sanat. Derin bir yerden fışkırarak yukarı çıkar, hiçbir kural tanımadan her şeyi altüst ederek. Bunu yapan insan, yapacak olan insan, şu an bu ülkede çok korkunç koşullarda yaşayan küçük çocuk. O çocuğu merak ediyorum geleceğin kültür dünyasını düşündüğümde. Kim bugünü başka bir yerden, çok daha gerçekçi, çok daha sert ve çok daha insana dair yerden, o politikalar üstünden anlatacak ve nasıl anlatacak? Çünkü gerçek oraya taşınacak. O kurguya taşınacak. Bu arada sormak lazım; devletlerin, uyguladığı hesapçı kültür politikalarını kim takar? O politikalar niyeti şaibeli muktedirleri güçlendirmekten başka ne işe yarar?