Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son seçimler öncesi ana hedeflerinden biri LGBTİ+’lardı. Erdoğan, geçen mayıs ayında gittiği 14 kentte, seçim toplantılarında ve katıldığı yayınlarda LGBTİ+ karşıtı söylemlerde bulundu, seçimler sonrasında da söylemlerine devam etti. İktidar ortaklarınca bu yönde hazırlanan anayasa değişikliği önerisi halen masada ve Anayasa’ya ‘sapkın akım’ ifadesinin girmesi istenirken, LGBTİ+ derneklerinin kapatılabileceği konuşuluyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, medya ve ayrımcı söylemler üzerine çalışmalarını sürdüren akademisyen İdil Engindeniz’le iktidarın tavrının arka planını, medyanın rolünü ve LGBTİ+ hakları konusunda muhalefet partilerinin tutumunu konuştuk.
Türkiye’de, özellikle son dönemde iktidar bloğu tarafından LGBTİ+’ların hedef seçilmesinin nedeni sizce nedir ve buraya nasıl gelindi?
Buraya biraz uzun sürede gelindi. 2013’ten bu yana; yani son on yıldan bahsediyoruz. Neden 2013? 2013’te Haziran Direnişi’ni yaşadıktan sonra İstanbul’da yapılan LGBT+ Onur Yürüyüşü, Onur Yürüyüşleri tarihinin en kalabalıklarından biriydi. 2013 Onur Yürüyüşü, Gezi’de yaşananların ardından neredeyse muhalif herkesin bir araya geldiği ve dayanıştığı çok önemli bir yürüyüştü. Onun ardından sokağa çıkmak artık imkânsız hale gelmeye başladı ve Onur Yürüyüşü muhtemelen iktidar için bir sembole dönüştü. Bundan önceki senelerde de muhakkak müzakereler yapılırdı; “Tabii tabii yürüyün” denmezdi asla. Ama müzakereler yapılır ve adım adım bu yürüyüş gerçekleştirilirdi. Yürüyüşler giderek kalabalıklaştı, her sene katılan sayısı ve görünürlük arttı. 2013 de bir dönüm noktası oldu. Hem Onur Yürüyüşü hem LGBTİ+ hareketi “ciddiye” alınmaya başlandı. Bu ciddiye alınma da maalesef “Başını ezmek lazım, burada bu alanı serbest bırakmamak lazım”a dönüştü.
Ardından çeşitli yasaklar geldi ve en nihayetinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ayasofya’nın açılışında yaptığı konuşmayla artık çok daha aleni ve “meşrulaştırılmış” bir savaş yürütülmeye başlandı. Savaş belki doğru kelime değil. Ama çok daha açık bir baskı sürecine girildi.
Bir kere Ali Erbaş pandemiyle eşcinselliği ilişkilendirdi. Tıpkı bir dönem AIDS’in bir eşcinsel hastalığı olarak adlandırılması ve AIDS’le ilgili pek çok gerçeğin, yapılabileceklerin üstünün örtülmesi gibi. Erbaş pandemi gibi herkesin olumsuz tarafında uzlaştığı, buluştuğu bir şeyi aldı ve eşcinsellikle özdeşleştirdi. Üstelik bunu Ayasofya’nın açılışında, Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde yaptı. Tabii ki kendisinin bu konuşmayı yapmasının meşruiyeti vardı, ona böyle bir meşruiyet alanı tanınmıştı. Yoksa içerik olarak kabul edilebilecek bir şey değil. Oradan itibaren de baskının ötesine geçip olur olmaz her yerde, her konuda hedef gösterme, hepimizin de bildiği örneklerle, Boğaziçi Direnişi’nde yaşananlarla ve arkasından İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla, seçimlere kadar gelindi.
Maalesef Türkiye’de hâlâ LGBTİ+ hareketin, LGBTİ+ insan haklarının arkasında durabilecek bir muhalefet zeminine sahip değiliz. Tabii ki bunu savunan isimler, kesimler var. Ama bu adlı adınca ve cesur şekilde, muhalefetin geniş bir kesimi tarafından yapılamıyor. Kendileri de çeşitli şekilde marjinalleştirilen muhalif gruplar LGBTİ+’ların yanında daha açıkça durabiliyor ama mesela CHP gibi bir ana muhalefet partisi bu kadar açıkça duramıyor. LGBTİ+’larla yeterince dayanışamıyor. Dolayısıyla iktidar için LGBTİ+’lar en kolay lokma haline geldi. Kadınlar da bunun bir parçası ama LGBTİ+’lar için daha fazla. Örneğin artık Kürtler üzerinden böyle bir siyaseti yürütmenin başka tehlikeleri ve götürüleri olabilir. Buraya çok bulaşılmıyor. Mülteciler üzerinden yapılan benzer siyasetin tabii ki yarattığı çok bambaşka sıkıntılar var, orası biraz daha tehlikeli bir alan. Ama LGBTİ+’lara “bulaşsanız” ne olacak ki? Kim karşınıza çıkacak? Keza birisi çıksa “Oo sen de amma destekliyorsun, sen de mi eşcinselsin?” diye müthiş bir safsatayla konuyu istenilen yere çekme imkanı var. Bütün bunlar nedeniyle iktidar tarafından maalesef LGBTi+’ların muhalefetin zayıf noktası olarak kabul edildiğini ve “Biz buradan yürüyelim, bunun altını da dolduracak bir dolu argümanımız var, aileden gireriz, dinden çıkarız…” diyerek kullanıldığını düşünüyorum.
‘LGBTİ+’lara dayanarak hamaset yapabiliyorlar’
Geçmişe baktığımızda akla Nazi Almanyası geliyor. İktidar güç kazanıp politikalarını uygulamaya koyduğunda eşcinselleri de hedef seçmiş, eşcinselliği egemenlik alanlarından silmeye kalkışmıştı. Baskıcı rejimlerin eşcinselliği düşmanlaştırmasında bir ortaklık görülebilir mi? Aynı bağlamda, benzer rejimler, toplumsal cinsiyet rollerinin altını çizmeye, ‘aileyi kutsamaya’ ya da bu söyleme sarılmaya sizce neden ihtiyaç duyuyor?
Bugün Macaristan’da da, Polonya’da da aynı şeyleri görüyoruz. Baskıcı rejimlerin eşcinselliği düşmanlaştırmasını. Bir önceki soruya verdiğim yanıttan çok da farklı bir şey demeyeceğim aslında. En kolay lokma eşcinsellik olarak kabul ediliyor, LGBTİ+’lar olarak kabul ediliyor. Neden böyle oluyor? Çünkü ona dayanarak hamaset yapabileceğiniz pek çok konu var. Yani ne diyebilirsiniz? “Aile kutsal.” Dinler ve toplumsal yapı aileyi hâlâ çok kutsayan bir yerde. İyi hoş bir şey de olabilir aile. Kendi adıma ideal aile illüzyonunu eleştirmekle beraber klasik ailenin sevdiğim pek çok tarafı vardır. Bütün kötü boyutlarının da farkında olarak tabii ki. Aile merkezi bir konumdayken, bu kadar kutsallaştırılıyorken LGBTİ+ olmak ne oluyor? O klasik aileye bir darbe ve artık buradan yürüyebilirsiniz. Cinsellikle ilişkilendirilen bir şey olduğu için, bunun üzerinden hamaset yapabilecek zemin sunuyor. Dolayısıyla kendi yandaşlarını bir arada tutmak, konsolide etmek isteyen bir baskıcı rejim için bunun en kolay yollarından bir tanesi LGBTİ+ karşıtlığını kaşımak.
İktidar bloğunun Anayasa’da değişiklik yapma hamlesinin etkileri ve sonuçları neler olabilir? Sizce ülkeyi LGBTİ+ hakları odağında nasıl bir yakın gelecek bekliyor?
Söylemsel olarak LGBTİ+’ları ve kadınları kolay bir gelecek beklemiyor. Bu söylemin toplumsal hayatta tabii ki karşılığı olacak. LGBTİ+’lara ve düzcinsel kadınlara yönelik baskı iktidardaki söylemsel ayrıştırma – düşmanlaştırma nedeniyle tabii ki daha da çok artacak. Nefes alma alanlarımız azalacak ya da daha fazla mücadele etmek zorunda kalacağız. Ama ben kısa, orta, hele de uzun vadede kanunlarla eşcinselliğin yasaklanması, zinanın geri getirilmesi tarzında değişikliklerin yapılamayacağı fikrindeyim. Çünkü bunları yapmak ekonomik olarak da Türkiye’ye iyi gelmeyecek. AB perspektifi öyle ya da böyle bir şekilde süregiden bir perspektif. Neden? “Görünürde de olsa bu ülkede işler yürüyor ve buraya yatırım yapabilirsiniz” diye düşünülsün diye…
Çok demokratik ve özgürlükçü bir yerden bakıldığından bu anayasa değişiklikleri yapılmayacak demiyorum. Bunlar iç politikada, ülke içinde kitleleri ayrıştırmak, düşmanlaştırmak, bir kısmını bir arada tutmak için açık bir şekilde kullanılmaya devam edilecek. Kanun teklifleri yapılacak. Ama ben kanuni değişiklikler öngörmüyorum. Cumhuriyetin üzerinden öyle ya da böyle, her türlü eleştirimize rağmen bir yüzyıl geçmiş. Burada artık bir şeyler oturdu. 2023’te var olanlar tabii ki bize yetmiyor. Ama o kadar keskin geri dönüşlerin hâlâ zor olduğu kanaatindeyim.
‘Muhalif medya kitlesini dönüştürmekte yetersiz’
Siyasetle birlikte medyada da LGBTİ+’ların ayrımcı söylemlerle hedef alınması toplumu nasıl etkiliyor?
Sevdiğim bir makale vardır. “Neden medyayla uğraşıyoruz?” diyor. “Neden medyadaki söylemi deşifre etmeye çalışıyoruz, dönüştürmeye çalışıyoruz?” Çünkü ana akım medya toplumu yansıtır. Gazeteciler toplumdan azade değildir. Onlar da bu toplumun bir parçasıdır. Dolayısıyla hem yayın politikası olarak hem de toplumun içinde oldukları için toplumu yansıtırlar. Ama öbür taraftan ana akım medyanın ulaştığı geniş kitleler sebebiyle bu toplumu değiştirme potansiyeli var. O nedenle biz medyada farkındalık yaratabilirsek bu toplumun genelinde de bazı değişimlerin önünü açabilir. Tabii ki tek etken bu olamaz. Ama medyayla uğraşmak bu açından önemli. Bu konuda Türkiye’de yaşanmış bence en somut örnekse; feminist hareketinin “töre cinayeti”, “namus cinayeti” ibaresini medyadan artık neredeyse silmiş ve “kadın cinayetleri” kavramını oturtmuş olması. Bu kazanım, kadın hareketinin mücadelesiyle, gazetelerde çalışan feminist kadınlarla mümkün oldu. O nedenle burada hem bir mücadele potansiyeli hem de bir değişim potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Aynı nedenle medyayla hâlâ uğraşmamız manalı geliyor bana.
Bir de şu var, şimdiki haliyle hangi medyadan bahsediyoruz? İktidar tarafında olan medya için hiçbir şey değişmeyecek. Onlar dillerini değiştirmeye herhangi bir şekilde ihtiyaç duymayacaklar. İktidar ne derse o doğrultuda yayın çizgilerini oluşturmaya devam edecekler. Mesela Cumartesi Anneleri örneğinde görmüştük bunu. Cumartesi Anneleri Ergenekon Davası’na müdahil olmak yönünde bir sürece girdiğinde, bir anda devlet nezdinde çok makbul bir hareket oluverdi. Recep Tayyip Erdoğan onlarla görüştü, dertlerini dinledi. Kesinlikle bir “kullanılma mevzusu” söz konusu değildi ama iktidarın Cumartesi Anneleri’ne yönelik yaklaşımı değiştiğinde medyanın dili de değişti. Cumartesi Anneleri’nin muteber olduğu dönemde bugün hiç aklımıza gelmeyecek gazetelerin ana sayfalarında Cumartesi Anneleri’yle ilgili olumlu yazılar gördük. Bu anlamda yönünü iktidarın söylemlerine göre belirleyen medya için yapacak herhangi bir şey yok.
Sorunuza dönersek, medyanın LGBTİ+ karşıtı söylemi tabii ki toplumu da kötü etkileyecek; şiddeti, ayrımcılığı, ayrışmayı meşrulaştıracak. Değişim öyle bugünden yarına olmayabilir ama zaten çok uzun bir zamandır devam eden kötü bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla bunun sonuçlarıyla karşılaşacağız. Belki doğrudan bir sebep sonuç ilişkisi kuramayacağız hiçbir zaman. “X siyasetçi eşcinsellik kötüdür dedi. Ben de o yüzden eşcinsel diye gittim onu vurdum.” Böyle açıklamalarla karşılaşmayacağız ama lezbiyen diye birini gidip vuranın nereden cesaret aldığını aslında biliyor olacağız.
Haliyle medyanın normal şartlarda üzerine düşen sorumluluklar var. Siyasetçiler çok ayrımcı bir dil kullansa bile medya bunu eleştirerek verdiğinde ulaştığı kitlede en azından soru işaretleri uyandırabilir. Ama bugün Türkiye’deki medyanın büyük bir kısmında böyle bir eleştirel bakış kalmadı. Eleştirel bakışa sahip olan medyada bu konuları görece eli yüzü düzgün bir şekilde verilmeye çalışılıyor ama orada da hâlâ bir bilinç ve kapsayıcılık eksikliği söz konusu olabiliyor. Yani yapacak çok işimiz var. Muhalif medya da hitap ettiği kitleyi dönüştürmekte yetersiz kalabiliyor.
Bir yazınızda ‘siyaset buzdağının görünen yüzü’ diyorsunuz. Bu hamlelere karşı toplumsal mücadele nasıl mekanizmalara sahip olmalı ya da var olanlar geliştirilmeli?
Toplumsal mücadele korkmamalı bir kere. LGBTİ+’ların yanında durmaktan, onlarla dayanışma içinde olmaktan korkmamalı. Bu konuda önemli yol kat edildi. Yani sivil toplum kuruluşlarının kendi içinde bir yol kat edildi ama siyasetin görünen ve geniş kitlelere hitap eden kesimi çok önemli. Aslında burada ben daha çok CHP’ye gönderme yapıyorum. Türkiye İşçi Partisi’nin sesi daha çok çıkıyor. Daha çok görünür, daha çok destek ve dayanışma içinde. HDP de söylemsel olarak öyle ama hitap ettiği kitleyle ilgili yapabileceği çok fazla şey var. LGBTİ+ hareketle dayanışmak konusunda biraz daha cesur olabilir. Kendini en çok değiştirip dönüştürmesi gereken ise CHP.
Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı’ydı galiba… Ben yakın zamanlarda bir tek onun çıkışını hatırlıyorum. Kadıköy Belediyesi meclis toplantısında, belediyenin LGBTİ+’larla ilgili kullandığı pankartlara eleştiri getiren bir konuşma yapılıyor. Önceki sorularda da bahsettiğim gibi, “Hayırdır sayın Belediye Başkanı, eşcinselleri çok mu seviyorsunuz?” gibi imalı bir konuşma yapılıyor. Orada Odabaşı’nın cevabı benim için son zamanların en umut veren söylemlerinden biriydi. “Evet” diyor, “evet çok seviyorum eşcinselleri. Nasıl ki bütün insanları seviyor, onların hakkını savunuyorsam eşcinsellerin de hakkını savunuyorum ve bunda bir beis görmüyorum” dedi. Böyle çıkışlara ihtiyacımız var ve bunun CHP’den gelmesine ihtiyacımız var. Çünkü CHP bu ülkede ana muhalefet partisi. Hitap ettiği, oy aldığı kişi sayısı diğer partilere göre daha fazla. Elbette bir şeyler yapılmaya çalışılıyor, eskisi gibi değil. İyiye giden bir şeyler var ama çok tatmin edici olamıyor. Daha cesur bir ana muhalefete ihtiyacımız var bu konuda.
Çünkü sivil toplum kuruluşları kendi aralarında hakikaten çok yol kat ettiler ve dayanışma gösteriyorlar. Göstermeyenler, daha uzakta kalanlar ama dayanışmanın bir parçası olabilecekler içinse yapılabilecek tek şey organik ilişkiye girebilmek. Tabii bunun için hareket edebiliyor olmanız lazım. Her etkinliğiniz yasaklanırken, her etkinliğiniz sansürlenirken nerede, nasıl, hangi etkinliği düzenleyeceksiniz de dönüşebilecek kitlelere ulaşacaksınız? Bundan 5-10 sene önce KAOSGL derneğiyle beraber ben Anadolu’daki pek çok şehri gezebiliyordum, pek çok üniversitede etkinlik düzenlenebiliyordu. Öyle ya da böyle yapılabiliyordu. Sürdürme yolunda irademiz tabii ki devam edecek ancak her şeyin üç beş kat daha zor olduğunu unutmamak lazım.
Toplumsal muhalefetin kendiliğinden LGBTİ+ harekete gelmesini beklemek çok gerçekçi değil. LGBTİ+ hareketin de toplumsal muhalefetin henüz irtibatta olmadığı ya da irtibatının zayıf olduğu kesimlerine ulaş imkanları giderek daralıyor. Bu sorunlu ve önemli bir konu. Belki farklı mecralar kullanılarak gençler üzerinden bir erişim düşünülebilir ama “Twitter’da bizi 100 bin kişi takip ediyor demek ki şahane bir ülke kurmak üzereyiz” illüzyonuna da kapılmamak lazım.
‘Mücadele her yerde her zaman devam ediyor’
Dünya genelinde LGBTİ+ hareketlerin seyri nasıl ve toplumdan nasıl bir karşılık alıyor dersiniz? Kabul artıyor mu yoksa ayrımcılık mı yaygınlaşıyor?
Mücadele her yerde her zaman devam ediyor. Bu mücadele bazen, zaten görünür olan bir hareketin daha da görünür olması için, zaten sahip olunan haklarının daha da iyileştirilmesi için oluyor. Bazen toplumsal ve fiziksel olarak hayatta kalabilmek için oluyor. Maalesef baskıcı rejimlerde, Avrupa’nın göbeğinde, daha önce de söylediğim gibi Macaristan’da, Polonya’da hiç iyi olmayan gelişmelerle karşılaşıyoruz. LGBTİ+’lar susturulmaya çalışılıyor. Toplum yapısı da bu susturulmayı “Ne münasebet canım? Olur mu öyle şey?” diye karşılamıyor.
Dünya genelinde başka pek çok alanda olduğu gibi LGBTİ+ hareketle bağlantılı olarak pek çok gerilemenin yaşandığı bir dönemdeyiz. Aşırı sağın yükseldiği, muhafazakârlığın yükseldiği bir dönemdeyiz. Ama LGBTİ+’lar ve LGBTİ+ hareket hep vardı, hep var olacak ve o mücadelede asla bitmeyecek. Dolayısıyla toplum değişecek, dönüşecek. Bir kırım yaşanmadığı sürece LGBTİ+’lar ortadan kalkmayacak, ki öyle bir şeye ihtimal vermiyorum.
Dolayısıyla kabul artıyor diyemem ama bazı ülkelerde zaten belli bir seviyede, insan hakları zemininde buluşulmuş durumda. Ama bazı ülkelerde maalesef düşmanlaştırma ve ayrımcılık yaygınlaşıyor ve oralarda mücadeleye daha temel bir yerden devam ediyor.
‘LGBTİ+ hareket asla tekil kurtuluşu öngörmedi’
Türkiye’deki LGBTİ+ hareketleri, dünya genelindeki diğer LGBTİ+ hareketleriyle nasıl bir benzerlik veya farklılık gösteriyor?
Tek bir hareketten ve o hareketi oluşturan çeşitli bileşenlerden bahsetmek daha doğru olacak. Çünkü Türkiye’deki LGBTİ+ hareketin görünürlük kazanmaya başlaması 90’ların ortasıyla başlıyor. Onun öncesinde tabii ki bir hareketlilik var. Bir örgütlenme eğilimi var. Ama 90’larla beraber, Lambdaistanbul’u KAOSGL’yi görüyoruz. 2000’lerle beraber dernek sayısı artıyor, oluşumlar artıyor. Üniversitelerde kulüpler başlıyor. Türkiye’deki LGBTİ+ hareketin 2013’e kadar giden bir ilerleme süreci var. Benim kişisel gözlemim LGBTİ+ hareket, yeni toplumsal hareketler başlığında ele alınan bir hareket ve yeni toplumsal hareketler en çok kimliği öne çıkarmasıyla eleştiriliyor. Ne diyor? Sınıf perspektifinden uzaklaştırıyor. Bizi kimlik politikasına saplıyor vesaire vesaire. Böyle eleştiriler alıyor.
Doğrudur, yanlıştır bilmiyorum, belki yanlışlayan da olacaktır ama benim Türkiye’deki LGBTİ+ hareketle ilgili temel gözlemim, Türkiye’de bu hareketin en başından beri her şeye bütüncül yaklaştığı. LGBTİ+ hakları temelinde bir araya gelindi ve örgütlenildi ama gerek İstanbul’dan gerek Ankara’dan olsun bu hareketin bileşenleri başından beri militarizmle de mücadele ettiler. Kürtlere yönelik ayrımcılıkla da mücadele ettiler. Yani Kürt meselesinin de bir parçası oldular. Kadın hareketinin bir parçası olmaya çalıştılar. Çevreci hareketin bir parçası olmaya çalıştılar. Yani asla ve asla tekil bir kurtuluşu öngörmediler. Bütün bu konularda belki LGBTİ+’ları daha yakından ilgilendiren kısımların altını çizdiler ama en başından beri Türkiye’deki tüm toplumsal muhalefetle bir arada olmayı seçtiler. Ben bunun çok önemli bir seçim olduğunu ve diğer ülkelerdeki LGBTİ+ hareketle temel farklılıklarından biri olduğunu düşünüyorum. Diğer ülkelerdeki hareketleri küçümsediğim için değil. Her ülkede farklı dinamikler yaşandı. Mesela Türkiye’de AIDS, hiçbir zaman LGBTİ+ harekete ivme kazandıracak bir konumda olmadı ama Avrupa’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde AIDS’in böyle bir yeri oldu. Çeşitli farklılıklar var ama Türkiye gibi pek çok sorunun bir arada olduğu bir coğrafyada bence Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin en önemli farkı bu oldu. Asla tek boyutlu bir kimlik alanına sıkışmadılar ve daima bütüncül bakmaya çalıştılar.
LGBTİ+ haklarında ilerleme ya da hakları kaybetmeme adına mücadele ederken, düşmanlaştırma ile nasıl başa çıkılabilir? Bu konuda toplumsal bilinçlendirme nasıl sağlanabilir?
Her zaman olduğu gibi sabırla, iğneyle kuyu kaza kaza, ulaşabildiğimiz her alana, herkese ulaşmaya, çalışmaya devam ederek. Görünürlük sağlamaya devam ederek, var olduğumuzu göstermeye devam ederek. Ve insanlara dokunarak, insanlarla organik bağ kurarak. İşte o, bu dönemde bir parça daha zorlaşıyor. O zaman da insanlara dokunabilen yapılarla belki bağlantıya geçmeye çalışarak, ana akım medyaya ulaşamıyorsak, en azından ulaşabildiğimiz mecralarda biraz daha görünür olmaya çalışarak… Tabii o mecraların da LGBTİ+’lara, LGBTİ+ harekete biraz daha görünürlük verme sorumluluğu olduğu fikrindeyim. Halk TV de, Sözcü TV de, Artı TV de… Onlar ve çeşitli basılı yayınlar, radyolar da kendi sorumluluklarını fark etmeli. Belki onlara bu farkındalığı gücünün yettiğince LGBTİ+ hareket kazandıracak ama artık öyle bir noktadayız ki, illa birilerinin de gelip “Bakın bu ülkede LGBTİ+’lar çok ciddi bir şekilde ayrımcılığa uğramaya başladı. Zaten hani uğruyordu da artık böyle iyice iktidar düzeyinden hani aleni ve sık bir şekil aldı” demesine gerek yok. Herkesin çok gözü önünde oluyor her şey. O yüzden biraz da insanların, yapıların bu sorumluluğu kendi kendilerine fark etmesiyle de bir mücadele yürütülebilir.
İktidarın sıkça tekrarladığı ‘burada LGBTİ olmaz’ söylemi önemli. Toplumun her kesimindeki LGBTİ+’ların toplumun her kesimiyle bağı nasıl kurulabilir?
LGBTİ+’ların toplumun her kesimiyle bağı var aslında. Ama bu bağ her zaman görünür değil. O görünürlük zeminini sağlamak da günümüzde maalesef o kadar kolay değil. Yoksa daha serbest hareket edilebilen zamanlarda LGBTİ+ hareket, en azından toplumun her kesimiyle bağlantıda olma iradesine sahipti. Pek çok eleştiri yapılabilir tabii ki, buradan LGBTİ+ hareketi de kutsallaştırdığım anlaşılmasın ama LGBTİ+ hareket şu an için fiziksel ve toplumsal varoluş mücadelesine belki geri döndü, ona biraz hapsoldu. O da sadece kendisiyle ilgili bir şey değil. Hemen hemen hepimiz böyle bir yere hapsolduk. Bu süreçten beraber çıktığımızda o bağlar da doğal olarak kurulacak. Ama şu anki haliyle bilmiyorum. Mücadele devam edecek tabii ki ve kurulmuş olan bağlar kaybedilmeyecek en azından.