Festivaller, konserler, tiyatro gösterileri, bienaller ve sanat fuarları aynı anda başlayan ve neredeyse aynı anda biten sezonluk bir durum gibi. Kente ait bir durum: Kültür mevsimi. Oysa kültürün ne zamanı ne modası ne de mevsimi olmalı öyle değil mi? İşin hamiliği veya patronajlığı bakımından ele alındığında, kültür alanının bir tarafında kamu ve yerel yönetimler yer alırken diğer tarafında özel sektör bulunuyor. Her iki durumda da kültürün iletişim yöntemleri ve araçları da haliyle farklılaşıyor.
Kültürün kurumlara, siyasi gruplara, yönetimlere meşruluk kazandırıcı bir rolü olduğu yadsınamaz. Büyük sermaye grupları, birbiri ardına sponsorluk sağladıkları bienal, festival, sanat sergileri gibi etkinliklerin yanı sıra kültür, turizm ve kalkınmanın da motor güçlerinden biri olarak kabul ediliyor. Yaratıcı endüstriler olarak kabul gören kültür alanı, gerek ulusal gerek uluslararası ölçekte büyük oranda bir “kalkınma” projesi olarak değerlendiriliyor. Şu festivali yaparsak bu kadar turist çekeriz hesapları yapılırken kültür tam da Simon Anholt’un kavramsallaştırdığı gibi bir ulus markalama (nation branding) olgusu olarak ele alınıyor. Aslında bunun karşılığı bir kentin/ulusun bir marka gibi konumlandırılması, birer markaya dönüştürülmesi.
Günümüzde kentlerin birer marka olarak yükselmesi de tüm bu sürecin bir parçası, bir tür yol arkadaşı. Yaratacağı turizm etkisiyle oluşturduğu ekonomi neredeyse tek ölçüt olarak alınıyor. UNESCO’nun kültürel mirasa sahip çıkmak ve nesillere aktarmak adına geliştirdiği “edebiyat/gastronomi/tasarım şehri” veya Avrupa Birliği’nin “kültür başkenti” gibi unvanları bu algıyı perçinliyor. Bazı kentlerin ülkenin de ötesine geçmesini sağlıyor. Bu türden bir markalaşma elbette o ülkede, kentte müthiş bir katma değer yaratıyor. Hal böyle olunca “kültür” hızla kalkınma odaklı projeksiyonların temel aracı oluyor.
Festivalizm ve kalkınma
Kültürel etkinliklerin dahil olduğu kültür politikalarını farklı disiplinler ve kuramlardan ele almak mümkün. Kalkınma perspektifinden kültüre bakış “yaratıcı endüstriler” perspektifinden olurken daha çok yarattığı ekonomik güç merkezli bir ölçümleme yapılıyor ve oluşturduğu değer bununla açıklanıyor. Kente katkısı, yarattığı ekonomi ile ölçülüyor. 2000’lerin başından itibaren her yerde mantar gibi çoğalan “festivalleşme” de işin kalkınma boyutunu açıklıyor. Kitabın, müziğin, dansın, tiyatro gibi kültürel alanın yanı sıra özellikle yerel yönetimler tarafından düzenlenen çiçeğin, otun, meyvenin festivallerine tanıklık ediyoruz. Bir anda yerel yönetimlerin festivale olan tutkuları “gelenekselleşti” ve hatta o kentin sınırlarını da aşarak “uluslararasılaştı”. Turizm yönü keşfedilen “festivalizm” en çok kültürü kalkındırdı. Veya tersinden bir okumayla, kültür en çok turizmi besledi, beslemeye de devam ediyor.
Bu perspektiften bakıldığında kültürün iletişimi en çok “pazarlama” modelleriyle birlikte yürütülmektedir. Pazarlamanın önemli araçlarından biri olan yatırım getirisi ROI (Return on Investment) etkisi, kulis etkisi WOMM (Word of Mouth Marketing) etkisi gibi ölçüm kriterleri devreye girmektedir. Bu etkinlikten ne kadar bahsediliyor, ne kadar bilet satıyoruz, kaç kişiye ulaşıyoruz, ne kadar kazanıyoruz gibi istatistiki ve kâr/maliyet analizli kriterler ön plana çıkıyor. Yaratılan etki, pazarlamanın bir gereği olarak çoğunlukla “tüketici” olarak görülen sanat/festival izleyicisinin tepkisini ölçmek üzerinden yürütülüyor.
Özel sektörün kültürel alana müthiş katkılarının olduğu yadsınamaz bir durum. Özgürleştirici bir gücü olduğu, belli kalıpların dışına çıkabilme imkânı sağladığı, uluslararası bağlar kurmaya imkân tanıyan ekonomik sermaye, liberalizm rüzgârıyla birlikte Türkiye’de kültürel alanı da bir nebze olsun özerkleştirdi. Bu özerkleşme bir yandan kültürel üretimi beslerken öte yandan yeni kültür yaratıcılarının da ortaya çıkmasını sağladı. Kültür kuramcısı Chin tao-Wu, özel sektörün kültürel alandaki hamiliğini kültürel nüfuz sahibi olmak amacını taşıdığını, bunun ise “siyasi güç sahibi olmanın hızlı ve kolay yolu” olarak tanımlar. Ülkenin büyük kurumlarının, yeni kurulan şirketlerin veya nüfuzunu genişletmek isteyenlerin, özel ya da kamu olsun, sponsorluk yoluyla kültür hamiliğini açıklayan bir kuramsal yaklaşım. Bu bakımdan pazarlamanın araçlarının işin bu kadar içinde olmasını anlamak da kolaylaşıyor.
Kamuculuk ve kültürel fayda
Diğer bakış ise kamu politikaları odağındaki “kamusal fayda”nın gözetildiği yaklaşımdır, ki yerel yönetimlerden ve aslında siyasi partilerden beklenen kısmı daha çok burasıdır. Kültüre erişim hakkı öncelikli insan haklarının başında geliyor. Tüm demokratik ülkelerde bu hakkın gözetildiği kamusal ve özel politikalar görmek mümkün. Kamusal faydanın önemli argümanlarından biri olan “kültürün araçsallaşması” bugün her türlü politikanın değişmez yancısı olmaya aday.
Öte yandan iki hamilik arasında yaklaşım ve hedef farkları vardır. Yerel yönetimlerin, kamu kurumlarının düzenlediği, kamusal faydanın odağında planlanan kültürün iletişimi özel sektörün yöntemlerinden farklı olmak durumda. Burada izleyici bir ekonomik veri olarak tüketici değil aksine aktif bir katılımcıdır. Dolayısıyla pazarlamanın araçlarıyla değil sosyal fayda, etki, geri bildirimin ön planda olduğu yarattığı değerle ölçülmeli ve buna göre bir iletişim stratejisi yürütülmelidir. Uluslararası arenada ise bir festival izleyicisini o etkinliğe çeken hem ülkenin kültürüne dair bir fikir edinme hem de yerelle kuracağı bağ ve ilişki boyutudur. Ağların kurulması, bilginin, deneyimin ve üretimin paylaşılması, çoğaltılması esastır.
Benzer durum yerel için de geçerlidir. Yerel dinamiklerle buluşmayan bir kültürel etkinlik de aynı şekilde sınırlı ve/veya tepeden inmeci kalacaktır. Bu anlamda kamunun düzenlediği ve propaganda itkileriyle de hareket sahası sağlayan kültür etkinliklerinde üzerine düşünülmüş, çalışılmış bir içerikten ziyade, yıllarca süregelen, var olanı tekrar eden aynı isimlerin aynı başlıklı söyleşileri, aynı kişilerin benzer türdeki konserleri, aynı dinleti ve gösterilerin yapıldığı etkinliklerden olmaya öte gitmiyor. Ne alanda bir tartışma, ne yeni bir söz ne de o alanı besleyecek yeni ve daha sağlam bir zemin oluşturulabiliyor. Bu bakımdan kamusal faydanın yerinde suni, derinleşmeye imkân vermeyen sloganist bir siyasi faaliyet yer alırken, kültürel fayda ya da gerçek anlamda bir kamuculuğun yerinde yeller esiyor.
Tüketici değil katılımcı
İşin yurttaş kısmına gelince de bir metropolde, İstanbul özelinde örneğin, neredeyse bir konsere gitmek, bir oyun izlemek, fuarlara, festivallere katılmak gibi en insani haklar lüks tüketime giriyor. Pandemide ayakta kalmaya çalışan özel tiyatrolar, mekânlar ve kültür üreticileri pandemi sonrasında da küçük destekler dışında kendi imkânlarıyla, suyun üstünde kalmaya çabalıyor. Tamamen piyasa şartlarına mahkum bırakılan bir yapıyla kültürel gelişim sınırlı ve sorunlu ilerleyecektir. Bu bir kültür politikası, kültürel hamiliğin/patron kimin bir parçası olarak görülebilir. Oysa ideal olan kentin kültür üreticilerinin desteklendiği kamu politikaları ve kültür politikalarının izleyiciyi “tüketici” bir yerden değil katılımcı olarak konumlandırdıkları bir yapı geliştirmeleri ve bununla birlikte yeni kültür üreticilerinin alana dahil olabileceği bir sistem kurabilmeleridir.
Burada tüm bileşenlerin bu alanda iletişim yönetiminin bir pazarlama faaliyeti perspektifi yerine yarattığı etkiyi esas alan bir yöntem geliştirmesini sağlamak elzem gibi duruyor. Yapılan bir etkinliğin yaratacağı değer, zihinlerde bırakacağı soru ve tartışma zeminiyle birlikte işin geliştirici tarafıdır. Siyasi parti ve grupların da öncelikli yapmaları gereken kültürü hiç kimseye değmeyen, salt ideolojik bir propaganda malzemesi olmaktan çıkarıp her yaştan ve profilden birey için kültürün temel hak olduğu gerçeğiyle politikalar geliştirmesidir. Kültüre erişimi temel bir insan hakkı olarak ele alan ve ‘mal satmak’la meşgul pazarlama unsuru yerine iletişim stratejilerini çeşitli ve sürekli işbirlikleri üzerine kuran yeni politikalar geliştirilmeli, yeni tartışma alanları ile yeni yollar aranmalıdır ya da açılmalıdır.