Defne, Hatay’da, Samandağ ile Antakya’nın arasında küçük bir ilçe. 2012 yılında çıkarılan ‘belediyeler yasasıyla’ Antakya’dan ayrılarak ilçe yapıldı. O dönem bu tasarruf, Antakya’da Ak Parti oylarının artırılma çabası olarak yorumlanmıştı. 2019 yerel seçiminin sonuçları bu düşünceyi destekler nitelikte.
Arap Alevi nüfususun yoğun olduğu Defne, Samandağ ve Antakya’yla birlikte, 6 ve 20 Şubat depremlerinin büyük yıkıma neden olduğu merkezlerden biri. Aynı zamanda ‘devletin yardıma geç kaldığı’ yerlerden. Bugün ilçede büyük bir çadır kent bulunuyor ancak birçok kişi, özellikle köylerdekiler, yıkılan evlerinin yakınında yaşamayı tercih ediyor. İhtiyaçları, çevredeki destek noktalarından sağlanıyor.
TMMOB’un ilçedeki koordinasyon merkezi o noktalardan biri. Buraya hem TMMOB bileşenlerinden hem gönüllülerden ve yurtdışından yardımlar geliyor ve sistemli bir organizasyonla köylere, ilçelere destek ulaştırılıyor.
Merkeze vardığımızda yeni bir yardım kamyonu gelmişti ve içindekiler oluşturulan insan zinciriyle, elden ele, binaya tanışıyordu. TMMOB Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mustafa Özçelik’le bu uğraşın içinde buluştuk ve kentle ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Özçelik, bugünkü durumu anlattı ama odağında geleceğe ilişkin uyarılar vardı.
Bir ay nasıl geçti?
Her haftanın mücadelesi farklıydı. İlk hafta, ilk günler, hiçbir devlet otoritesi olmadan, insanlar enkazdaki yakınlarının başında, kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalıştı. En acı dönem buydu. Üç gün kimse yoktu burada. Devleti temsil edecek hiçbir üniformalı görülmedi.
Sanırım şöyle bir yanılgı oldu. Maraş merkezli depremde, öncelikle deprem merkezinde ağır hasar olması beklenir. Oysa depremler merkez üssünden çok daha büyük bir ivme kazanarak Hatay’da yıkıma sebep oldu. İlk başta belki bu dikkate alınmadı. Ama, hemen akabinde, iletişim sorunlu olsa da bilgiler iletildi. Buna rağmen kimse gelmedi. Tek adam rejiminde herkes bir kişinin ağzına bakar. Oradan bir emir, bir talimat gelmeden burada kimse hareket edemez. Oradan üç gün talimat beklendi. O günlerde herkes feryat figanla ulaşabildikleri kişileri enkazdan çıkardı.
Üçüncü gün kurtarma ekipleri geldi ama AFAD kentin sadece belli bir bölgesine girdi. Bazı bölgelere AFAD ilk hafta hiç ulaşmadı. Jandarma kendi imkânlarıyla kurtarma çalışmalarını yürüttü.
İlk hafta enkazdan canlı çıkarılabilenlerin intikali, sağlık hizmetine ulaşım çabasıyla; ikinci hafta enkazda ulaşılamayanların beklenmesiyle geçti. Hatta ikinci hafta insanlar artık “Yeter ki cenazemi alayım” diye yalvarır durumuna düştü. On ikinci, on üçüncü günlere kadar sürdü bu. O ilk iki hafta insanların hayatı boyunca unutamayacağı bir travma yaşandı.
Aslında hangi tarihte, hangi zamanda olduğumuzu anlayamadığımız, baştan sona çok zorlu bir dönemdi ve hâlâ zorluklar sürüyor.
Bugüne geldiğimizde, yaralar sarılabildi mi? Temel ihtiyaçlar karşılandı mı?
Kent merkezinde mobil aşevleri var ve orada insanlara yemek sunuluyor ama kırsal yerleşimle kuru gıda talebi devam ediyor. Çünkü bahçesinde, evinin yakınındaki boş alanda yaşayan insanlar kendi yemeklerini hazırlayıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Onun için kuru gıdaya talep çok fazla. İhtiyaçlar karşılanmış değil, bundan sonra da sürecek.
‘Antakya’nın yüzde 50’si yıkıldı, yüzde 30’u hasarlı’
Yıkımın boyutundan ve yapılara etkisinden söz edersek: Birçok yerde binalar adeta ufalanmış, dağılmış. Bunun nedeni nedir?
Depremin etkisinin binalara yansımasını yorumlamak için çok detaylı çalışmalar yapmak gerekiyor. Onlar bir yandan yürüyecek. Ama kent içinde, Antakya, Defne üzerinden konuşursak, iki farklı durum yaşadık. Kentin belli bölgelerinde, bizim milat kabul ettiğimiz ’99 depreminden sonra değişen deprem yönetmelikleriyle farklı bir yapı denetim sistemi ve ona göre bir yönetim süreci tanımlandı. Kentin farklı bölgelerinde o süreçten sonra yapılan binaların çoğu en azından göçmediği ama ’99 öncesinde yapılan çoğu bina yıkıldığı ya da ağır hasarlar aldığı. Bu sürpriz değil, beklenen bir durumdu. Çünkü 10-12 yıldır kentsel dönüşüm adı altında yapılacaklar organize edilmeye çalışılırken, bu yapıların zaten depreme dayanıksız olduğu biliniyordu. O binalara zamanında, hızlı bir yenileme, güçlendirme çalışması yapılamadı.
Kentin diğer bölgelerindeyse, eski yeni demeden, zeminin etkisiyle bütün binalar göçtü. O bölgelerde zeminle ilgili yeterli bilgi ve veri elde edilemediği düşüncesi ortaya çıkıyor çünkü bu kadar yeni binanın böylesi bir yıkıma uğraması beklenen bir durum değildi. Çok detaylı bir biçimde araştırılmalı ve araştırılıyor.
Enkaz kaldırma çalışmalarının yavaş yavaş başladığını gördük. Enkazların kaldırılması ve de ağır hasarlı yapıların yıkılması için nasıl bir plan öngörülüyor?
Hiç kolay olmayacak. Antakya’yı örnek verirsek, yapıların yüzde 50’si yıkıldı. Yüzde 30’u hasarlı. Geriye yüzde 20 kalıyor. Bir ilçenin yüzde 80’inde enkaz kaldırma işlemi yapılacak. Toplantılarda vali bey, 6 aylık bir süreç öngördüklerini söylüyor. Daha öncesi mümkün değil. 40-50 milyon metreküpten bahsediyoruz. Bu kadar molozun kaldırılması, taşınması sağlık yönünden de problemler yaratacak. Kolay olmayacak.
‘Sadece binaları değil, yaşamımızı kaybettik’
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Mart’ta Hatay’da, 183 bin konut ve 15 bin köy evi yapacaklarını söyledi. Daha önce de Manavgat konutlarını örnek göstermiş, ‘Hatay’ı bir yılda ayağa kaldıracağız’ demişti. Bu projelerle ilgili neler biliyoruz? Nerede ve nasıl konutlar yapılacak?
Bu konunun muğlak kaldığını, tam açıklanmadığını söyleyebilirim. Geçen haftalarda Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum burada bir toplantı yaptı, toplantıya meslek odaları da dahil edildi. O toplantıda dağ eteklerinde 12 rezerv alanı belirlediklerini aktardı. Kentin dağ tarafında, boş alanlara yapılacak, projesi hazır, ihaleleri hızla verilecek yapılar. Bir yılda yapacağız dedikleri konutlar bunlar; kentin içindekiler değil. Zaten daha moloz kaldırmadığınız yerde bir yıl öngörerek yeni bir kent kurmanız mümkün değil. Ama kent merkeziyle ilgili planlamayı yapacak ekiplerle de anlaşmışlar ve bir çalışma yürütülüyor.
Tüm bunların ötesinde, burada vurgulamamız gereken şu: Burada bir kentin yok olmasından, yaşamların yok olmasından bahsediyoruz. Biz sadece binaları kaybetmedik, buradaki yaşamımızı kaybettik. Şimdi bunlar yok olurken, biz katıldığımız toplantılar da ifade ettik, bir yaşamın yok olduğu yerde sizin bina yapmanızla kent yeniden hayata dönmez. Bunun için çok daha katılımcı süreçlerin işletilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu çalışmaları yürüten ekiplerle birlikte, buradaki yerel kuruluşların, meslek odalarının, STK’ların da sürece katılımı, katkısı, onay ve denetimi gerekiyor. Eğer bunları doğru işletemezsek, katılımcı bir model ortaya koyamazsak, binaları yeniden yapabiliriz ama yaşamı yeniden kuramayız. Bir kent bir ekibin tek başına planmasıyla oluşmaz.
Buradaki yaşamı tarif eden herkesi yeniden inşa sürecinin planlamasına taşıyabilmemiz lazım. Onun için bu zor bir süreçtir, zaman alır. “Tarihi binaları yeniden inşa edeceğiz, ihya edeceğiz” diye ifade ediyorlar. Mesele sadece tarihi binaları yapmak değil, o tarihi binayı yaşatan insanların da buraya tekrar dönmesini sağlamak. Yoksa kent bir vitrine döner.
Tarihi yapıları ayrıca konuşmak üzere: Şimdiye kadar süreç nasıl işletiliyor sizce? Katılımcı olduğu söylenebilir mi?
Meslek odaları olarak iletişim kanallarını kurduk, ekiplerle görüşüyoruz. Umarım böyle devam eder, gerektiği gibi yürür. Ama kentte yaşayan halkın bilgisi yok. Daha detaylı, kaygı giderici, insanlara ne olup bittiğini, neler yapılacağını açıklayan bilgiler vermek gerekiyor. Çünkü insanlar kaygılı ve tedirgin. Bu konuda yetkililerin kamuoyunu aydınlatıcı bilgi vermeleri gerekiyor.
Özellikle kırsalda yaşayan halkın endişeleri var. Köylerini, mülklerini bırakmak istemiyorlar ama devlet köydeki evlerini onaracak mı bilmiyorlar.
Bakanlığın açıklamaları üzerinden bilgi verebilirim. Çünkü bütün yetkiler biliyorsunuz Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle bakanlığa verildi. Yerel yönetimlerin idari yetkisi yok ve bizler sürece katılımın zorunlu olduğunu söylüyoruz. Rezerv alanları için yapılacak evler biliyorsunuz, bir kısmını devlet bir kısmını depremzedenin karşılayacağı, uzun vadede ödemelerle tahsis edilecek. Kent merkeziyle ilgili Bakan Murat Kurum beyin ifade ettiği; şu an için mülkiyetler sahiplerinde bırakılacak. Onun üzerinden yapılacak planlamaya göre nasıl ilerleneceğiyle ilgili değerlendirme yapılacak.
‘Kültürel miras yapılarının yüzde 90’ı yıkıldı’
20 Şubat depremleri kentte büyük hasara neden oldu. Kültür varlıklarıyla ilgili hasar tespiti 20 Şubat sonrasında yapıldı mı? Nedir son durum?
Bizim imkânlarımız çok kısıtlı. Burada herkes depremzede, herkes yakınını kaybetti. Bizim süreci hızlı ve rahatlıkla yönetmemiz zor görünüyor ama üniversitelerden değerli hocalarımız geliyor, ayrı ekiplerle tespit yapıyorlar. Bakanlığın yaptığı tespitler var. AFAD’ın elinde veriler var. İkinci depremden sonra yapıların hasar durumu çok ağırlaştı. Tescilli ve tescilsiz yapılarımız ciddi yıkıma uğradı. Ne durumdayız derseniz, maalesef ki kabaca bir oran verirsek, buradaki kültürel miras yapılarının yüzde 90’ı yıkıldı. Çok acı bir şeydir bu.
6 Şubat sonrası ön koruma uygulamaları yapılabilseydi, ikinci depremlerde yıkımın daha az olabileceği söyleniyor. Neden uygulanamadı?
Evet, bu çok ifade ediliyor, çok değerli hocalarımız da bunu söylüyor ama şöyle bir şey var: Enkaz altındakileri zorlukla kurtardığımız bir zamanda bu kadar çok yapıyla ilgili tedbir alma şansları yoktu. Dolayısıyla evet yapılabilseydi daha az hasarla atlatılabilirdi ama ben neden yapmadılar diye sormuyorum.
‘Turizm amacıyla kent inşa edilemez’
Kültür Bakanı Ersoy, “Hatay’a, Antakya’ya kültür, turizm ve gastronomi ağırlıklı yeni bir hikâye yazacağız” dedi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz sanırım bazı şeyleri kaçırıyoruz, hatırlatmak gerekiyor. Yaşamın yok olduğu yerde insanlar, kente aidiyet duygusunu kaybetmişken, önce onun tekrar kurulmasını bekler. Turizm bunun üçüncül, beşincil sonucudur. Kenti yok sayan, ticari bir bakış açısından başka bir şey değildir bu. Biz önce yaşamımızı geri istiyoruz. Hatay’ı görmek isteyenlere, kültürümüzü tanımak isteyenlere her zaman kapımız açık ama turizm amacıyla bir kent inşa edilmez, kent yaşantısı oluşturulamaz. Orayı odak noktası yapacak olan kentin yaşantısıdır. Aksi halde dediğim gibi kent vitrine döner. Vitrine dönmüş bir kentin de ruhu kaybolur.
Tekrar söylüyorum, sadece tarihi yapıları yeniden yapmak yeterli değil. Tarihi yapılarla beraber çevresindeki yerleşimleri, yerleşimlerde uzun zamandır yaşayan her kültürden insanı, her şeyiyle tekrar geri getirebilirsek, ancak o zaman bu işi mümkün kılarız. Planlama sürecine aktif katılım sağlanmaz, görüşleri önerileri alınmazsa sahiplenme duygusunu yaratamazsınız.
Cemaati yoksa kiliseyi ne yapalım?
Ben bunu ilk toplantıda büyükşehir belediye başkanımıza ifade etmiştim. Kilise yapabilirsiniz ama buradaki yaşamın devamı cemaati geri getirebilmenize bağlı. Uzun yıllardır bu kentin kültürünü yaşayan insanların kalbi, dünyanın neresinde olursa olsun, biliyoruz ki burası için atıyor. Herkesin gönüllü çabası, ciddi katkısı var. Herkes elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bu potansiyeli değerlendirmek önemli.
Ama “Ben yaptım oldu” derseniz insanların dönmesi zorlaşır. Her ne kadar buraya gönül bağıyla bağlı olsalar da, onların görüşlerini dikkate almazsanız, olur da insanlar dönmemeyi düşünürlerse, bizim kaybımız olur, kaygımız budur. Binalar yeniden inşa edilir, insanların bu konuda kaygısı yok. Endişe buradaki kültürün yeniden kurulabilmesi. Kültürü inşa ederek yaşatamazsınız çünkü kültür sadece binalarda değil, gelenek görenekler var. İnsanların iletişimi var. Binalara ruh veren budur.
Kültür Bakanı Ersoy, tarihi yapılar ve kentin yeniden inşası için bir bilim kurulu oluşturulduğunu söylemişti. Siz bilim kurulunda mısınız? Kurulda kimler bulunuyor?
Ben bilim kurulunda değilim ve kimlerin yer aldığını da inanın bilmiyorum.
‘AFAD ayrım yaptı’
Hatay’da konuştuğum birçok kişiden “Bizi sahipsiz bıraktılar”, “Bizi terk ettiler” sözlerini duydum. Diğer kentlere de çok geç müdahale edildi ama sanırım bu duygu Hatay’da daha güçlü. Sizce bu halin nedeni nedir? Siz de böyle hissediyor musunuz?
Buradaki herkeste bu algı var. Yok demek olanı inkârdır. Bu duygu deprem öncesinde de vardı. Çok uzun yıllardır vardı. Aslında bu durumun devamı insanları şaşırtmadı.
Şimdi bütün idari yetkililer gereğini yaptıklarını ifade ediyorlar ama bu algıyı değiştirmek için farklı bir şey yapılmıyor. Çünkü dediğim gibi kentin içinde AFAD bir bölgeye girdi, diğer bölgeye girmedi. Oralara kent dışından gelen yardımları da engelledi. Bunu herkes aleni bir biçimde biliyor. Yurtiçinden ve yurtdışından, birçok yerden, bağımsız kuruluşlardan, gönüllülerden, iş insanlarından Hatay’a yardım geldi. O yardımlar burada engellendi. Başka yere yönlendirildi.
“Tek yetkili AFAD’dır, her şeyi AFAD yapacak” söylemi, idari yapılanması; aslında tek adam, tek rejim, tek sistem anlayışı, bu çöktü. Neden çöktü? Çünkü insanlar yardıma muhtaç durumda burada günlerce bekledi. İnsanlar beş gün burada soğukta, yağmurda, aç, kaderine bırakıldı. Hem gerekeni yapmıyorsunuz, yetişemiyorum diyorsunuz, hem başkasına izin vermiyorsunuz? Bu anlaşılabilir bir şey değil.
Üvey evlat mı? Devletin aksini göstermesi gerekiyordu. Bunun için yapılacaklar da bellidir. Ayrımsız, her tür koşulda, her tür desteğe açık olmaları gerekiyor.
Deprem öncesinde de bu duygu vardı dediniz.
Bu çok uzun bir konudur, anlatması zordur. Kozmopolit yapısının etkisi vardır, tarihsel gelişimin etkisi vardır, Suriye’yle ‘bir kardeşim, bir düşmanım’ politikasının etkisi vardır. Devletin güvenlik anlayışının, insanına güvenmemesinin etkisi vardır. Çok etkeni var bu işin. Ama sonucu belli.