Son aylarda yaşananları sıralarsak: Çekmediği Gezi Direnişi filmi gerekçe gösterilerek hapsedilen yapımcı Çiğdem Mater, festivallerde sık sık anıldı, özgürlüğü istendi. “Bakur” belgeseli davası sürüyor, duruşma ertelendi. Belgesel film yönetmeni Elif Ergezen, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’ndeki görevinden alındı. Kurgu teknisyeni Erhan Örs, kurgusunu yaptığı bir belgesel nedeniyle tutuklandı. Belgesel sinemacı Nejla Demirci, KHK’ler hakkında bir belgesel yapmak istiyordu, Bodrum Kaymakamlığı’ndan izin alamadı, engel AYM’den döndü. Danıştay, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün görüntü ve ses kaydı alınmasını engelleyen yönetmeliğinin yürütmesini durduruldu ama etrafındaki tartışma ve uygulamaları sürüyor.
Hepsi son aylarda yaşandı ve hepsi belgesellerle ilgili. Neler söylersiniz?
Ne söylenebilir? Suç işlemenizin çok kolay olduğu bir alan belgesel. Çünkü işimiz hakikatle ilgili ve Türkiye’de en sevilmeyen, en istenmeyen şey hakikat. Bu ülke, iktidarı, muhalefeti, radikali, şusu busuyla, kimsenin hakikati sevmediği bir ülke. Herkes kendi tercihlerine göre boyanmış bir gerçekliğin peşinde.
Çiğdem’in yaşadıklarından insanların haberdar olması ve sahip çıkması önemli ama bence gösterilen destek yeterli değil. Çiğdem -belgesel dışında- sinema sektöründe çalışan bir arkadaşımız olduğu için tanınıyor ve oradan insanlar sahip çıkıyor. Yoksa belki bu desteği de göremeyecekti. Nejla, Belgesel Sinemacılar Birliği’nden. Yıllardır uğraşıyor bu işlerle. Karşısına çıkmayan engel kalmadı.
Bugün başka bir dönem, gak diyene bir kulp takılıyor ve bizi içeri atmaya çalışıyorlar. Bizim bu ülkede özgür çalışma imkânımız yok. Her şeyden önce, ülkenin neresinde olduğuna göre göreceğin muamele de değişiyor. Sokakta elinde kamerayla göründüğünde polisin gelip seni bir yere götürmeyeceğinin garantisi yok.
Eskiden de ortam ferah değildi, rahatça çalışamazdınız, ama şu anda her şey berbat.
Son yıllarda kurmaca filmlerin engellendiğine, yasaklandığına şahit olmuyoruz. Aynı şey belgesel için geçerli değil. “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”, “Bakur”, “Ölümüne Boşanmak” gibi birçok belgesel çeşitli engellerle karşılaştı.
Kurmaca filmler yasaklanmıyor, evet, ama bizim “Vay be, nasıl olmuş da yasaklanmamış?” dediğimiz film var mı? Bunu kimseyi eleştirmek için söylemiyorum. İnsanlar illâ öyle filmler yapmak zorunda değil. Yönetmenler de yapımcılar da, artık herkes neyi yapıp yapamayacağını iyi biliyor. Şimdi ben şurada birkaç örnek versem, neleri yapamayacağımızı sıralamaya kalksam, bu yüzden bile içeri atılmamız mümkün.
Bir de sinema hakikaten çok pahalı bir iş. Daha da pahalı oldu. Pahalı bir iş olduğu için risk alınması zor. Belgeselcilerin risk alması daha kolay. Çünkü ekonomik anlamda zaten bütün yükü kendimiz taşıyoruz. Çoğu belgeselci birkaç iş birden yapar. Ya da ne yapıyorsa yardımlaşarak yapar. Onun için, maddi külfet bakımından, daha göze alınabilir riskler söz konusu oluyor. Bizde asıl risk, devletle başının belaya girmesi.
Bu arada yanlış anlaşılmasın, kurmaca filmler için, korkuyorlar da yapamıyorlar demiyorum. Bazı dönemlerde bazı işleri yapamazsın. 12 Eylül’de nefes almak bile problemdi. Bugün de bazı lafları edemiyor, bazı konulara giremiyorsun.
Neden bazı konuların çevresinden dolaşıldığı ileride bugünü anlatan bir çerçeve sunacak.
Türkiye’de esasında, memleketin temel meseleleri olması gereken bir dizi konunun etrafından bile dolaşılmaz. Kimse, hiçbir kesim dolaşmaz. Kod adı Ermeniler diyeyim. Konu silsilesi… Bunlardan hiçbir zaman bahsedilmez. Biraz kalkışıldı, Hrant’ı öldürdüler.
‘Film endüstrisi var, bağımsız film endüstrisi yok’
Kurmaca filmin bir endüstrisi var. Aynı şey belgesel için geçerli değil. Aynı zamanda, sinema filmleri için devlet desteği var, belgeselin aynı ölçüde desteklenmediğini görüyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı 2022 yılında sinemaya 32 milyonun üzerinde destek aktarmış, bunun 4 milyonu belgesel filmlere gitmiş.
Kurmaca filmden başlayalım. Bir sektör var ve siz onun içinde bir kişiyseniz filmi daha kolay yapabiliyorsunuz, ama sinemada gösteremiyorsunuz. Bu, ortada bir bağımsız sinema sektörünün olmadığı anlamına geliyor. Sinema sektörü var ama bağımsız sinema sektörü yok. Film üretebilirsiniz ama ana akım değilse nerede gösterilecek? Bu durumda özel bir sansüre lüzum yok. Yapılmış iyi bir film, bir haftalığına iki sinemada gösteriliyor. Millet birbirine tavsiye edecek ki film izlensin. Ona bile vakit kalmıyor.
Belgeselin üretilmesi için de finansman desteği lazım. Kültür Bakanlığı belgeselleri destekliyor. Ama diyelim kafamda üç film projesi var. Ben bunların ikisini oraya zaten öneremeyeceğimi biliyorum. Diğerini de nasıl önersem diye düşünüyorum. Sorun orada başlıyor. İşte Kürt diyeceksen nasıl diyeceğin başlıbaşına mesele, filan.
Belgesel, tanımı gereği bağımsız olması gereken bir tür. Devlet adına ya da bir parti adına belgesel yapamazsınız. Mesela şimdi Netflix’te bir belgesel var: “Saklı İstanbul.” Merak edip başladım, Osmanlı şöyleydi böyleydi. Ulan bu ne diyorsun. Sonunda bakıyorsun, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı desteğiyle yapılmış. İstanbul’un tarihi gibi bir konuda propaganda filmi yaptırıyor ve bunu da Netflix yayımlıyor. Şimdi bu ağların içine gerçek bir belgesel sinemacının girmesi mümkün değil.
Bağımsız belgeseli kim destekleyebilir? Birtakım kuruluşlar ya da özel sektör. Şu anda aklımıza gelen bin tane belgesel konusu sıralasak, onlardan, ne bileyim, zanaatle, kültürle, memleketin zenginlikleriyle ilgili 750’sini özel sektör hiç rahatsız olmadan destekleyebilirdi, ama yapmazlar. Mesele hakikat olduğundan, belgeselci bir noktada hakikate karşı sorumluluk duyacağı için, bu işin içinden her an onların hoşuna gitmeyecek bir tavşan çıkabilir. Dolayısıyla belgesel herkesin uzak durduğu bir alan. Korumasız bir alan.
Bir film yaptığınızda, bir sonrakini yapabilme imkanına kavuşmalısınız ki sürdürebilin. Bizde böyle bir şey yok. Ben kaç tane film yaptım, şu ana kadar herhangi bir belgeselden tek kuruş para kazanmadım. Roboski filmine kim para verecek? Ayrıca ben o parayı nasıl kendime alacağım, bu da belgeselin finansmanı konusundaki öbür ciddi sorun.
‘Bugün nereden besleneceksin?’
Belgesel Sinemacılar Birliği üyesisiniz. Birlik tarafından bugüne kadar neler yapıldı?
Mesela Belgesel Sinemacılar Birliği olarak her yıl Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali yapıyorduk. 15 yıl sürdü. Dünyanın her tarafından filmler geliyordu. Hayatımın en zevkli zamanlarıdır. Peru’dan film geliyor, Tayland’dan film geliyor. Festival filmlerini seçmek için hep birlikte seyrediyorduk. Müthişti. Özellikle Türkiye’de yapılmış filmleri seçerken, İznik kampı diye bir şey yapıyorduk. İznik’te bir kamu kurumunun İznik Gölü’nün kenarındaki bir tesisi ramazanda boş oluyordu. Biz de o zaman gidiyorduk. Şahane bir yer. 3-4 gün, sabahtan başlayıp gece yarısına kadar film seyrediyorduk. Mesela yeni film yapmışsak onu da götürüyor, 60-70 belgeselci seyrediyorduk. Eleştirilir, tartışılır, bunlar da olgunlukla karşılanırdı. Türkiye’de eşi az bulunur bir ortamdı. Oradan besleniyorduk. Birbirini besliyorsun. Senin kaçırdığını başkası yakalıyor. Şimdi bir filmim hakkında eleştirel yazı yazılsa öpüp başıma koyacağım. Bugün nereden besleneceksin? Biz her şeyi bilen insanlar mıyız?
Mesela bir film geliyor, Kürt tarım işçilerini anlatıyor. Tabii korkunç koşullarda yaşıyorlar. Ama ona rağmen, o ezilen insanlarda olan, gözlerinden zekâ fışkıran 10 yaşındaki kız çocukları var. İnsanların o eza, cefa konusundaki bilinçleri var. “Biz buna katlanıyoruz ama şunun için” diyen kavrayışları var. Ama film tam bir felaket. Kayıplar üzerine, faili meçhuller üzerine bir film yapılmış. Yüreğin dağlanıyor seyrederken. Fakat film yine rezalet. Görüntü rezalet, kurgu namına bir şey yok. Sonuç olarak, eğer iyi bir sinema ürünü değilse festivale almayacağız dedik. Dünyanın en önemli meselesini, en can acıtıcı şekilde konu ediyor olabilir ama en başta bu bir film olmak zorunda. Tabii birkaç kişi bize düşman oldu haliyle. Bu kadar önemli bir konuda film yapıyorum, siz buna duyarsızsınız diye.
Birlikte şimdi neler yapılıyor?
Bazı atölye çalışmaları ve gösterimler dışında fazla bir şey yapamıyoruz aslında. Çünkü şu anda bizim aramızda 40 yaşındaki birine genç deniyor. Gelmiyor ki kimse. Oysa belgesel yapmak isteyen ve yapan yüzlerce insan var.
‘Gençler artık örgütlenmek istemiyor’
Neden böyle? Gençler mi gelmiyor, yoksa kabul mu görmüyorlar?
Niye kabul görmesinler? En fazla ne olur, yaşlılar bir iki ukalalık eder. Gençlerin canını sıkabiliriz ama sonuçta en fazla canları sıkılmış olur. Asıl mesele, gençler artık örgütlenmek istemiyorlar. Akıllı cep telefonlarının genç kuşağın hayatını bizimkinden farklı biçimde değiştirdiğini düşünüyorum. Farkındaysanız artık kimse “Yarın 4’te buluşuyoruz” demiyor, “gelince seni ararım” diyor. Örgütlenmemenin bununla doğrudan ilişkisi var. Kimse sıkıntıya girmek istemiyor. Örgütlenmek, organize olmak fikirden korkuyorlar ve bu, devlet korkusu değil.
Örgütlenmekten kaçınmak gençlere özgü bir mesele mi?
Bizim ülkemizde, kendine çağdaş diyen kesim, mücadele ederek hiçbir şey elde etmemiş. Bu hep böyle olmuş. Devlet eliyle de hep şuna çalışılmış: Toplum bir şey elde etmiş olmasın, verirse devlet versin, istediği zaman da geri alsın.
Mesela Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi hakikaten bir kültür merkeziydi. Sanat, kültür odağıydı. Günün birinde bir iktidar orayı çürümeye bıraktı ve seneler geçti. Mesela oraya her hafta klasik müzik konserine gelen insanlar vardı. Bazı insanlar, aileler için bu çok önemliydi. Hayatlarının bir parçasıydı. Merkez kapatıldı, bir defa olsun önünde 50 kişi toplanmaz mı? Üstelik bu insanlar kolayca coplanacak garibanlar da olmayacaktı. Ben ne yapacaklar diye bekledim. “Kültür merkezimizi açın” diye açıklama okunur ya da konser saatinde orada durup “Burayı istiyoruz, açın” denir. Bunların hiçbiri olmadı. Çünkü alışık değiller ki buna. Beklentileri, birileri gelecek ve durumu düzeltecek. Şimdi biz, bu kültürle yaşayan insanlardan demokrasiyi savunmasını, başkalarının haklarına sahip çıkmasını bekliyoruz. Serbest, özgür kültürel ortamı üretmesini bekliyoruz. Bu çok büyük bir yanılsama.
AKM’de sayısız konser olurdu. Duvarlar afişten geçilmezdi. Ulan bu da mı geliyor diye şaşırırdık. Dünyada ünlü kim varsa. Peki o konserlere gidenlere, bu merkez hayatında çok önemli yer kaplayanlara ne oldu? Hepsi göçtü mü? Hadi işçiler hakkını aradığında işinden oluyor, onların gönülsüzlüğünü anlıyoruz. Ama bu saydığım insanlar nerede? Biri gözaltına alınsa, beş yerden telefon edilecek insanlar bunlar. Yahu insan bir kere mi bir şey yapmaz?
‘Herkesin kendi yalanları var’
Bir parantez daha açarsak: 2010’da Birikim dergisine verdiğiniz söyleşide, “Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” sorusuna, “Riyadır” yanıtını veriyorsunuz.
Birikim’e değil başka yere yapılmıştı o söyleşi, Birikim Haftalık’ta da yayımlandı. Başar (Başaran) yapmıştı galiba. Oturuyorduk, “Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” dedi, “Riyadır” dedim, uzun bir sessizlik oldu. Çünkü o emperyalizm falan dememi bekliyor. Bence riyadır. Çünkü yalan üzerine kurulmuş bir yerde yaşıyoruz biz. Bu bir hayat tarzı olmuş. Buna maalesef biz de çok katkıda bulunduk. Herkesin kendi yalanları var ve bunlara sahip çıkarak yaşıyor.
Biz de katkıda bulunduk derken neyi kastediyorsunuz?
Biz, solcular demek istiyorum. Mesela Stalin bir sürümüze göre hâlâ makbul biri. Böyle bir şey nasıl olabilir? Biz eğer iddia ettiğimiz şeyleri istiyorsak, onun makbul biri olmaması gerekiyor.
İşte 1915. “Ya işte karşılıklı bir şeyler olmuş.” Yahu öyle olmadı. Herkes yok sayarak yaşamaya alışmış. Yirmi milyona yakın Kürt yaşıyor bu ülkede. “Yoktular, biz eskiden bunları hiç bilmezdik” filan deniliyor. Sesini çıkaramadığı için bilmiyorsun.
Mahallede Arto’nun annesi. Herkes birbirinin evine çok rahat giderdi o zamanlarda. Ama onlara pek gidilmezdi. “Kadında bir tuhaflık var” derlerdi. Tek başına bir kadın, Ermeni. Tabii ki ürkerek yaşıyor. Sonra da “eskiden yoktu böyle şeyler”. Riya bu işte.
Riyanın bilimsel temelleri de var bizde. Denklem şöyle: Güya, ülkenin aydınlık yüzü var, aydınlanmadan yana olan; akıl, bilim, Aydınlanma vs… Diğer tarafta da Ortaçağ karanlığı var. 1400 yıllık İslam kültüründen nasibini almamış, riyakâr ve cahil İslamcınınki karanlık, anladık da, öbür taraf da tabii ki olduğunu sandığı şey değil. Akıl, Aydınlanma falan hikâye.
Muhakeme yeteneği olmayan insanlar yetiştiriyoruz ve bununla akla dayalı bir şey kurmaya çalışıyoruz. Haliyle olmuyor. Olamaz da. Bizde birbiriyle son derece çelişkili şeyler aynı anda savunulabiliyor. Çünkü sistem, mantık zinciri meydana getirme yeteneğini tahrip etmek üzere kurulmuş.
Bunun üzerine bir de postmodernizm geldi. “Abi tamam, artık hiçbir şey arasında bir mantık bağı kurmanıza gerek yok, her şey parça parça, yan yana da olur, bütünlük gerekmez.” Sonuçta ne oldu? Bütünlük kurmanın gerekli olmadığı, çarpıcı anlardan oluşan, mantık bağı gerektirmemenin doruğu ortaya çıktı, yani reklam. Türkiye’nin dünya standartlarını en çabuk yakaladığı şey reklamcılık. Türkiye’deki reklamcılık 1980’den sonra müthiş bir hızla dünya standartlarına ulaştı. İkinci ne? Diziler. Yedinci bölüme kadar iyi olan karakter, yedinci bölümden sonra birden kötü olabilir. Diziler de hemen başarı kazandı.
‘Ne demek kime göre, neye göre?’
Yeniden belgesel sinemaya dönersek, riya dedik, postmoderizm dediniz. Şimdi post-truth çağında olduğumuz söyleniyor. Post-truth ve belgesel ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Rezaletin varabileceği son yere vardık. Bu, insan aklının inkarı demek. İnsanın dünyayla kurduğu ilişkide kendine meşruiyet bulduğu her şeyin inkarı demek. Bütün dinlerde insan eşrefi mahlukattır ya. Bu iddiayı en azından tartışılabilir kılacak yegane olgu, insanın aklıdır. İnsanın aklıyla bir şeyleri değiştirebilmesi, dönüştürebilmesidir. Oysa aklını kullanabilmesi için hakikatle ilişkisinin olması gerekiyor. Yani ahşabın ahşap olduğu konusunda bir tereddüt olmayacak ki, ahşap masa yapılabilsin.
Post-truth politikayla, Trump gibilerin söylediği yalanlarla sınırlandığı zaman, aslında küçük bir sorun. Ama bunun bir de tarihi ve aslında her türlü bilgiyi eğip bükme yanı var. Tarihin eğilip bükülmesi bizde de kimsenin azade olmadığı bir durum.
Doğu Almanya ile Batı Almanya birleştiği zaman, bir süre Doğu Almanyalılarda genel bir mutsuzluk hali vardı. Bir araştırmada bazı insanlar şöyle demişti: “Biz artık neyin doğru olduğunu kestiremiyoruz. Eskiden bize yalan söyleniyordu ama biz bunun yalan olduğunu biliyorduk. Mesela durup dururken, ‘Buğday üretimi çok iyi gidiyor’ deniyorsa, biliyorduk ki buğday üretiminde bir sorun var. Biz onun şifresini biliyorduk. Fakat artık biz işin içinden çıkamıyoruz.” Mesela yasalara görece uyulan bir diktatörlükte yaşamak da aslında çok zor değildir. Türkiye’nin önceki döneminde öyle bir avantajımız vardı. Neyi, nasıl söyler ya da yaparsak, başımıza ne geleceğine dair bir fikrimiz vardı. Şimdi bir şey bir anda suç olabiliyor.
Post-truth meselesi insanın dünyada var oluşunu problemli hale getiriyor. İkincisi, insanlar arasındaki anlaşma zemini yok ediyor. Bir laf çıkmıştı bir ara, ben müthiş rahatsız oldum. Bir şey söylüyorsun, karşındaki diyor ki: “Kime göre, neye göre?”. Ne demek kime göre, neye göre? Neye dayanarak konuşacağız birbirimizle? Neye dayanarak bilimsel araştırma yapılacak?
Dünyada herhalde “Sen bilime inanmıyor musun?” diye sorulan tek ülke de Türkiye’dir. Bilime inanıyorsan, bilim yoktur. Bilime inanamazsın çünkü.
‘Başka türlü bir dünyaya geçildi’
Peki, tüm bu karmaşanın içinde, daha iyi bir kültürel gelecek nasıl yaratılabilir?
Bir defa şuradan başlayalım. Ben 66 yaşımdayım. Gelecek hakkında söz söylemem ya da bir şeyleri belirlemeye çalışmam ne kadar doğru olur? Gelecek diye bir şeyden bahsediyorsak, bunu genç insanlar yaratacak. Ama bugünkü gençler dediğimizde gördüğümüz, bizim yaşımızdakilerin çoğunun anlayamadığı bir manzara. Doğru dürüst kullanamadığı koskoca jeep’in direksiyonunda U dönüşü yaparken mesaj yazmaya çalışan bir genç büyükşehir insanıyla ben ne konuşabilirim?
Akıllı telefonlar gerçekten büyükşehir hayatını çok değiştirdi. Herhalde bir de özel otomobil hayatı bu kadar değiştirmiştir. Akıllı telefonlar, insanları başkalarına ihtiyaç duymadan yaşayabileceklerine ikna eden, başkalarıyla birlikte sokağı paylaşma duygusundan muaf kılıp, “Kimseye ihtiyacın yok” duygusu veren makineler. Akla Özal’ın “Tren komünizmdir, araba hürriyettir” lafı geliyor. Onda ayrıcalıklı insan hürriyetinden söz ediliyordu. Akıllı telefonlar ise başka bir şeye daha yol açıyor: “Bununla hayatımı geçirebilirim.” Çünkü aslında bütün dünyayla bağlantıda olduğun hissiyle yaşıyorsun. Bu his bütünüyle yanlış değil ama eksik. Ama kabul etmemiz gerek, bizden sonraki kuşaklar belli ki artık böyle yaşayacak. Dolayısıyla onların nasıl bir kültürel ortam içinde yaşayacağına dair benim önereceklerimin doğru ya da yanlış olmasından önce, geçersiz olma ihtimali çok büyük. Şu da var: 20 yaşındaki insanların bir ülkeyi yönetmesi mümkün mü değil mi bilmiyoruz. Bunu zaten istemezler diye düşünüyorum, çünkü istemedikleri bir sürü sorumluluk üstlenmek zorunda kalırlar.
Öte yandan, bu gidişle bütün insanların geleceğini bir grup insan belirleyecek gibi duruyor. Ben Yuval Noah Harari’nin söylediklerini çok önemsiyorum. Bugünküne benzemeyen başka türlü bir dünyaya geçildi. Başka türlü bir dünya derken, bunun temel karakteristiği şu: Çok dar bir grup insan bütün diğer insanlar hakkındaki bilgiye sahip olma ve bunu kullanma imkânını ellerinde bulunduruyor. İkincisi, Harrari’nin de özellikle vurguladığı şey, insanlar arasındaki eşitsizlik şu anda bile aslında sadece bir ekonomik, sosyal eşitsizlik değil, bayağı zenginler daha zeki ve akıllı, yoksullar daha akılsız olacaklar. İşin bir de bu yanı var.
Merhaba, Aslı Uluşahin’in, Ümit Kıvanç ile yaptığı belge niteliğinde olan röportajda, soyadım eksik yazılmış. Soyadımı “Demirci” olarak düzeltme imkanınız olursa memnun olurum.
İyi Çalışmalar.