Hangi bölümlerde okudunuz ya da okuyorsunuz?
Ceren Nur Gürler: Lisans eğitimimi Fevziye Mektepleri Vakfı Işık Üniversitesi’nde tamamladım. Psikoloji bölümünü bitirdim. Daha sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde iki yıl oyunculuk eğitimi aldım.
Aylin Erkan: 2013’te üniversite vesilesiyle İstanbul’a geldim. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Sinema Radyo Televizyon bölümünde okudum. Şimdi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde Müzik ve Sahne Sanatları alanında yüksek lisans yapıyorum. Geçen sene bilimsel hazırlıktı, şu an ders dönemindeyim.
Bilge Varol: Ben de Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji Bölümü’nden mezun oldum. Şimdi Kadir Has Üniversitesi’nde, Film ve Drama bölümünde yüksek lisans yapıyorum.
Çağdaş Ekin Şişman: Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji bölümü mezunuyum. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Dramaturgi Bölümü’nde Tiyatro Eleştirmenliği alanında yüksek lisans yaptım ama tezimi yazmadığım için atıldım. Afla da geri dönmedim.
Simla Güran: Liseden itibaren, hatta daha öncesinden tiyatroya ve sinemaya hep ilgim vardı. Koç Lisesi’nde tiyatro ve sinemayla ilgili çalışmalar yapıyorduk. Ama politikaya, hukuka da ilgim vardı ve sonrasında Bahçeşehir Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdim. Ardından çeşitli festivallerde çalışmaya başladım. Müzik, sinema festivallerinde, çeşitli tiyatro prodüksiyonlarında bulundum. Şimdi Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi alanında yüksek lisansımı yapıyorum.
Semin Özge Gül: ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümü mezunuyum. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldım. Öncesinde de 35 Buçuk Akademi var.
Farklı alanlarda eğitim alıp tiyatroya yönelmişsiniz. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz? Neden öncesinde başka bölümleri tercih ettiniz?
Ceren Nur Gürler: Önceliğim oyunculuktu ama çevremde cesaretlendiren çok az kişi vardı. Benim de yeterine cesaretim yoktu sanırım. Psikolojiyi oyunculuğa belli noktalarda yakın bulduğum ve ilgimi çektiği için tercih etmiştim. Eskişehir’deyken Şehir Tiyatrosu’na bağlı Gençlik Sahnesi’nde eğitim aldım. O topluluk sayesinde cesaretimi topladım ve oyunculuk okumaya karar verdim.
Aylin Erkan: Çocukluğumdan beri tiyatroyla iç içeydim. Lisede okul tiyatrosundaydım. Festival festival gezerdik. Liseden sonra ilk sene konservatuvara hazırlandım fakat giremedim. Bir de Eskişehir’deyken İstanbul’a gelmeyi kafayı koymuştum. Konservatuvarı kazanamayınca üniversitede sinemayı tercih ettim, ikinci seçeneğim oydu. Üniversitede amatör tiyatro topluluğunun içinde, tiyatronun politik yanıyla tanıştım. Birtakım ekolleri takip edince konservatuvar fikrinden uzaklaştım. Konservatuvarda bizi kalıpların içine sokacaklarını, Türkiye’de konservatuvarların bir ideolojiyle çevrili olduğunu düşündüm. Ben zaten tiyatro yapıyorum, kendi kişisel çabamla bu kültürü ediniyorum, o zaman konservatuvara girmeme gerek yok, sinemayı bitirip yine alanda çalışmalarıma devam edebilirim diye düşündüm ve ikinci kere denemedim.
Bilge Varol: Ben iyi bir üniversitede okumak istiyordum. O nedenle Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih ettim. O zamanlar, Türkiye’nin her şehrinden özgür olmak isteyen öğrencilerin geldiği özgür bir üniversiteydi. Artık öyle değil ne yazık ki. Üniversiteden beri tiyatro yapıyorum. Kendi tiyatro ekibim var, aynı zamanda oyun yazıyorum. Yazarlık mı oyunculuk mu diye iç hesaplaşma yaşarken, yüksek lisans için kendimi denemek istedim. Kadir Has’ın sınavlarına girdim ve kazandım.
Çağdaş Ekin Şişman: Benim tiyatroyla ilgim okul tiyatrosunda başladı. Sonrasında konservatuvara gitmek istiyordum, hatta lisenin ikinci sınıfında herkes dershaneye giderken ben tiyatro kursuna gidiyordum, ailemi bile ikna edebilmiştim. Ama sonra sosyoloji bölümünde okumak benim de aklıma yattı. Sadece sosyoloji bölümlerini tercih ettim ve Galatasaray’ı tutturunca orada okudum. Galatasaray Üniversitesi’nin çok yoğun çalışan bir tiyatro topluluğu var. Üniversitede olduğum sürece tiyatro topluluğunda çalıştım. Üniversiteden sonra, yine Galatasaray’dan bir arkadaşımla Sarı Sandalye adındaki tiyatro topluluğunu kurduk, oyunlar sahneledik. Daha çok roman uyarlamaları yapıyorduk ve orada bir oyunu yönettim. Şimdi de oyunculuğa devam ediyorum. Yazdığım bir oyun da sahnede.
Semin Özge Gül: Ben oyunculukla lisede tanıştım. İzmir Atatürk Lisesi’nde okudum ve orada tiyatro ekibimiz vardı. Birçoğumuzun ailesi gibi benim ailem de konservatuvar yerine başka bir bölümde okumamı istiyordu. Çünkü konservatuvar eğitimi, eğitim gibi görülmüyor. Şu an çok üzülerek aileme hak veriyorum. Çünkü konservatuvardan çıktığında işsiz kalan, alternatifi olmayan çok fazla insan var. Bir de ODTÜ’de okurken, konservatuvarda insanların tek tipleştiğini gözlemledim. Bu benim için çok üzücüydü. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldıktan sonra turne tiyatrosuna katıldım. Türkiye’nin her yerini gezdim. Çocuk oyunları oynadım. 8-10 sene kadar tiyatro tecrübem oldu. Bu süreçte tiyatronun bir meslek olarak görülmemesiyle yüzleştim. Sigorta yok, güvence yok. Ben de iletişim alanında yüksek lisansa başladım. Çünkü bence tiyatronun zenginleştiren yanı, insanları bir araya getirmesi. Yalnızca oyuncuları değil, seyircisiyle birlikte, binlerce kişiyi bir yapan hali. Bunu nasıl ülkeye yayarız, bu hal nasıl canlanır diye düşünürken, iletişim üzerine yüksek lisans yapmaya karar verdim. Hâlâ tezimi yazmaya çalışıyorum, çünkü meslek olarak görülmese de bir tarafım oyun oynamaya devam ediyor.
Sizler için tiyatroda cazip olan nedir? Sahnede olmak mı? Özge’nin söylediği gibi insanları bir araya getirmesi mi? Kolektif üretim mi?
Aylin Erkan: Benim için tiyatro, oyuncu olma isteğiyle başladı ama kolektif yanı da çok önemli. Çünkü tiyatroda şöyle bir gelenek var; herkes her işi yapar. Herkes elini o taşın altına koyar. Ben reji de yaptım, ses ve ışıkla da ilgilendim. Eminönü’ne gidip kostüm aradım. Dario Fo’nun Japon Kuklası’nı oynuyorduk, işçi tulumu bulmaya Unkapanı’na gittik. Eminönü’ne gidip lastik botlar aldık. Ama evet, ben hep sahnede olmak istedim. Sahneye çıktığımda kendimi hiç olmadığım kadar özgür hissediyorum. Ben bunun iyileştirici gücüne inanıyorum.
Simla Güran: Özge’nin dediği gibi, ben o birleştiriciliği çok güçlü buluyorum. Bir grup insanın kreatif iş üretmek için bir araya gelmesi, sonra o ürünü görmenin zevki başka hiçbir şeyle ölçülemez.
Çağdaş Ekin Şişmen: Aslında burada toplanmamızda da o topluluk hissi var ve kesinlikle iyi geliyor.
‘Oyunculuk güvencesiz bir meslek’
Amatör tiyatro yapmanın, alana yeni yeni adım atmanın nasıl zorlukları var?
Semin Özge Gül: Ödeme sıkıntısı var. Sadece tiyatroda değil, sinema ve reklam alanında da böyle. Meslek olarak görülmemesinin handikaplarından biri. Biz ödemeleri çok geç alıyoruz. O süre zarfında neyle geçinmemizi bekliyorlar bilmiyorum ama ödemeler çok geç ya da çoğunlukla aksayarak gelir. Çünkü bilet organizasyon firmalarının ödemesine bağlısınız. Onlar ödeme yapmayınca, şirket de size “ödemiyorum” der. Sonra tak diye oyun iptal olur mesela. Oyun iptal olur ve işsiz kalırsınız. İki ay prova alırsınız, üç oyun satılır, dördüncü oyun satmadı derler ve işsiz kalırsınız. Elinizde hiçbir güvence yoktur, sezon başlamıştır, tüm ekipler kurulmuştur, iş bulamazsınız. Bu yüzden kendinizi hiçbir zaman güvende hissedemiyorsunuz. Hep bir yedek planınız olmalı. Hep bir ayağınız başka bir yerde olmalı, hep alternatifler için koşturmak zorundasınız. Bu da odaklanmayı çok zorlaştırıyor. Bir doktorun, “Ben kendimi bu meslekte güvencesiz hissediyorum, bir yandan da makine mühendisliği öğreneyim” dediğini düşünün. Oyuncuların hep ikinci bir mesleği vardır.
Simla Güran: Ben burada herkese olumlu bir örnekten söz etmek istiyorum. Benim bu sene prodüksiyonunda yönetmen yardımcısı olarak yer aldığım oyun, ENKA Sanat’ın yapımcılığında gerçekleşti. Nuh’un Gemisini Aramak, İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yaptı ve ENKA bütün oyuncuları, bütün ekibi sigortaladı. Sahneye çıkma üzerinden ödeme yapılmasından bahsetmiyorum, provalar dahil, bütün çalışma süresince ödenek verdi. Bizlere kapılarını açtı, yediğimizi içtiğimizi hiç düşünmedik ve rahat bir çalışma ortamında, başka hiçbir sıkıntı yaşamadan, sadece kreatif sürece odaklanarak çalışabildik. Ben bunun bilinmesini çok isterim, çünkü örnek alınmalı. Gül Mimaroğlu ve Murat Ovalı, “Doğrusu budur, o yüzden biz böyle başlamak istiyoruz” dediler. Benim bugüne kadar gözlemlediğim, aynı Özge’nin anlattığı gibi, insanların sigortalanmadığı, ne zaman ödenek alacaklarını bilmedikleri, sürekli huzursuz ve güvensiz hissettikleri bir ortama karşın, bu müthiş bir örnekti ve parçası olduğum için şanslı hissettim.
Aylin Erkan: Evet gerçekten çok güzel bir adım fakat bunun istisna olması çok acı.
Semin Özge Gül: “Ne kadar güzel, ne kadar ekstra” diye buna şaşırmamalıyız. Çünkü bu çok standart bir yaşam hakkı. En temel hak.
Simla Güran: Mucize gibi dediğimiz, aslında olması gereken.
Ceren Nur Gürler: Oyunculuk koşulları ağır bir meslek. 10-15 saat prova yapıldığını ya da setlerde çalışıldığını biliyoruz. Bunun üstüne bir de güvence olmayınca, insan psikolojik olarak baskı altında hissediyor. Ağır bir meslek olmasına karşın sağlıklı çalışma koşulları olmayınca icra etmek zorlaşıyor.
Simla Güran: Bir mühendis, bir doktor maaşını düzenli alırken, sigortalı çalışırken, tiyatro alanında çalışanların bu hakları yok. Işık, kostüm tasarımı, oyunculuk, dramaturji ya da yönetmenlik, hepsi ciddi birer meslek. Ama hâlâ meslek sayılmamasının, resmiyet kazanmamasının büyük bir sorun olduğunu düşünüyorum. Her ciddi işin koşulları neyse, tiyatro alanı için de aynı koşullar kurumlar için zorunlu kılınmalı. Tabii kurumların ekonomik özgürlüğü ve bağımsızlığı ne kadar, o da ayrı bir sorun.
Çağdaş Ekin Şişman: Kurumlardan bağımsız olarak düşünürsek; tiyatro kuruyoruz ve her zaman arkada bir yatırımcı olmayabiliyor. Çoğunlukla olmuyor, işte o zaman bu işin bir şekilde devlet tarafından desteklenmesi lazım. Birçok tiyatro var, prodüksiyon tiyatroları çılgınca dolabiliyor, gecelik 3-5 bin kaşe alındığını duyuyoruz; buna karşın bağımsız, güzel işler yapan insanlar ancak bir iki ay dayanabiliyor, hacizle uğraşıyorlar. Bunun için bağımsız toplulukların desteklenmesi gerekiyor.
Aylin Erkan: Hak veriyorum, devletin destek olması gerekiyor ama ödenekli tiyatrolar ya da destek alanlar ne kadar kendi sözlerini söyleyebiliyor? Denetim altında sansüre maruz kalıyorlar. Oysa o parayı hükümetin değil, devletin verdiğini, verenin de alanın da anlaması gerekiyor. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hükümetin sözcüsü olunmamalı.
Bilge Varol: Günümüzde tiyatrolar, başka ülkelerde, sadece ödenek üzerinden desteklenmiyor, farklı destek biçimleri, ekonomik modeller var. Kooperatifler var, çeşitli alternatifler var. Bu alternatiflerin de tanıtılması gerekiyor. Çünkü tiyatro topluluklarında, benim ekibim gibi ekiplerde en çok karşılaştığımız durum, toplulukların altı ay sonra dağılması. Bunun temel sebebi de maliyetler.
‘Meslek örgütleri amatör topluluklara kapalı’
Türkiye’de de Tiyatro Kooperatifi var. Amatör topluluklar kooperatife katılabiliyor mu?
Bilge Varol: Biz kooperatife katılmayı düşünmüştük ama onun için kurumsal kimliğinin olması gerekiyor. Kurumsal kimlik demek vergi levhanın olması demek. Vergi levhası için şirket kurmak gerek, bu da çok pahalı. Hukukçulara sorduk. Biz ekip olarak o vergilerin altında kalkamayız. Yeni bir ekip de değiliz, dört oyun oynadık, yedinci yılımıza girdik. İçimizde mühendis var, bankacı var, ben oyuncuyum, tıp doktoru var. Aslında iyi kazanan bir ekibiz diyebilirim ama kendi sahnemiz yok. Biz üç tane bilet satmak için neyimize güvenip şirket kuracağız? Oyunlarımızı kendimiz yazıyoruz. Seyircimiz zaten bir avuç kadar. Yani bizim şirket olmamız çok saçma. Haklarımızı korumak için kooperatife girmek istiyoruz, sendikalı olmak istiyoruz ama bunların önünde hep engeller var.
Peki Oyuncular Sendikası? Gençlik birimleri var. Oraya üye olabiliyor musunuz? Haklarınızı nasıl koruyacağınız konusunda sendika genç oyunculara destek olmuyor mu?
Semin Özge Gül: Türkiye’de sendikacılık bizim bildiğimiz, duyduğumuz, Yeşilçam hikâyeleri gibi değil. Sendika çok güzel konuşuyor ve günün sonunda hiçbir şey elde etmeyip oturuyor. Bu durum, siyasi sistemimizin elverdiği hukuki sınırlar içinde hareket edilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Belki de bu toprakların kültüründe var, bilmiyorum. Şikâyet edip sonra “Hiçbir şey yapamadık” demek gibi bir tarihimiz var. Tamam, bunu değiştirelim ama nasıl? “Hadi nasıl değiştireceğimizi konuşalım” dediğinizde her kafadan başka bir ses çıkıyor ve işte orası bana biraz ikircikli geliyor. Sizin güzel tabir ettiğiniz yerler birdenbire kurtlar sofrasına dönebiliyor, bir bakıyorsunuz herkes kendi cebini doldurma derdinde.
Simla Güran: Herkesin birlik olup “Ben yapmıyorum, ben böyle çalışmayacağım” dediği bir noktaya gelinebilse… Bu ekonomik ortamda çok zor tabii. Çünkü insanların kirasını ödemesi gerekirken, “Yarın ne yapacağım?” kaygısı varken bunu diyebilmesi çok zor. Bir de şu var tabii; “Sen yapmıyor musun, tamam, yapacak başkası var.” Kabul eden biriyle yeriniz hemen doldurulur. Ama herkes “Ben bu koşullarda çalışmayacağım” deyip birlik olabilse birçok şey değişebilir. Bence çözüm burada yatıyor. Aksi halde bu sistem devam edecektir. İsyan başlatmaktan söz etmiyorum ama bu kadar kapsamlı bir tavır alınabilirse, sistem, hakları vermeye mecbur bırakılır.
Bilge Varol: Aziz Nesin’ler zamanından bir kural varmış, oyun yazarları kazançtan yüzde 40 alıyor. Bu kural değişmiş, şu an sadece telifini satıyorsun. Zamanında kazanılmış bu hakkın kaybedilmesi trajik değil mi? Ben bunu geçen Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk yapan bir arkadaşımdan öğrendim. Yazmaya başladığımda herkes bana “Şehir Tiyatroları’na kapağı at, kurtulursun” diyordu ama artık öyle bir şey yok.
Sendikalar için şunu söylemek isterim: Bir film senaryom var. Gencim, vaktim var, sektörde deneyimim olsun diye yazdım. Bedavaya 100 dakikalık film yazdım. O dönem senaryo yazarları sendikasına girebilir miyim diye araştırdım. Annemin arkadaşı, telif avukatına danıştık. Dedi ki “Senarist sendikasına girebilmek için oynanmış senaryonun olması lazım”. O zaman ben ilk senaryomdaki hakkımı almayı nasıl öğreneceğim? Ama sendikaya girmenin şartı bu. Ben o filmin çekilmesini bekliyorum, onunla sendikaya gireyim, diğer oyunlarımın, film fikirlerimin telifini koruyabileyim diye. Oyuncular Sendikası’na gitmedim, çünkü oraya gittiğimde “Sen geçmişte altı oyunda oynadın, şimdi konservatuvar öğrencisisin ama menajerin yok” ya da “Kazandığın parayı vergilendirebiliyor musun?” diye sormalarından korktum. Yani hakkını arayabilmen için önce hakkını belli bir yere kadar almış olman gerekiyor. “İlk hakkını kendin almayı başar, devamını biz kollarız” gibi kendiyle çelişen bir sistem var.
‘Ne güzel, eğleniyorsunuz diyorlar. Ne eğlenmesi?’
ENKA Sanat örneği gerçekten güzel. Küçük toplulukları, amatör grupları destekleyen benzer girişimler var mı? Yoksa her şey imeceye, kendi aranızdaki dayanışmaya mı kalıyor?
Çağdaş Ekin Şişman: Yeni bir topluluk için gidip çalabileceğiniz bir kapı yok. Ancak tanıdığının tanıdığı varlıklı biri varsa, şirketi varsa, “Bize sponsor olur musunuz?” diye sorabilirsiniz.
Simla Güran: Başvuru yapabileceğimiz, ihtiyaçları karşılayacak bir kurum, bir yapı yok hakikaten.
Senim Özge Gül: Konuştuklarımız hep aynı yere çıkıyor galiba. Bir sistem yok, devlet tarafında da bir sistem yok. Aylin’in dediği gibi, devlet desteğine başvurduğunuzda sansür riskiyle karşı karşıyasınız. Özel sektörden destek alırsanız da tamamen başkasına bağımlı duruma geliyorsunuz. Dolayısıyla kaçacak yerimiz kalmıyor.
Simla Güran: Fonlar bence güzel bir olanak ama orada da şöyle bir sorun var: Kültür kuruluşları, bağımsız kuruluşlar başka yerden destek göremedikleri için fonlara başvuruyorlar. Çok fazla başvuru olunca da alma imkânınız azalıyor. Diğer taraftaki yetersizlik yüzünden fonlara yükleniliyor, onlar da yükü taşıyamıyor.
Çağdaş Ekin Şişman: Bir de, sistem olmayınca iyice ricacılığa varıyor iş, o da gururunuza takılıyor. Sürekli bir yerlerden yardım aramak, “Kim bize yardım eder?” diye ricacılık yapmak rahatsız edici. Bunun yerine daha çok devlet-sel, Aylin’in dediği çok doğru, hükümet-sel değil devlet-sel bir sistem içinde bir şey yapılması lazım. Bunca dertle uğraşırken, bir de diyorlar ki “Ooo tiyatro ne güzel, eğleniyorsunuz.” Ne eğlenmesi? Türkiye koşulları var, ekonomik koşullar var, dünyanın hali var.
‘Konservatuvarlılar işsiz’
Sistem eğitim alanından başlamalı. Tiyatro eğitimi veren yerler, ister konservatuvar ister özel okullar olsun, önünüze imkânlar sunabiliyor mu? Size yol açabiliyorlar mı?
Semin Özge Gül: Ben konservatuvarlı olmadığım için, konservatuvar mezunu olmayanlar adına konuşabilirim. Biz Devlet Tiyatroları’na başvuramıyoruz, öyle bir hakkımız yok. Buna kızamıyorum çünkü çok fazla işsiz konservatuvarlı var. Onlarınki çok ciddi bir acı, çünkü dört yıl eğitim görüyorlar, az değil. Onlar bile Devlet Tiyatroları’na giremiyorlar. Ama bizim kapımız daha da dar. Biz de eğitimini almışız. Bu arada bizim eğitimimiz eğitim olarak geçmez, alaylı derler bize. Aslında, çok sevdiğim bir hocamın bir sözü var. “O konservatuvarlı değil” diyenler için, “Sahnede diploma oynamaz” demişti. Bizler kulislerde hocalarımızı izleyerek öğreniyoruz. Gerçekten o deneyimi koklamanız gerekiyor. Tiyatro sadece sırada oturarak öğrenilen bir meslek değil.
Aylin Erkan: Ben Sahne Sanatları’nda konservatuvar çıkışlı arkadaşlarla birlikte okuyorum. Hem müzik bölümünden hem oyunculuk bölümünden konservatuvarlı bir sürü arkadaş işsiz. Az önce bahsettiğimiz güvencesizlik hali çok yaygın, her hücremize tesir etmiş durumda. Hep anlatırlar, biliriz, Esen Hoca bile anlatır, ’60’larda, ’80’lerde okullar azken, konservatuvar çıkışlı oyuncu azken, “Sen buraya atanıyorsun, sen şuraya atanıyorsun” diye konuşulurmuş. Mezun olunca nerede çalışacaksın, ne iş yapacaksın belli. O zaman işsiz kalmıyorsun. Ama şimdi Özge’nin bahsettiği gibi konservatuvar çıkışlı bile olsan, o alanlarda yer yok. Talep arttı, okul arttı, oyuncu olmak sinemacı olmak isteyen arttı, nüfus da arttı.
Çağdaş Ekin Şişman: Bunlar artarken liyakat azaldı, kadrolaşma arttı, o da artınca herkes tanıdığıyla iş yapmaya başladı.
Semin Özge Gül: Bilmiyorum arkadaşlar ne kadar katılır ama, aslında bu ülkede ünlüye tiyatro çok, ünlünün yüzü afişteyse, bilet ücreti ister 100 ister 200 olsun.
Çağdaş Ekin Şişman: Ben çok duydum, “Instagram’da kaç takipçisi var?” diye konuşulduğunu. Ona göre ölçülüyor.
Semin Özge Gül: Bunlara kızamıyorum, çünkü mesele yine ödeneksizliğe geliyor. Bu ülke için 200 lira büyük bir para. Biz son yıllarda kıt kanaat geçinen bir toplum haline geldik ve dolayısıyla yapımcı da şunu düşünüyor: “Ben bunun kostümüne para harcayacağım, dekoruna para harcayacağım, oyuncuya yevmiyesini vereceğim, öyleyse bana seyirci getirmeli.” Seyirci kime geliyor? Televizyonda gördüğü ünlüye. Onu canlı görmek için geliyor. Aslında tiyatroya gitmek onun için imza etkinliği gibi bir şey. Dolayısıyla bizim aslında çok temelden bir kültür hareketine ihtiyacımız var. Hatta ilkokullarda başlayacak bir tiyatro okuryazarlığı eğitimine, kültür okuryazarlığının aşılanmasına ihtiyacımız var.
Bilge Varol: Sektörleşmemiş bir sektörden bahsettiğimizi aklımızda tutmamız gerekiyor. Benim menajerim yok ve menajersiz anlaşma yapamam. Mesela birisi gelse, beni çok beğense ve dese ki, “Ben seni başrolümde oynatmak istiyorum”. Ben o anlaşmayı yapamam. Çünkü ne isteyeceğimi bilmiyorum, haklarımı bilmiyorum. Bana ne sunması gerektiğini bilmiyorum. Menajerim olması için iş yapmam ve güzel fotoğraflar çektirmem lazım. Burada da iş toplumsal cinsiyete varıyor. Sektörleşmemiş bir sektörden olmanın çok trajik kırılmalarını yaşadığımızı düşünüyorum. Çok fazla emekçi var, o emekçilerin meslek yasası yok. Sendikanın koruduğu hakları yok. Sendikanın ciddiye alındığı bir yer yok. Dizi dakikalarını biraz düşürdüler o kadar. Beni bugün biri sete alsa ve dese ki “10 gün boyunca, sabah 7’den gece 11’e kadar çalışacaksın”. Benim buna karşı diyebilecek hiçbir şeyim yok. Kabul etmek zorundayım. Freelance bir grafiker olsaydım, derdim ki “Bu iş şu kadar zamanımı alır, şu kadara yaparım”. Ben oyuncu olarak bunu söyleyemiyorum. Hakeza kameramanın, ışıkçının, sesçinin hali de böyle.
Nasıl sektör olunacak? Yapan yapıyor. İngiltere’de, mesela Londra’da önemli sanat okullarından birine girdiğiniz zaman, oradan çıktığınızda zaten menajerler sizi kovalıyor. Bunu sadece okulun adı sağlamıyor tabii. Türkiye’deki gibi değil. Şöyle bir laf vardır, “Kadir Has’a giren ünlü olur.” Doğrusu ben de onu bekliyorum.
Yurtdışında iyi bir okula girdiğinde her ay iş çıkarmak zorundasın. Yönetmen de iş çıkarmak zorunda, oyuncu da. Her dönem bir tane, sadece sektör için oyun yapıyorlar. Sektördeki herkes geliyor, yapımcı, foncu, kanal sahipleri orada. Bütün sektör aynı salonda ve seni izliyorlar. “Şu an beni sektör izliyor, ben bu oyunda iyi oynarsam yarın bir menajerim olacak” diyorsun. Gerçekten de daha mezun olmadan bir menajerin olabiliyor.
Senim Özge Gül: Bizim portföyümüz bu işte; canlı kanlı yaptığımız işler.
Bilge Varol: Oysa şimdi ben, cast direktörü beni izlesin diye yalvarıyorum. Diyor ki “Benim listem doldu”. Listem doldu dedikten sonra yapabilecek bir şeyim yok ki benim.
Listem doldu ne demek? Yeterince oyuncum var, anlamına mı geliyor?
Bilge Varol: Tabii. “20 tane oyuncum var, kapattım ben defteri” deyip kapıdan çeviriyor seni.
‘Parayı bulursak üne gerek yok’
Ünlü olacağım ve bu sorunların hepsi hallolacak diye aklınızdan geçiyor mu?
Çağdaş Ekin Şişman: Herkes farklı düşünüyor olabilir ama trajik bir şey var, son zamanlarda arkadaşlarımla Sayısal Loto oynamaya başladık. Parayı bulursak tamam, sonra isteyen başka bir şey yapar. Ünlülük bir anlamda para getirisi. Yoksa mesele bizim açımızdan arzu nesnesi olmak değil, paramız olursa rahatlayacağız diye düşünüyoruz.
Semin Özge Gül: Ünlülerin de muhteşem hakları yok. Bizden farklı koşullarda çalışmıyorlar. Sadece bu güvensizliği daha az hissetmelerine neden olacak, geleceklerini garantiye alacak meblağ kazanıyorlar. Bizim hem ödememizin ne zaman yapılacağı belli değil, hem de aldığımız yevmiye 150 lira. Benim 150 lirayla kaç ay geçinmemi bekliyorlar acaba? Dolayısıyla para onları biraz daha güvenli alanda tutuyor. Biz o parayı bulursak üne gerek yok.
‘Satılık ürün olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın’
Arzu nesnesi olmak demişken. Burada yedi kadın birlikteyiz. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden de söz edelim. Erkek olmamanın önünüze engeller çıkardığını düşünüyor musunuz?
Semin Özge Gül: Estetik görünmemizi beklediğini hissediyorum. Hiçbir erkeğe bedeniyle ilgili bu kadar baskı yapılmaz. Göbekli erkek oyuncu çoktur ama göbekli kadın oyuncu çok azdır. Kendimi fiziksel olarak baskı altında hissediyorum. Dişi görünmem gerekiyormuş gibi. Nasıl göründüğünün yanında, Instagram profiline kadar böyle bir baskı var.
Bilge Varol: Sektörde menajerlik yapan birinin meşhur bir lafı varmış, diyormuş ki “Dizi oyuncusu olmak istiyorsanız, iki reklam arasında satılık bir ürün olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın.” Seyircinin sizinle seks yapmak istemesi lazımmış. Bunu duyunca şöyle düşündüm: Ben bu mesleği bunun için seçmedim. Bu sürekli maruz kaldığımız bir şey. Seks objesi olmanız lazım, arzu nesnesi olmanız lazım. “Sen bunu kabul et, ona göre gerisini konuşuruz.”
Başka bir deneyimimi daha anlatayım. Bir arkadaşımın arkadaşıyla tanıştım, iyi yerlerde, yapım şirketlerinde yazar olarak çalışıyor, televizyonda tutan bir yapımda senarist. Onunla tanıştığımızda, ben işle ilgili güzel bir haber almıştım, bunu paylaştım. “Ben menajerlik yapıyorum, Kadir Has’tan mezun bakıyorum. Sen komikçe bir tipsin. TikTok’lar çek, komik olsun. Güzellik influencer’ı olamayacağına göre” dedi. Bence hiç fena değilim. Bunları sürekli duyuyorum. Şöyle bir önkabul var gibi; bunları hep duyacaksın, oyunculuk yapacaksan bunu en baştan kabul et.
Semin Özge Gül: Bunları söyleme hakkını kendilerinde görüyorlar. Bunun bir cinsel saldırı olduğunun farkında değiller. Maalesef bizim sektörümüzde, yapılanların taciz olduğunun, cinsel saldırı olduğunun kabul edilmesi, diğer sektörlere göre daha geç olacak gibi görünüyor. Böyle sözler başka bir yerde ağır hareket olarak kabul edilebilir, bizim alanımızda işin gereği gibi görülüyor. “Sen bunu bile kaldıramıyorsan, yapma bu mesleği” diyorlar. Ne münasebet.
Simla Güran: Ben de şunu deneyimledim: Eğer bir yerde yönetici pozisyonundaysanız, o ekibin sizi ciddiye alması bir erkeğe göre daha zor oluyor. Ancak bağırıp çağırırsanız saygı duymalarını sağlayabiliyorsunuz. Anlayışlı, incelikli davrandığınızda, ekip bunun kıymetini bilecek bir ekip değilse, anında düzen bozuluyor. Bunun cinsiyetle ilgili olduğunu gözlemledim. Bu da küçüklükten itibaren insanlara verilen kodlarla, eğitimle ilgili.
Çağdaş Ekin Şişman: Sosyal medyada takipçin olup olmaması da cinsel obje olmayı kabul edip etmemenle ilgili görülüyor. Çünkü takipçiyi öyle kazanıyorsun. Sistem buna dönüşmüş durumda.
Aylin Erkan: Eskiden zorlama güzellik algısının sadece erkanda olduğunu düşünüyorduk, artık tiyatroda da konuşulur hale geldi. Bir de etrafımızda gördüğümüz kaşe gerçekleri var. Ünlü bir kadın oyuncu ve ünlü bir erkek oyuncu eşit kaşe almıyor. Erkek oyuncu daha fazla kazanıyor. Yani eşit şartlarda yarışa başlasalar bile eşit ücret almıyorlar.
Simla Güran: Çok acı gerçekten. Bunları konuşurken kendimi 16. yüzyılda gibi hissediyorum. Bazı kadın oyuncular çıkıp “Ben şu projede, şu kaşeyi almak için savaş verdim, erkek oyuncuyla aynı kaşeyi alıyorum. Siz de savaşın” diye demeç vermek zorunda. Başkalarını cesaretlendirmeleri gerek. Cesarete ihtiyaç var ve bunu ancak tanınmış, marka olmuş kişiler yapabilir, bunun savaşını onlar verebilir. İşe yeni başlamış, henüz bağımsızlığını ilan edememiş bir kişi bunu yapamıyor. İstese de menajeri ya da çevresindekiler tarafından susturuluyor. Tanınmış kişiler onlar adına da konuşmalı.
‘Tacize uğrasan da sus’
Sektör içinde ya da çevrenizde “Aman itiraz etme, aman sesini çıkarma” diyen insanlar var mı? “Konuşursan kariyerin tehlikeye girer” gibi nasihatlerle karşılaşıyor musunuz?
Semin Özge Gül: Sadece ücretler için değil; taciz için bile sus deniliyor. “Sus, bir yere gelene kadar sus, bir yere geldikten sonra işte ne güzel, magazini patlatırız, ama şu an sus.” “Bu insanı karşına alamazsın” diyorlar.
Aylin Erkan: Çok yakın zamandan, çok ünlü isimlerden örnekler var. Sette, karavanda genç kadın set işçisini taciz eden yaşlı, zengin, ünlü erkek oyuncular var. Erkeğin sözü ciddiye alınıyor. Ünlü, yaşlı, zengin erkek oyuncu olayı yalanladı mı, kadının beyanının hiçbir hükmü kalmıyor.
Bilge Varol: Tiyatro eğitiminde de taciz vakaları yaşandı. Oradaki “başarılı erkek oyuncu” işin içinden sıyrıldı. Duyuyorum, biri hâlâ oyuncu koçluğu yapıyormuş en âlâ yerlerde. Yani insanlar tacize uğradığıyla kalıyor. Kimsenin sana inanmadığı, adını ifşa etmek zorunda bırakıldığın, karşına tazminat davalarının çıktığı, kimsenin oturup ciddiyetle konuşmadığı bir durumda kalakalıyorsun. MeToo hareketi dünyayı sallıyor ama Türkiye’de yok. Türkiye’de setlerde, tiyatroda, eğitimde taciz var ama bizde MeToo hareketi diye bir şey yok. İnsanlar hâlâ “Johnny Depp’in karısı mahkemede ne kadar komikti” diye kadını suçlayıcı, aşağılayıcı biçimde konuşuyor. Ayrıca tiyatronun medyası da böyle. Şiddet haber olmuyor, tacizler haber olmuyor.
Bir tek, Susma Bitsin oluşumunu anmamız ve onlara teşekkür etmemiz gerekiyor. Kendilerini öne atmaktan çekinmediler. Bu eril zihniyet değişene kadar biz birbirimize destek olarak güçleneceğiz. Buna inanmak istiyorum.
Semin Özge Gül: Yaptığımız meslek zaten başlı başına yargılanıyor. Düşünsenize oyuncu eşittir artist, artist eşittir kadın. Ama erkek olduğunda “jön” oluyor. Kadınsanız, tacize uğrasanız, “Aman zaten iki sahnede bir öpüşüyor” gibi bir yargıyla yüzleşiyorsunuz. Ben mesleğim gereği bir karakteri canlandırıyorum ve karakterin bir yaşam tarzı var. O insanın bir hikâyesi var, duygusu var, geçişleri dönüşleri var, bambaşka seyahatleri var. İşimi yaparken ben o insanla beraber seyahat ediyorum, seyirciyi de “Gel bu seyahati beraber gerçekleştirelim” diye davet ediyorum. Sonra biri çıkıp orada bunu mu görüyor? “Aaa bu kadın oyuncuysa, öpüşüyorsa, o zaman herkes onu taciz edebilir.” Bunu mu gördün gerçekten? Ama maalesef böyle oluyor.
Simla Güran: Özge deyince düşündüm, basında ya da sosyal medyada bu hal çok kötü kullanılıyor. Diyelim bir oyuncu bir davete gitmiş, “Cesur mini eteğiyle dikkat çekti, seksi dekoltesiyle dikkat çekti” diye yazıyorlar. Oysa erkekler için bunun yapıldığını görmüyoruz. Kadın için hep şuh imajı yaratılıyor. Hem şuh olması bekleniyor hem de bu kullanılıyor. Halbuki bir kişi istediği gibi giyinebilir.
Bilge Varol: Bir örnek vereceğim. MeToo hareketinin burada yankı bulmayışından söz ettim ya, mesela dünyada yeni başlayan bir uygulama var. Seks sahneleri artık koreografiyle çekiliyor. Bu MeToo hareketi akabinde oldu. Örneğin Normal People dizisindeki bütün seks sahneleri koreografiyle yapılmış. Omzunun hangi noktasına dokunacak, elini nereye koyacak, koreografi olarak yazılmış her şey. Ki bu dünyadaki en beğenilen dizilerden biri. Bizde ise “Sanat özgürdür, kurallara sorulmaz” bilmem ne deniyor.
Simla Güran: Onlara galiba yakınlık koçu deniyor. Bedeninde dokunulmasını istemediğin bir yer olabilir, bunu konuşuyorsun. Sahneyi farklı biçimde uygulamak isteyebilirsin, bütün bunlar öncesinde konuşuluyor.
‘Ünlüler, haklarını alamayanlar adına konuşmalı’
Dertleri sıkıntıları konuştuk. Bunların değişmesini istiyorsunuz, istiyoruz. Bu başlığı genişletip, hayallerden de söz edersek, hem kendiniz, hem sektör hem de memleket için neler istiyorsunuz, neler değişmeli, neler hayal ediyorsunuz?
Bilge Varol: Hiç söz etmediğimiz için değinmek istediğim bir konu var. Sahne dediğimiz yer bir temsil alanı ve tüm kimliklerimizle temsil hakkına sahip olmamız gerekiyor. Ben şahsen bu mesleği bunun için yapıyorum. Yazarlığı da bunun için yapıyorum; sahnede görmediğim karakterleri temsil etmek adına. Özellikle kuir ve farklı kadınların temsilinde büyük bir eksiklik var. Yan sokaktan geçen, bizimle yaşayan ya da bu masadaki kadınların sahnede görünmediği bir tiyatro dünyamız var. Yeni nesiller neyse ki bunları konuşmakta daha cesur. Kendini öne atabiliyor, ortaya koyabiliyor. Ama yine de farklı kuir ve kadın temsillerini gördüğümüz oyunlar çok az.
Ceren Nur Gürler: Bir zamanlar Cem Yılmaz’ın bir esprisi vardı, eğitim şart diye. Her şey günün sonunda buna bağlanıyor. Konuştuğumuz tüm sorunlarda diyalektik düşüncenin, analitik düşüncenin eksik olduğunu görüyoruz. Birçok mesele ya konuşulmuyor ya da tartışmaya açık görünmüyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahsediyoruz ama algının oluşması için çocuk yaştan itibaren eğitim verilmeli, böyle bir eğitim zemini yok. Haliyle seyirci bu algıya sahip olmuyor. Eğitim alanında gelişmeye ihtiyacımız var ki seyirci sahnede gördüğünü anlamlandırabilsin. Onlar bize ulaşamıyor. Belki biz de onlara ulaşamıyoruz, böyle bir kısır döngü var.
Simla Güran: En önemli meselelerden birinin sanata erişebilirlik olduğunu düşünüyorum. Bu ülkede bu alanda çok büyük bir sıkıntımız var. Uçuk fiyatlar sanatla yeni taşıyan, sanat alanını takip etmek isteyen ya da bu alanda okuyan gençlerin önünü kapıyor. Konsere, tiyatroya, sinemaya gidememek toplumu kültür alanında fakirleştiriyor.
Aylin Erkan: Kitap fiyatları da tavan yaptı. İstediğin kitabı öyle kolayca almak artık çok zor. Tiyatro alanında da, kendi aramızda bir söz vardır: “Körler sağırlar birbirini ağırlar.” Biz yeni bakış açıları edinmek, neler yapıldığını görmek için birbirimizin oyunlarına giderdik. Artık bunu bile yapamıyoruz. Her hafta iki üç oyuna gitmem gerekiyor, ama şimdi ancak haftada bir oyun izleyebiliyorum. Üstelik bunu da bütçemi çok zorlayarak yapabiliyorum.
Semin Özge Gül: Mesleki olarak kendimizi geliştirmemiz gerekiyor ama bunu nasıl yapacağız? Farklı topluluklara, farklı yol göstericilere ihtiyacım var ancak onlara erişebilecek gücüm yok, kendi mesleğimi bile yapamıyorum. Yani zenginleşmek için önce bir kaynaktan çıkmam gerekiyor ki gürül gürül çağlayayım.
Simla Güran: Yurtdışında öğrenciler farklı kültürlerin üretimlerini de izleyebiliyorlar. Çünkü seyahat edebiliyorlar. Ciddi kültürel buluşmalar oluyor. Biz burada kendi oyunlarımızı bile izleyemezken, yurtdışındaki yapımları takip etmek bir lüks gibi görünebilir. Ama önemli. Birçok ülkedeki öğrenci için bu çok olağanken, biz bu imkâna sahip olamıyoruz.
Semin Özge Gül: Oyunculuk bir meslek olarak görülmüyor dedik ya, çünkü insanlar sanata uzak. İnsanlar sanata ulaşamıyor. Dolayısıyla benim hayalim, herkesin oyunculuğu bir meslek olarak görmesi. Oyunculuk insanları zenginleştiren, ruhunu besleyen bir meslektir. Herkes için erişilebilir olsa, insanlar yargısız olabilir, birbirine farklı bakabilirler. Ben sektör için istediğimi tüm ülke için istiyorum. Evet farklıyız, bambaşka kaygılarımız olabilir ancak doğru sorular ve doğru dinleme mekanizmalarıyla aynı zeminde buluşabiliriz. İnsan olma zemininde.
Ceren Nur Gürler: Ünlü olmaktan, popülerlikten bahsettik, bu insanların daha fazla kişiye ulaşabildiklerini kabul etmek gerekiyor. Daha geniş bir etki alanları var. Onların daha çok konuşması, sorunları aktarması gerekiyor. Mesela geçenlerde Cem Yılmaz setten bir görüntü paylaştı, “Haftada beş gün çalışıyoruz, iki gün repo yapıyoruz ve çok verimli geçiyor” dedi. Onun bunu yapabilmesi, videoyla duyurabilmesi çok önemli. Böyle bir imkân olduğunu, böyle de çalışılabileceğini gösterdi.
Simla Gürhan: Sana katılıyorum. Güvenceye sahip, mesleki olarak daha rahat olan, daha az riske girecek insanların sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Onlar, haklarını savunamayan kişiler adına da konuşma lüksüne sahipler. İş hakları, toplumsal cinsiyet konusu, erişilebilirlik, keşke tüm sorunları daha çok dillendirseler, gündeme getirseler. Ama bakıyorum, birçoğu hiç konuşmuyor. Sorumluluk almalılar. O zaman her şey daha farklı olabilir.
Çağdaş Ekin Şişman: Özellikle pandemi sonrası sanırım hepimiz içten içe panik halindeyiz, can havliyle yaşıyoruz. Mesleki anlamda, hayat anlamında. Türkiye zaten ekonomik anlamda yokuş aşağı. Herkes amiyane tabirle söyleyeceğim, yırtmak, köşeyi dönmek, lotoyu tutturmaktan söz ediyor. Oysa bu masada olup bunları konuşmamız çok güzel. Biz bunu eskiden yapıyorduk. Oyundan çıktıktan sonra oyun üzerine konuşuyorduk, yalnızca aramız bozulmasın diye “Güzel olmuş” demek için değil. Daha fazla konuşuyor, tartışıyorduk. Tartışmadan, çatışmadan korkar olduk. Herkes artık nabza göre şerbet, herkes bir esnek. İnsanlık dediğimiz şeyde çatışma da var. Kaldırıp götürmemiz lazım. “Hayır, bu yanlış” dememiz lazım. Bu yüzden hem egomuz çok hem de muazzam bir yoksulluk içindeyiz. Bir yandan da müthiş bir özgüvensizlik ve panikle hayatta kalmaya çalışıyoruz. Yüzümüze kocaman bir şamar indi bence. Böyle devam edemeyiz. Zaten bugünümüz, yarınımız belli değil. En azından böyle konuşabilmek çok güzel. Bunu çekinmeden, fikir çatışmasından kaçmadan, daha sık yapmamız lazım. Aksi halde ilerleyemeyeceğiz. Aynı yerde sayıp, üç kuruşumuzu ganyana yatırıp bir gün lotonun çıkmasını bekleyeceğiz.
Ceren Nur Gürler: Benim de temennim ve hayalim bununla ilgiliydi. Daha özgür ifade biçimlerinin olduğu bir ortamda sanatımı icra etmek istiyorum.
Simla Güren: Benim hayalim de Ceren’inkiyle çok benzer. En çok istediğim, sadece kreatif alanda değil, bütün alanlarda özgürce konuşabilelim, ifade edebilelim. Farklı sesler, farklı insanlar bir araya gelebilsin. Aynı masada oturabilsin. Bu sebeple kimse hapse girmesin. Kimsenin zorla tweet’i silinmesin. En basit hareketimizi bile düşünmek zorunda kalmadığımız, özgürce davranabildiğimiz bir zamana ulaşalım. Gerisi gelir.
##metoo#Aylin Erkan#Bilge Varol#Çağdaş Ekin Şişman#Ceren Nur Gürler#Semin Özge Gül#Simla Güran#Susma Bitsin#Tiyatro#Türkiye Tiyatro Vakfı
Tiyatronun sorunlarını az çok bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız halde burada, ilgili arkadaşların doğrudan anlatımıyla toplu olarak görmek çok sarsıcı… İyi eğitimli, pırıl pırıl gençlerin bu kadar önemli bir alanda içinde bulundukları çıkmaz, ancak doğru tanımlanmış kültür politikalarıyla aşılabilir. Kısa vadede çok umutlu olamasak da tiyatro sanatına gönül verenlerin özverileriyle insanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi olan tiyatronun yaşayacağına inanıyoruz. Yolları açık olsun.