Peyk, temelleri 1991 yılında atılan bağımsız müzik gruplarından biri. Peyk’in müziğe bakışından bahseder misiniz?
Şarkıların hemen hemen hepsini ben yazıyorum. İlk etapta sözleri kabataslak yazıyorum ancak bu süreçte Peyk de var tabii. Onlara kayıt yolluyorum ve ne hissettiklerini ne olması gerektiğini söylüyorlar, üstüne uzun uzun konuşuyoruz. Kimi zaman daha yapım aşamasında demo kayıtlar oluyor, o kayıtlardan sonra provalarda son rötuşları, düzenlemeleri yapıyoruz, enstrümanları seçiyoruz. Belli bir müddet sonra da stüdyoya giriyoruz. Çoğu zaman altyapıları canlı çalıyoruz, üstüne renk enstrümanlarını seçip ekliyoruz.
Müziğe çok planlı ve programlı bakmıyoruz. Rastlantılara, şansa kalıyor. Ortak müzik zevkimiz var. Biraz sıra dışı olmak, biraz daha sürünün dışında kalmak gibi bir amaç var. Var olan, moda tabir edilen müzikler bizim alanımıza girmiyor. Kendi yolumuz olsun istiyoruz, özgün olmak gibi bir saplantımız var. Tabii ne kadar olunabilirse… Davul, bas gitar gibi enstrümanlarla belli temel bir klasik çizgimiz var ve oradan çıkmadan müziğimizi icra ediyoruz. Özgünlüğü ufak tefek ayrıntılarda arıyoruz.
Bir söyleşinizde de şarkılarınızdan Don Kafa’nın 1996’da doğduğunu söylemiştiniz. Şarkı 2011 yılında İçimdeki İz albümünde yer aldı. Peyk’in şarkıları dinleyiciyle buluşana kadar hangi süreçlerden geçiyor, şarkıları üretirken nelere dikkat ediyorsunuz?
1996 senesinde daha düzenlemesi yapılmamıştı Don Kafa’nın. Ben gitarda bir şeyler yapıyordum, şarkının ana akorları, sözleri vardı ama sürekli değişiyordu. Prova süreçleri başladı sonra, üstüne uğraştık ama istediğimiz verimi alamayınca bıraktık. Başka şarkılar vardı elimizde, onlara yoğunlaştık.
Yıllar sonra Don Kafa’nın sözlerini biraz değiştirdim, yeni bir bölüm eklendi. 2007-2008 yıllarında şarkıyı sahnelerde çalmaya başladık. Sahnelerde çalarken oturdu şarkı. Şarkının artık tamamlandığına karar verdik, 2010 gibi de kaydına başladık.
Her şarkının yapım süreci farklı. Örneğin Denizdeyim benim tek gitarla tamamını bitirip daha sonra sözlerini yazdığım ve grupla birlikte enstrümanları düzenleyip direkt kayda girdiğimiz bir şarkı. Ama Köleler ve Kilitler’de daha çok prova aldık, şarkı provalarda pişti. Düzenleme konusunda bir türlü karara varamadığımız, hatta birkaç düzenlemesini yaptığımız ama aralarında çekişmelerin olduğu bir dönemde Babylon Session’da rastlantı sonucu oluşmuş bir canlı kayıt Köleler ve Kilitler. Bir daha da öyle çalmadık zaten, sahnede başka türlü çalışıyoruz. Babylon’daki aletlerin hiçbiri bizim olmadığı ve onları satın almak da çok büyü paralara mâl olacağı için mekândaki setup’ı kurmamız çok zor. O kayıt bir daha öyle çalınamayacak.
Hayatım boyunca çok fazla şarkı yapmadım. Türkiye’de bu kadar uzun zaman bir arada olup da bu kadar az şarkı yapan tek grup olabiliriz. Yayımlanmış 46 şarkımız var. Buna karşın insanların bize bu kadar çok şey üretmişiz gibi davranmaları çok önemli. Çünkü biz iki üç iyi şarkı yapıp geri kalanında albüm dolduran gruplara benzemiyoruz. Bir Peyk albümü aldığınız zaman herhangi bir şarkıdan dinlemeye başlayabilirsiniz. Kayıt kalitesi olarak hepsi iyi albümler. Ben bunu biliyorum –egosantrik bir manyak değilim– albümlerin hepsi aynı kalite-kontrolden geçiyor.
Bir şarkı sözü bitmeden hayatta yayımlamam, isterse iki yıl sürsün. Şarkıyı check etmen gerekir, devamlı kontrol etmen gerekir. İyi bir söz yazabilmek için bir şarkıyı yaklaşık bin kere çalmanız gerekir. Son dönemde dijitalde üretim zorunluluğu var ve gençler sürekli üretmek istiyorlar. Devamlı üretmek ve oyunda kalmak zorundasınız. Ancak iyi bir şarkıyı yapmanın birçok evresi var. En başta sabırlı olmanız lazım. Onunla beraber bilgi ve denemelerden hiç kaçmamak gerekiyor. Biraz da iyi bir şansa ve güzel bir rastlantıya ihtiyacınız var. Bu da zaman ister.
Şarkıyla bir dönem geçiriyorum ve o şarkıdan başka hiçbir şarkıyla uğraşmıyorum. Bir şarkıyı yazarken çok yorulup tıkandığımı hissettiğimde onu bırakıp diğer şarkıya geçiyorum, iki ay üstüne uğraşıyorum. Ama bir günde iki şarkıyla ilgilenmiyorum, öyle bir şey yapmıyoruz. Şarkı tamamlanınca da vedalaşıyorum ve insanlara açıyorum. Eleştirileri kulak arkası etmiyor, kendi fikirlerimizin üstüne eklediğimiz bir çorba oluşturuyoruz. Mix ve mastering sürecinde de bazı aşamalardan geçiliyor ve her şarkının en az 40 versiyonu oluyor. Bir gün bu şarkı bitti diyorsun ama asla emin olamıyorsun. Tam bir deli işi.
‘Aynı derenin taşlarıyız’
Bir dinleyici olarak şarkı sözlerinin müziğin önüne geçtiğini düşünüyorum. Sözlerini yazarken insanlara bir mesaj verme kaygısı taşıyor musunuz, yoksa bir insanın sitemlerine, yakarışlarına, gözlemlerine mi eşlik ediyoruz?
Benim bir mesaj verme kaygım yok, şarkılarla not tuttuğumu düşünüyorum. Yaşadığımız zamanın bir parçasıyız biz de. Gözlemlerimi şarkılara yansıtıyorum sadece. O dönemle ilgili yaşadığımız sancıları kendi şahsi tarihimde yansıtıyorum. Genelde bunlar öznel ve tarihsel şarkılar oluyor. Biraz manifesto var bu işin içinde biraz biyografi var. Peyk’e bakacak olursak kendi biyografimizi yaptık diyebilirim, senaryosu var şarkıların.
Benim şahsi tarihimle toplumun tarihi arasındaki aritmetik ortalama diyebiliriz şarkılarımız için. Hiçbirimiz bağımsız değiliz, hayatı elimizde tutmuyoruz, yaşadığımız dönem bizi yönlendiriyor. Yaşananları göz ardı etmeden ama bunu yaparken içine düştüğümüz durumu ve olanlara karşı duruşumuzu da yansıtan dengeli bir edebiyat yapmaya çalışıyorum.
Türkiye’de toplumsal meseleleri anlatan şarkılar üretmenin zorlukları var mı? Mesela bir albüm yaptığınızda basında yer bulabiliyor musunuz, yoksa belli bir çevrede mi sınırlı kalıyorsunuz?
Şarkıların az duyulmasının sebebi bizim onları az tanıtmamızdan kaynaklı oluyor. Sol medyada çok yer buluyoruz. Mainstream dediğimiz medyada birçok röportajı reddettiğimiz oldu, meraklısı değiliz. Mainsteam medyada çalışan arkadaşlara karşı bir art niyetimiz yok ama bazı medya kuruluşlarına karşı sansür uyguladığımız doğru. Siyasal, iktidara yakın ya da söylemleri bizi temsil etmeyen medya kuruluşlarına çok yakın bakmıyoruz. Aralarında bizi seven insanlar da var ama o mecralarda temsil edilmeyi tercih etmiyoruz. Bize yakın, bizimle aynı dili konuşan, bizim gibi bağımsız olmaya çalışan –ne kadar olunabiliyorsa– öyle yayınları seçiyoruz ya da kendi sosyal medya sayfalarımızdan görüşlerimizi anlatıyoruz.
Bizden çok daha ünlü, anaakıma yakın gruplar var ama onların yazdığı şarkıların topluma, edebiyata etkisi bizimki kadar olmuyor. Adam bir şarkı yazıyor fakat sonrasında yaptığı ve yaşadığı şeyler üretimiyle çeliştiği için inandırıcılığını ve etkisini yitiriyor. Peyk’in bence en büyük başarısı budur. Mainstream gruplara göre çok küçük olmasına rağmen etkisi çok büyük. “Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın” denir hani, bizim düştüğümüz yerden çok daha fazlasını yakabilecek bir etki alanımız var bunca yıl sonra bile. Bu da bana mutlu ve gururlu hissettiriyor.
Peyk’le müzik yaptığım için gelecekte çok ünlü oluruz ya da zengin oluruz gibi bir beklenti içine girmedim hiçbir zaman. Hayal kırıklıklarımız da olmadı dolayısıyla. Beş kişiye çaldığımız zaman da keyif aldım. Beni mutlu eden şey bir müziğin çok fazla insana hitap etmesinden öte, az da olsa çok insanı etkilemesiydi. Beklediğimden çok daha fazla insanı etkilediğimizi düşünüyorum. Gençlere, özellikle müzisyen gençlere bir örnek teşkil ettiğimizi atölyelerimde gördüm. Onların hayatında yarattığımız etkiden çok gurur duydum, bunu onlar söylediği için biliyorum.
Daha öncesinde kitlemizden çok kopuktuk, konserler haricinde fazla ortalıkta dolaşmazdık. Çok da konser yapan bir grup olmamıştık. Sanal dünyanın varlığıyla beraber etkileşim artmaya başladı ve pek çok insanın hayatında yer kapladığımızı gördük. Beklemediğimiz kesimlere de ulaştık. Mesela son konserimize başı açık olsun kapalı olsun sağcısı, solcusu birçok insan geldi. Bizim görüşümüze yakın olmayan insanların da bizimle empati kurarak söylediğimiz doğru şeylerin üstündeki imzaya ortak olduklarını gördüm. Bu durum beni düşünmeye sevk etti son dönemde.
Politik insanların kutuplaştırmasıyla uzaklaşan bir kitleydik biz. Ama şunu anladım ki dürüst bir motivasyonla yapılmış müzik insanlara tam anlamıyla tesir ediyor. Bu durum, ortak değerlerimizin aslında o kadar uzaklaşmadığını gösterdi bana. Kendi içimde artık bir kitleye müzik yaptığımı düşünmüyorum, bir tarafın müziği de değiliz biz. Hümanist insani değerler hepimizin ortak noktası. Bu ülkenin insanlarıyız, bir derenin taşlarıyız. Üstümüzden ne kadar akıntıyla sel de geçse, birbirimize çarptığımız zamanlar da olsa, biz bu ülkenin ortak noktasıyız. Yaptığımız işle siyasetin üstündeyiz. Bir partinin sesi değiliz ama tabii ki sol pencereden bakıyorum ben dünyaya, sınıf bilincine önem veriyorum. Çünkü başımıza gelen her şey –maalesef ki böyle– sınıf bilincimizi, haklarımızı kaybettiğimiz için oldu, fakirleştik. Sağcıların, solcuların, Türklerin, Kürtlerin, milliyeti ne olursa olsun bütün işçi sınıfının tecavüze uğradığı bir dönemden geçiyoruz. Asıl yapmamız gereken şey bunun farkına varıp adil gelir paylaşımını sağlamayı amaç edinen sınıf bilincinin tüm halka sirayet etmesi. Ayrımların unutulduğu, eşit gelir dağılımının ve adil adalet sisteminin oluştuğu bir ülke hepimizin ortak hayali olmalı.
Birileri çok paralar kazanıyor, birileri çok büyük gelirler elde ediyor ve bu halka ulaşmıyor. Mesela İstanbul gibi koca bir yerde çocukların spor yapacağı alanlar yok, özel spor salonları var ve hepsi çok pahalı. Çocuklar yüzemiyor, atletizme başlayamıyor. Onun dışında sağlık ücretleri giderek artıyor, eğitim inanılmaz kötü duruma. Bunlar toplumun kültür hayatını da etkileyen etmenler. Hepsinin düzeltilmesi lazım ve bu noktada yapmamız gereken gelirin payımıza düşen ve giderek azalan kısmının yükselmesini talep etmek. Bu da grev yoluyla olur, güçlü sivil örgütlerle olur ve cesur konuşan sanatçılarla, yazarlarla, gazetecilerle olur. Biz kendi üstümüze düşen görevi yapmaya çalışıyoruz.
‘Star değiliz ama çok daha iyiyiz’
Pandemi dönemi özellikle müzik sektöründe çalışanlar için çok zor geçti. Olta Dayanışma tam da bu dönemde ortaya çıktı. Dayanışma ağı kurma fikri nasıl oluştu, nasıl karşılık buldu, zorlukları oldu mu?
Tabii kolay değildi. Pandemi bizi mahvetti, yalnızlaştırdı. Müzisyenler bunalıma düştü çünkü hem para kazanamıyorsunuz hem eve hapis kalmışsınız. Devlet sanatçılara hiçbir şekilde destek vermedi. Kendimizi sokakta bulduk, pek çok insan intihara kalkıştı. Dolayısıyla bu dayanışma fikri biraz da çaresizlikten geldi bize.
Sembolik bir şeydi Olta, arkadaşlarımız için bir şey yapalım istedik. Ne yapabilirdik? Evimizde kayıt yapabiliyorduk dijital olarak, bundan başka hiçbir yolumuz yoktu. Tam da bu dönemde atölyem vardı ve Olta fikri orada aklıma geldi. Eşe, dosta, arkadaşlara fikri açtım, bir albüm çıkartırız herhalde dedik. Bir iki derken bugün 13 albüme ulaştık ve hâlâ da devam ediyor. O kadar güzel kayıtlar geliyor ki.
Atölyenin, İsimsiz Orkestra’nın bu işe çok büyük desteği oldu. Bunun dışında bazı mainstream sanatçılar, türkü camiası bize destek verdi. İnanılmaz büyük isimler Olta projesine şarkılar verdiler. Proje beklemediğimiz bir yere gitti ve daha da gidecek gibi görünüyor.
Bizim bu işte bir hayalimiz var. Projeden gelen telif paralarıyla kimseyi kurtaracağımızı düşünmüyoruz açıkçası. Müzisyenlere yardım etmekten daha büyük bir amacımız var: Örgütlenmek. Olta sayesinde insanlar birbiriyle tanışıyor, haberleşiyor, grup kuruyor, birbirlerine imeceyle ürün üretiyorlar. Diyoruz ki 100 albüm yayımlasak, onun telif gelirleriyle birkaç stüdyo tutsak ve müzisyenlere açsak. 24 saat sanat yapılan bir alan olsa o stüdyolar. İnsanların rahat rahat kayıt yaptığı, kendi konser alanlarını yaratan, festivalini düzenleyen, medyasını, tanıtım ağını oluşturmuş bir müzisyen birliği hayal ediyoruz.
Maalesef bu fikri çok fazla isme ulaştıramadık, belki bizim hatamızdır, belki de onların biraz bencil olmasındandır. Ben devamlılığa inanıyorum, aynı şarkı yapmak gibi. İnatla albüm yapmaya devam ediyoruz. Mainstream isimler gelmiyorsa, bağımsızlarla devam edeceğiz. Kendi mainstream’imizi yaratacağız. Belki 20., 25. albümde çok büyük hitler yaratan genç müzisyenler ortaya çıkacak. Sonra gelirler artacak ve çok doğru işler için harcayacağız.
Hayatımın sonuna kadar Olta’nın içinde olmayı, elimden geldiğince atölyeler açmaya devam etmeyi düşünüyorum. Bunu niye yaptığımı da çok iyi biliyorum. Son dönemde “Ez, kır, götür sen en tepede olmalısın, sen starsın” gibi bir yaklaşım var. Biz bunun karşısındayız, star değiliz ama çok daha iyiyiz. Mahalle bizim sonuç olarak. Biraz sert olacak ama starlık kurumunun hastalık olduğunu düşünüyorum. Evvelsi gün bir konser yaptık,7-8 yaşında çok tatlı, küçük bir çocuk sahneye çıktı, kenarda karanlıkta dans ediyordu. Ona “Sahnede olmak ne demek biliyor musun?” diye sordum. Yanıma çağırdım, sahnenin tam ortasına getirdim, ışıklar adamın gözünü kör ediyordu. Ona “Ne görüyorsun” diye sordum, bana “Gözlerim kamaştı, hiçbir şey görmüyorum” dedi. Dedim ki “İşte şöhret insanın gözünü kamaştırır, kör eder.” Öyle bir espri oldu, güldük eğlendik ama çocuk bile orada olmanın o kadar güzel bir şey olmadığını anladı. Hastalıklı bir durum. Ama tabii ki şov bu, müziğin doğası böyle.
Hasbelkader sahnelerde binlerce konser yapmış bir grubun üyesiyim. Sahnelerde kendimizi ispatladık, insanlar canlı çaldığımız zaman bizi sevdiler. O konuda kendine güveni olan bir grubun üyesiyim. Ama ben stüdyoda ve işin mutfağında daha rahatım. Üretim konusunda sahnenin hiçbir zaman stüdyonun ya da kayıt sürecinin önüne geçmemesi gerektiğine inanıyorum. Sahnede kayıt yapılacaksa anlamlı benim için. Şov dünyasına çok fazla prim vermiyorum, kendimi o geleneğin devamı olarak da görmüyorum. Halkın içinden çıkan, gerçek hikâyeleri anlatan halk ozanlarının ve türkü camiasının devamı olarak görüyorum kendimizi, tabii biz şehirli versiyonuyuz. Peyk’in bu devamlılıkta önemli bir yer tuttuğunu sevinerek görüyorum. Türkiye tarihi, halkın içinde yaşayan birçok müzisyenle ve pek çok grupla dolu. Moğollar gibi yaşayan efsanelerimiz var. Biz Moğollar’ın Düm-Tek’iyle büyüdük ve onların devamıyız. Gençlere bu konuda örnek olmaya çalışıyoruz. Olta da bu devamlılığın bir ayağını oluşturuyor.
‘Eğitmediğimiz insanın kültüre ihtiyacı olmuyor’
Olta’nın yeni albümü yakın zamanda dinleyiciyle buluşacak. Ayrıca single’lara da yer veriyorsunuz. Proje kapsamında daha başka planlarınız var mı?
Yunan bir arkadaşım var. Geçen görüştüğümüzde Olta’dan bahsettim, biz de şarkı verebilir miyiz dedi. “Siz biraz şarkı yapın, biz biraz şarkı yapalım. Politikaların nefret üretimine diss yapalım. Biz sonuçta sanatçıyız, kavga sınırlarını kaldırmamız gerekiyor. Politikacıların yol açtığı gereksiz entrikalara müzikle cevap vermek istiyoruz” dedim ve Yunan müzisyenler bu fikre bayıldılar. Olta’nın dünyaya sıçraması bile mümkün.
Hiçbir müzisyen savaşın bir işe yarayacağını düşünmüyor. 20. yüzyıldaki bütün savaşlar insanlara mutluluk getirmediği gibi hiçbir şeyi de çözmedi. Savaşlar bir şeyleri çözmüyor. Jonas Edward Salk çocuk felci aşısını buldu. Bu buluştan milyarlarca dolar kazanmayı reddetti, para almadı ve birçok çocuğun, çocuk felcinden dolayı zorluk çekmesini engelledi. O adam örnekti bana, okuduğumda çok duygulanmıştım. Biz müzikte onun devamı olmak istiyoruz. İyilik iyiliği getiriyor çünkü. Hayatımızda sanat olsun, çocuklar rahatça spor yapsın, gıdaya, sağlığa, güzel okullarda eğitime ulaşsın. Bunu sadece bizim için istemiyoruz Yunanlılar için de Hindistanlılar için de herkes için mutlu bir yaşam olmalı.
En büyük sıkıntı bizim ülkemizde ve dünyamızdaki gelirlerin eşit paylaşılmaması. Bu durumda kültür de paylaşılamıyor. Çünkü eğitmediğimiz insanın kültüre ihtiyacı olmuyor. O adam karnını doyurmakla uğraşırken sanatta ne oluyor, müzikte ne oluyor gibi düşünme şansı olmayacaktır. Sanat ve kültür ekonomiyle çok bağlantılıdır. Ekonomiyi geri plana atamayız. Bilim, eğitim ve ekonomi mahşerin üç atlısı gibi yan yana gidiyor. Birisi bile eksik olduğunda toplum ileri gidemiyor, şimdi olduğu gibi.
Biz Olta’da bu bakış açısıyla ilerliyoruz, olayı biraz böyle değerlendiriyoruz. Bazen imece usulüyle yapıyoruz bazen hazır projeler geliyor birlikte kotarıyoruz. Kapakları gönüllüler yapıyor. Mix’ten medya ağına şarkılardan provalara her şey organize ve herkes ne yapacağını çok iyi biliyor.
70’e yakın müzisyene destek
Olta’dan elde edilen gelirle bugüne kadar kaç müzik üreticisine destek sağlandı?
Şu ana kadar 70’e yakın belki de daha fazla insana destek sağlandı. Paralar geldiğinde hemen dağıtılıyor ki zaten dijitalde yazılı çizili olduğu için iç denetleme mekanizmamız da çok rahat. Parayı ne yapacağımız konusunda ortak karar alıyoruz.
Bunun yanı sıra yüzlerce müzisyen şarkı yaparken birbirine yardım etti, ediyor. 1500 müzisyen birbiriyle tanıştı. Bu tanışıklıklarla ortaya çıkan, albümler dışında 200’e yakın şarkı vardır. Bu çok önemli bir rakam.
Albümler yeterince tanıtılmıyor, çocukların emekleri boşa gidiyor. Biraz tanıtalım diye konuştuk, o da bir yardımdır bence. Fikir önemli burada, Olta fikri önemli, o yüzden tanıtılmalı.
Olta’daki hayalimiz, amacımız örgütlenmek, dediniz. Türkiye’de müzisyenler arasında örgütlülük ne durumda?
Müzisyenlerin bir sendika çatısı altında bir araya gelmesi, olması gerekendir. Ama şu anda Türkiye’deki sendikaların durumunu gördüğümüz için, sendika adını koymanın tehlikeli ve gereksiz olduğunu düşünüyorum. Sendikaya girdiğinizde devlet kafanıza çöküyor, sizi bir şekilde kanunların arasına sokup kafanıza çekiçle vuruyor. Dolayısıyla sendikalar işlevsiz hâle geliyorlar, maalesef ki böyle.
Türk-İş Sendikası başkanı “Bizim kırmızı çizgimiz açlık sınırı” diyor, adamın hayali bu. “Aç kalmadığınız zaman tamamsınız” diyor yani. Bugün İstanbul’da dört kişilik bir aileye 30 bin lira yetmez, eğer insanca yaşayacaksanız. Gıdanın bu kadar pahalı olduğu, her şeye yüzde 300-500 zam yapılan bir ülkede pazarlığa açlık sınırından başlıyoruz.
Böyle bir sendika başkanının ülkenin işçisinin hakkını koruması mümkün mü? Sendikalar Kanunu’na göre grev yapamaz, onu yapamaz, bunu yapamaz. Düşünün bir kuş var ama uçamaz. Sendika dediğin grevini yapmalı, caydırıcı olmalı, üretimden gelen gücünü kullanmalı. Bunları kullanamayan sendika hiçbir işe yaramaz ki.
Bizim kırmızı çizgimiz yok. “İtibardan tasarruf olmaz” deniyor, halkın evindeki mutfaktan niye fedakârlık olsun? Bunu saçma buluyorum.
Örgütlülük şu şekilde aşar: Altı yaşındaki çocuğa tecavüzle ilgili olayda bir gazeteci susmadı, binlerce insan susmadı, sanatçılar destek verdi ve susmayınca tekrar dava açıldı. Yoksa dava yoktu. Duramadılar, kulak kapatamadılar, sansürleri de işe yaramadı. Çünkü artık öyle bir dünya yok.
Örgütlülük her şeyi çözer, çünkü biz kalabalığız onlar az. Zenginler az, bir fakirler çoğuz. Zenginlerle fakirlerin mücadelesidir bu, her zaman böyle oldu.
‘Sanat toplumdan bağımsız olamaz’
Sizce bugünkü mevcut düzende müzik sektöründe çalışanların hakları korunabiliyor mu yoksa değişmesi, dönüşmesi gereken şeyler var mı?
En çok sanat çalışanlarının dayanışmaya ihtiyacı var. Şu anda çok korkunç bir sömürü var. İnsanlar komik paralara çalışıyor, sağlık güvenceleri yok. Müzisyenler telif alamıyor bu ülkede, telif hakları kanunu bir türlü Meclis’ten geçmiyor.
Meclis, sadece müteahhitlerin ve iş görmek için kollananların iş bitirme mevkii gibi çalışıyor. Oraya gittiğiniz zaman bu memleket yararına bir şey yapmıyorsunuz siz. Daha çok beton, daha çok rant, daha çok yanlış iş… Meclis bunun için var şu an Türkiye’de. Ne kadın haklarıyla ne telif haklarıyla ne de çevre haklarıyla ilgili bir gelişme olmuyor Meclis’te. Çıkan kararlara bakarsanız hep rant ve kâr peşinde olduklarını görürsünüz. Zenginlerin oluşturduğu bir Meclis’ten bahsediyoruz, orada fakirler yok. Meclis’ten bir şey beklemiyorum, telif kanununun gelmesi mümkün değil.
Müzisyenler naif insanlar, haklarını savunma konusunda çok yetersizler. Sanat dünyasında çalışanların çoğu açlık sınırında yaşıyor. Kiraların bu kadar arttığı bir ülkede ev tutmak müzisyenler için hayal. Çoğu çok az para kazanıyor. Müzikli mekânlar da zor durumda. Sanatçıların performans gösterebilecekleri alanlar daraltılıyor. İçki yasağı, müzik saati kısıtlaması gibi uygulamaları olan bu iktidar “sanat olmasın” diyor aslında. “Müzik günahtır” diyen bir kültürden geliyorlar onlar.
İktidar yobaz bir iktidar. Bunun en son örneği de bir cemaatin yaptığı tecavüzle ilgili dava açılmasının savcılık tarafından iki kere reddedilmiş olması. Aile Bakanlığı bunu bildiği hâlde olay örtbas edilmiş. Güney Kore’de olsaydı intihar ederdi bu insanlar, o kadar utanç verici bir olay bu. Sanki normal bir olaymış gibi aile değerlerinden bahsediyorlar. Böyle bir değer varsa yakılsın, yıkılsın o aile. İnsanları dinden soğutur böyle insanlar ve birçok genç de dinden soğudu. Lafı eveleyip gevelemiyorum, açık ve net söylüyorum ki yobazlığın lüzumu yok.
Bu olayların yaşanmasının önüne geçmeyen devlet zaten yıkılmaya mahkûm. Bu rezillik kokar ve devleti çürütür. Eğitimiyle, kurumuyla, sağlığıyla, kültürüyle her şeyiyle devleti çürütürsün. Bugün kadınlar öldürülüyor. Adam 20 yıl hapis alıyor o önce 18’e, sonra 15’e düşüyor derken üç yıl sonra serbest kalıyor. Atatürk’ün Türkiye’si diyorlar, bayramlarda hepsi Atatürkçü oluyor ama Atatürk bugün yaşasaydı böyle bir olayın yaşanma ihtimali yoktu.
Kadınlara güvenmek lazım, kadınlar bu düzeni aşacak. 24 yaşında bir kadın bir cemaatin foyasını ortaya çıkarttı her şeye rağmen. Ailesini kaybetti, yaşadıklarına baktı ve dedi ki “Din bu değil”. Kendisine bunu yapanların fişini çekti ve haklıydı. Sağı solu yok, toplum bu kadına destek olmak zorunda. Altı yaşında bir çocuğu evlendiren, tecavüz eden bu insanların sokağa çıkmaması lazım. Bu insanlar pedofil.
Kapalı ortamlarda yetişen ve başına gelenlerin ne olduğunu bilmeyen çok sayıda çocuk, genç var. Bu zihniyet yüzünden biz pek çok genci kaybettik. Hâlâ da kaybettiğimize inanıyorum. Cemaatlerde, tarikatlarda daha önce bunlar olmadı mı? Defalarca tekrar etti ve örtbas edildi hepsi. Sistematik bir olaya dönüştü, tehlike burada.
Böyle bir zihniyetin yok olması için ne gerekiyorsa yapılmalı. Müzikle, edebiyatla, eğitimle, kanunla her şeyle seferber olunmalı. Eğitim devlet tekelindedir. Her yer medrese doldu, kim açıyor, içerde ne yapılıyor belli değil. Bu çocukların hangi şartlarda okuduğunu kimse denetlemiyor. Sonra da aklımızın ucuna dahi gelmeyecek bu olayları yaşıyoruz. Sanat bundan bağımsız olabilir mi? Ben son bir haftadır hiçbir şeyle ilgilenemiyorum, konsantre olamıyorum. Etkisinde olmak ve hemen tepki vermek zorundayız. Partiyle ya da politikayla alakalı değil bu, insan olmakla ilgili. Bu tip olaylarda susan politikacıları da direkt siliyorum.
Empati kurmalı, üstüne konuşmalı, irdelenmeli ve çözüm bulmalıyız. Müzik ve sanat da işte bunun için var. Sadece aşk şarkısı yaparak nereye varabiliriz biz? Yarım olur o zaman, aşkın içinde bile bu yaşananları anlatmalıyız. Bunlardan bağımsız aşk da olmaz, edebiyat da olmaz, sinema da olmaz hiçbir şey olmaz. Hepsi bir bütündür. Ben bu olayları yazmayacaksam, yazdıklarımın hiçbir anlamı yok.
Biz mültecilerle ilgili bir şarkı yazdık ve onlar aslında güncel olarak ‘köle’. Kölelik kalkmış gibi davranılıyor da köleliğin devamı aslında. Mülteciler bu dünyanın yeni köleleri, o şarkı da bunu anlatıyor. Biz şarkımızla tarihe notunu düşüyoruz, görevimiz bu. Ben yaşadığım müddetçe “Bu şarkıyı nasıl yazarım”ın derdinde olacağım kesin. Ağlak bir şarkıdan bahsetmiyorum, sorunu tümüyle anlatacak ve geleceğe taşıyacak bir şey olmalı. Şarkı yazarlığı bir namus gerektiriyor. Nasıl eski insanlarda, mesela Âşık Veysel’de varsa o namus ve etiğe sahip çıkmalı.
Gençlerden umudum var, onlar bu düzeni değiştirecek. Umutsuz olmaz, korkarak da olmaz. Dayanışmanın ve örgütlülüğün aşamayacağı hiçbir şey yoktur.
‘Müzik yasakları din baskılı iktidarın dayatması’
Pandemiyle başlayan ve bugün hâlâ devam eden müzik saati kısıtlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Müzik kısıtlaması önceden de vardı ama desibel olarak vardı. Yüksek sesli müzik yapmayacaksın, çevreyi rahatsız etmeyeceksin derdik. Ancak az önce de dediğim gibi “Müzik haramdır” geleneğinden gelen yobaz bir iktidar var ve bu yasaklar da bu düşünceye dayanıyor. Müziği ne kadar engellerse o kadar mutlu oluyor. Müzik yasakları din baskılı iktidarın dayatmasıdır.
Kanuna uydurduk, şu yasaya göre yaptık diyorlar, yok işte yanında kilise, cami var diyorlar. Sanki biz müzik yapınca oradaki cemaat namazı bırakıyor. Bunların hepsi yalan dolan. Çevre adına çevreyi katlediyorlar. Kadın hakları dedilerse anlayın ki oradan kadınlara yönelik sıkıntılı bir durum var.
Hukuk uygulanmalı, suçlulara caydırıcı yaptırımlar verilmeli. Bunlar çok kolay düzene girebilecek şeyler. Ama biz üçüncü dünya ülkesi gibi yönetildiğimiz için, insanlar arasında bir saygı olmadığı empati kurulmadığı için maalesef sonumuzu hazırlıyoruz.
Saygı ve empati demişken, tatsız bir konu ama sormak isterim: Geçen sene Burgazada-İstanbul vapurunda maske takmadığı için uyarılan bir grubun saldırısına uğradınız. Başka yolculara ve geminin kaptanına da saldırdı bu grup. Toplumda bir nefret dilinin geliştiğini, birbirimize sevgiyi, saygıyı yitirdiğimizi söyleyebilir miyiz? Bu tahammülsüzlüklerin önüne nasıl geçebiliriz?
Biz orada vandal on kişinin saldırısına uğradık. İlk başta bir kadına saldırdılar, ben olaya müdahil oldum. Maske meselesinden dolayı kadını linç ediyorlardı, dövüyorlardı. Kavgamızı yaptık, gerekli dayağımızı da yedik icabında. Sonra iş büyüdü, diğer insanlar da dâhil oldular. Olay dışarı taştı, sağa sola saldırdılar ama biz cevap vermiş olduk ilk kez. Onlar da kalabalık olduğumuzu gördüler ve kaçtılar. Birkaçı polis tarafından yakalandı. Olay karakola taşındı, karakolda sabahladık. Gerekli şikâyette bulunduk, onlar da darp raporu aldılar. Sanki ben onları dövmüşüm gibi bir hikâye anlattılar. “Eğer onlar benim o kadar adamı dövdüğümü kabul ediyorsa ben de kabul ediyorum” dedim, en azından namımız yürüsün.
Bir grup geldi, bir vapuru tıpkı Barda filminde olduğu gibi bir teröre boğdu. Ortalığı yakıp yıktılar ve hiçbir ceza almadan gittiler. Aynısı yurtdışında başka bir ülkede yaşansa baya bir süre içerde kalırsınız, on yılınız yok olur ve siz bir daha onu yapmazsınız. Ama ülkemizde hukuk kuralları maalesef doğru uygulanmadığı için yapılan şiddet yapanın yanına kâr kaldı. Vapurda bizi koruyamayan bir devlet vardı ve biz normal vergisini ödeyen vatandaşlar olarak dayağımızı yedik.
Kamera kayıtlarını istedik, bundan doğal ne olabilir? Kayıtlara bakılsın, bizim ne yaptığımız belli orada. Ama kamera görüntüleri bir türlü çıkmadı, bir şey çıkmayacağı da belli. Mahkeme açılmadı. Polisler görevini yaptı o gün ama savcı takipsizlik kararı verdi. Bunun gibi binlerce olay yaşanıyor, devlet artık uğraşamaz hâle geldi, sistem tıkandı.
‘Telif gelirleri yeterli değil’
Yeniden müziğe dönersek: Peyk’in 25. yıl özel plağı bu yıl dinleyiciyle buluştu. Nasıl hazırlandı plak?
Plağın geneli seyircinin belirlediği şarkılardan oluşuyor. Şarkıları belirlemek için anket yaptık. 11 şarkıdan yedi ya da sekizi seyircinin seçtikleridir, kalanı biz ekleyiverdik. Bizim seçtiklerimiz anketten çıkmayacak şarkılardı ama olmalıydılar plakta, bizim için anlamlı şarkılar. Örneğin Hareminde Han ve Peyk ankette geri sıralardaydı, biz torpil yapıp ekledik.
Serdar Öztop tarafından şarkılara yeniden remix yapıldı, Cüneyt Yalçın Naçar mastering’i yaptı. Plağı kendimiz bastık, büyük çoğunluğunu sattık, bir kısmını da konserlerde satmak üzere ayırdık.
Bağımsız grupların plağını, CD’sini kendilerinin satması gerektiğine inanıyorum. Konserlerde stant açıyoruz ve kendi tasarımımız kupaları, kartpostalları, t-shirt’leri burada satıyoruz. Tasarımlarımızı bağımsız sanatçılara yaptırıyoruz. Oradan gelen paraların tamamını görsel tasarımda ya da konserlerde kullanıyoruz. You Betcha’nın klibini böyle çektik, Kabile Sahne ekibiyle birlikte. Dans performansçılarının olduğu, makyajından kostüm tasarımına tüm dinamikleriyle büyük bir ekibin katkı sunduğu yüksek prodüksiyonlu bir iş oldu.
Artık her şey çok pahalı. Bir grubun üretebilmesinde telif gelirleri yeterli değil. Üretmek için stant açmaya, kendi ürünlerimizi tasarlayıp satmaya mecburuz bir bakıma.
Paylaşma, dayanışma ve devamlılık
Atölye çalışmalarından söz ettiniz. Şarkı yapımıyla ilgili ilk atölyenizi 2018’de düzenlediniz. Atölye açma fikri nereden geldi, katılımcılarla hangi çalışmaları gerçekleştiriyorsunuz?
İlk atölyemi Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdim. Bir atölye de Serdar Öztop’un stüdyosunda gerçekleştirdim. Ondan sonraki atölyelerim hep pandemi döneminde oldu. Bu dönemde dijital mecranın gelişmesini kullandık ve baya atölye düzenledik, pek çok insan katıldı. Bu atölyelerden çok verim aldığımı söyleyebilirim.
Peyk’in de bu atölyelere katkısı oldu. Yan kuruluş olarak İsimsiz Orkestra’nın bu atölyelerle arasında organik bir bağ var. Benim atölyelerimde olup İsimsiz Orkestra’ya geçenler oldu ya da tam tersi paslaşmalar söz konusu. Onları ben ayırmıyorum açıkçası, birbirinin devamı gibi.
Bir orkestranın daha çok prova yapması gerekirken, atölyeler bu konuda daha pratiktir. Evde oturduğumuz yerde çayımızı, kahvemizi içerek müzik ve kayıtlar üstüne çalışıyoruz. Bana gelen kayıtları dinliyoruz ve onların üzerinde etüt yapıyoruz. Söz yazmakla ilgili düzenlemeler yapıyoruz. Bir prodüksiyon sürecinde başınıza ne gelirse hepsiyle ilgili çalışmalarımız oluyor eleştiriye açık bir şekilde.
Atölyelere katılan insanların beklentisi ne boyuttaysa verim de o düzeyde artıyor. Ciddi çalışan insanlardan çok güzel kayıtlar çıktı. Bu da sonrasında Olta Dayanışma’ya yol açtı.
Katılım için kriterler neler, atölyeye hangi yaş grubu daha ilgili?
20’yle 35 yaş arası çoğunlukta olmakla birlikte 16-17’den 50 yaşa kadar her gruptan katılım alıyoruz.
Atölyeye katılımda şunları gözetiyorum: En önemlisi biraz yetenek. Onun dışında bana gelen şarkılara dikkat ediyorum. Ve tabii ki devamlılık. İşe sarılan insanlara daha çok faydam oluyor.
Bildiğim kadarıyla atölyedeki performanslar dijital ortamda da yayımlandı. Yeni dönem için böyle bir planınız var mı?
Atölyelerden çok fazla şarkı çıktı. Olta’daki herhalde bir 10 şarkı atölyelerden çıkmıştır. Atölyenin dışında da üretim süreci devam ediyor. Biz tanıştıktan sonra arkadaş oluyoruz insanlarla, buluşuyoruz. Hayatımızda dostluk oluşuyor. Prodüksiyonlarına desteğimiz devam ediyor, onlar atölyelere olan katkılarını sürdürüyor. Güzel bir devamlılığı var bu etkileşimin. O açıdan atölye yapmaktan çok keyif alıyorum, kendimi iyi hissediyorum ve insanlara yardım ettiğimi hissettiğimde de mutlu oluyorum.
Solo çalışmalarınızdan da bahseder misiniz? Gecenin Teni yeni çıktı. Fransızca versiyonu da yayımlandı. Başka projeleriniz var mı?
Çevremde çok fazla arkadaşım var ve birçok insanla birçok proje yapılıyor. Projeler birikmişti, onları kaydetmem gerekiyordu. Solo fikri de böyle ortaya çıktı. Peyk’le olan süreç ayrıca devam ediyor, şarkılar yapılıyor. Bir de önceden bir çalışma hayatım vardı şimdi sadece müzikle uğraşıyorum, müziğe daha fazla vakit ayırabiliyorum. Solo projeler kafamı dağıtıyor.
Kaybolmam Lazım adlı bir canlı kayıt yaptık ilk şarkı olarak. Ömer Erciyes’le beraber Karaburun Stüdyo’da. O şarkıyı Peyk’le de kaydedeceğiz, o yüzden çok fazla bir düzenlemeye girmedim.
Ozan Murat’la birlikte Geri Bas’ı yaptık. Gecenin Teni / A la fin de la nuit benim son dönemde, Övünç Aslan’la birlikte yaptığım bir şarkı. Yaptığım derken sözlerinden bahsediyorum. Şarkılar düzenlemem, ortalığı toparlamam ve söz yazmam için bana geliyor. Tabii şarkıya bölümler bulmam gerekiyor. Bana gelen her şarkıyı mutlaka yakıp yıkıp sıfırdan ele alıyorum.
Gecenin Teni’nde şarkı sözlerini yazmam sadece dokuz ayımı aldı. O sözleri bir de Fransızcaya çevirip yazdım. Vokaller bulmam, yeni yerlerini yapmam, -Övünç’ün yaptığının üstüne, var olanın üstüne-derken benim iki yılımı aldı. Sonra Ozan Murat’la beraber prodüksiyon süreci başladı. Söz, düzenleme biraz tamamlandı, yine üstünden geçildi. Övünç’ün fikirlerinin üzerine geliştirdiğimiz bir şarkıydı, biz şarkıyı çok değiştirdik.
Öteden beri Fransızca bir şarkı yazmak istiyordum. Bu şarkıda onu yaparak kendimi gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Yıllardan beri kaydedip düzenlemek istediğim, Gülüşün çok hoş bir tanem diye yayımladığımız, ismi benim için Yasemin olan bir şarkı var. Böyle birkaç tane daha şarkı var, bitirince hepsini birden yayımlayacağım.