Nezih Bey’le Hatay Defne’de TMMOB Koordinasyon ve Yardım Merkezi’nin yakınında karşılaştık. Ağaç gölgesine, eğreti bir beton duvarın üzerine oturmuştu. Yakın köylerden birinden. Evleri hasar görmüş, herkes gibi çadırda kalıyor.
Felaketin büyüklüğünden söz ediyoruz. “Allah öyle yazmış” diyor. “Ama Allah da Hatay’a ne çok ölüm yazmış” diyecek oluyorum, anlatmaya koyuluyor:
“Allah iki köyü telef etti. Musa sordu, niye suçlu suçsuz ayırmadan herkesi öldürdün? Bunu sorduğunda Musa bir ağacın altında oturuyordu. Ona uyku verildi. Uyudu. Allah karıncalardan Musa’nın üzerini kaplamasını istedi. Bir tanesine Musa’yı ısırmasını söyledi. Acıyla uyanan Musa elleriyle karıncaları silkelemeye çalıştı. Allah ‘Gördün mü?’ dedi, ‘Seni yalnızca bir karınca ısırdı ama bak sen kaç tanesini öldürdün?’”
Karşılıklı susuyoruz. O an artçı sarsıntı gümlüyor. Üzerinde oturduğumuz duvar öne arkaya sallanıyor. Daha güçlü olsa, yokuştan aşağıya, ardımızda akan Asi’ye yuvarlanacağız. Bakışımı fark edince anlatmayı sürdürüyor:
“Musa ile Hızır buradan geçiyordu. Musa asasıyla toprakta yol açtı. Hızır’la bu yolu suya kavuşturdular. Asi Nehri böyle doğdu.”
Nezih Bey, ilçenin ağırlıklı Alevi nüfusundan. Gösterdiği tefekkürü anlamaya çalışırken soruyor: “DNA testinin sonucu kaç günde belli olur? 15 gün oldu, yanıt gelmedi.” Abisi enkaz altında kalmış, anlatılana göre üçüncü günü gece yarısı çıkarmışlar. Hastaneye götürüldüğünü biliyor ama sonrasında haber alınamamış. Verecek yanıtım yok. Nezaketle uğurluyor, ayrılıyoruz.
Dönüş yolunda konuştuklarımızı düşünüyorum. Kentte istisnasız herkesten duyduğum cümleleri, Nezih Bey de tekrar etmişti: “Hatay tarihinde yedi kez yıkılmış, yeniden yapılmış. Şimdi sekizinci kez yıkıldı işte.”
Aklıma, Samandağ sahilindeki Hızır Türbesi geliyor. Musa peygamber ile Hızır’ın burada buluştuğuna inanılıyor. Kitabesinde Kehf Suresi’nden aktarılan ayetler: Mealen, davranışlarının nedeni sorulduğunda, Hızır, Musa peygambere şöyle yanıt veriyor: “Gemiye, yağmacılar el koymasın diye zarar verdim. Çocuğu, ailesi küfre sürüklenmesin diye öldürdüm. Duvarı, altındaki defineyi, babaları değil de büyüyünce çocukları bulsun diye onardım.” İçselleştirilmiş bu inançlar, belki de bu büyük acıya dayanmayı mümkün kılıyor.
Mehmet’le köy yollarında
Musadağı köylerinden Hıdırbey’de de Musa Ağacı var. İnanışa göre Musa peygamber asasını çorak toprağa sapladığında asa yeşermiş, çevresine abıhayat suyu yürümüş. Binlerce yıldır yaşadığına inanılan ağaç, şimdilerde etrafındaki turistik mekânlara hayat veriyor.
Hıdırbey ve Yoğunoluk köylerinde rehberim olacak Mehmet’le bu dev ağacın gölgesinde, köy meydanında buluşuyoruz. Adı Mehmet ama ona herkes Memoş diyor. Bilmem kaç yaşında? Elinde hep sigara, yüzünde hep gülümseme. Bana iki köydeki eski taş yapıları gösterecek. 1939’dan sonra göçen Ermenilerin arkada bıraktığı evleri.
Hıdırbey’de, meydandaki görkemli yapı, Fransız mandası döneminde Suriye Meclisi’nin vekillerinden Nareg Aprahamyan’ın konağıymış. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait bina, yakın zamanda restore edilip Gastronomi Evi adıyla açılmış. Yanlış restorasyonun izleri üzerinden akıyor. Adı ve hali, Kültür ve Turizm Bakanı’nın yazmak istediği ‘turizm ve gastronomi ağırlıklı yeni hikâyeye’ uyuyor. Neyse ki hâlâ ayakta.
Diğer taş yapılar o kadar şanslı değil. Hemen hepsi 20 Şubat depremlerinden sonra ya yıkılmış ya hasar görmüş. Çoğu ahır olarak kullanılmakta.
Avluda kurulmuş bir sofraya misafir oluyoruz. Sofrada sıcak pide, zeytinyağlı humus. “Çok şükür bir eksiğimiz yok” diyorlar. Çadır, erzak, hepsi gelmiş. Ama evleri onarılacak mı bilmiyorlar. “Bu köyün doğru düzgün planı bile yoktur” diye anlatıyor ev sahibi. “Bire 100 ölçekte kalmış plan. Onu da zamanında Fransızlar yapmış. Ama görsen, taş bahçe duvarını bile çizmişler.”
Yoğunoluk’ta zaman
Hıdırbey’i arşınlayınca Yoğunoluk’un yokuşuna vuruyoruz. Yürüme mesafesi. Ben kesiliyorum, Mehmet bana mısın demiyor. Bahçe işlerinden alışkınmış. Bu köylerde portakal ve limon yetiştiriliyor. Toplaması zor mudur? “Aslında kolay ama bilmeyene zor.”
Köyde sağ kolda büyük bir yapı. Dış duvarı taş örülü, aralarında nakışlı devşirme kalıntılar. Yoğunoluk buraların en eski Ermeni yerleşimi. Duvarın ardındaki taş yapının üstüne, betonarme kat çıkılmış. Parlak mavi renkte. Kiliseden dönüştürülen caminin minaresi depremlerde yıkılmış.
Aşağı mahallede iki kadın sohbet ediyor. Gazeteciyle konuşmaya istekli değiller. Yine de biri, “Çadırımız yok, kanser hastası kocam için ilaç da bulamıyoruz” diyerek yakınıyor. Bulup gönderelim diye evini tarif ediyor. Bir de alt-üst mahalle ayrımından şikâyetçi. Geçen ıspanak gelmiş ama hepsini yukarı mahallede dağıtmışlar. Bir dahaki sefere dağıtıma aşağıdan başlasınlar istiyor.
Dönüşte bir avluda, ellerini bastonunda kavuşturmuş çok yaşlı bir kadın. Başında işlemeli kepli örtü, üstünde geleneksel giysiler. Bambaşka bir zamandan gelivermiş gibi. Buraların Yörük köyleri olduğu söylenmişti. Eski toprak Yörük kadınlarından biri. Kısacık konuşuyoruz. Ayrılacakken ellerimi sıkı sıkı tutup omuzlarımı sıvazlıyor: “Bir yanında aslan bir yanında geyik olsun” diyor. Hacı Bektaş-ı Veli’nin tasvirlerinde görülen; barışı, kardeşliği anlatan bu birlikteliğin, ilk kez bir hayır duası olarak dillendirildiğini duyuyorum.
Yolda Mehmet, portakalları kasalara yerleştiren bir kadına yardım etmiş, onun iyiliğinden bana iki portakal düşmüştü. Konaklama adresimiz olan Vakıflı köyüne, o iki portakal ve hayatım boyunca unutmayacağım bu nasihatle dönüyorum.
Geyikle aslanın yan yana yaşadığı kültürüyle Hatay, en dar gününde misafirlerine hediyeler vermeye devam ediyor.
#20 Şubat Depremleri#6 Şubat depremleri#Hatay#Hıdırbey Köye#Musadağı Köyleri#Yoğunoluk Köyü