Bazı eğitimlerde karşılaştığım bir soru beni bu yazıya taşıdı. Duyduğumda açık söylemem gerekirse sorunun oldukça arkaik olduğunu düşünmüştüm. Lakin daha sonra, eşitlik mücadelesinin uzun ve dikine bir çizgide ilerlemediğini, yani daima iyiye ya da daima kötüye doğru hareket etmediğini anımsadım. Yüzyıllar içinde diğer mücadelelerde olduğu gibi toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi de bazen kendi içinde daireler çizen, bazen ileriye ya da geriye doğru ani dönüşler yaşayan bir mücadele. Bunu kendi yaşam deneyimimizden de anımsayabiliriz. 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla eşitliğe doğru atılan dev adımdan tam on yıl sonra, 2021’de sözleşmenin iptali kararı bunun önemli örneklerinden biri. Sadece ülkemizde değil, dünyada da benzer biçimde ileri geri adımlar görmek mümkün. Bugün hâlâ kürtajın bir yasak konusu olmasını benzer örneklerden biri olarak görüyoruz.
“Öğrenciler giriş sınavlarında ya da sene içerisinde cinsiyetleri ne olursa olsun kadın ya da erkek rollerini oynamak istiyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?”
Soruyu aşağı yukarı böyle çerçeveleyebilirim. Bu soru beni bir başka sorulara taşıdı: Bugüne kadar biz bir ödenekli tiyatroda neden bir kadın oyuncudan Romeo ya da bir erkek oyuncudan Juliet performansı izlemedik? Henüz ikili cinsiyet temelinde aşamadığımız bu soruyu LGBTİQ+’lar söz konusu olduğunda nasıl aşabiliriz?
Bir kadın oyuncunun erkekler için yazılmış rolleri ya da bir erkek oyuncunun kadınlar için yazılmış rolleri oynamasının önünde bildiğim kadarıyla kanuni bir engel yok, kurumların da engel oluşturduğunu sanmıyorum. Bu da bizi değişimin üçüncü temel unsuruna, bireylerin zihniyet değişimine taşıyor. Bu zihni engeli kaldırmanın yolu sanırım merkeze, yani oyunun kendisine dönmemizi gerekli kılıyor.
“Kan davalı aileler anlamsız şiddete ve altı gencin trajik ölümüne yol açtı.”
Bu cümle bugün bir gazete haberi olabilir, aynı zamanda yaklaşık 400 yıl önce sevgili meslektaşım William Shakespeare tarafından 1591-1597 yılları arasında yazılmış, ilk olarak 1594’te sahnelenmiş, özgün adıyla The Most Excellent and Lamentable Tragedy of Romeo and Juliet, yani Romeo ve Juliet’in mükemmel ve acıklı trajedisinin konusu.
Romeo Montague ve Juliet Capulet arasındaki aşk, sıklıkla bir erkek ve bir kadın arasındaki trajik bir aşk hikâyesi olarak öğretilir, sahnelenir. Bu yaygın anlayışın ötesinde oyun bize kadın olmak, erkek olmak ve kutsal aile hakkında ne söyler? Bunun da ötesinde, Romeo’nun sorgulanamaz şekilde biyolojik olarak bir erkek ve Juliet’in de biyolojik olarak bir kadın tarafından oynanması şart mıdır?
Edebiyat, tiyatro veya sinemayla ilgili olsun olmasın herkes, William Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlı oyunundaki iki âşığın trajik hikâyesinin önermesine bir dereceye kadar aşinadır. Kader ve kan davalı aileler tarafından mahkûm edilen “imkânsız” aşk hikâyeleri, o zamandan günümüze birçok esere ilham kaynağı olmuştur. “İmkânsız” ne demek? Zira oyunda imkânsızlığın kaynağı âşık gençler değil onları çevreleyen ve kaynağı bilinmeyen toplumsal normlardır. Bugün de toplumsal norm olarak belirtilen, lakin toplumun gerçekleriyle örtüşmeyen bu yaklaşımın LGBTİQ+’ların hayatları üzerinde büyük bir baskı unsuru olduğunu deneyimliyoruz.
Dönemin cinsiyet rolleri
Shakespeare’in oyunu yazdığı Rönesans’a içkin Elizabeth İngiltere’sinde toplumsal cinsiyet rolleri net bir şekilde tanımlanmıştır. Elizabeth dönemi İngiltere’si tutum ve yapı olarak son derece ataerkildir. Kadınların herhangi bir bağımsızlık talep etmelerine izin verilmez, kocaları, erkek kardeşleri veya babaları olsun, erkek akrabalarına karşı itaatkâr oldukları kabul edilir. Bu dönemde kadınlar için sosyal ilerleme neredeyse imkânsızdır. Toplumsal yükseliş için önemli bir dilsel ve entelektüel araç olan edebi retoriğe erişimleri engellenmiştir. Bu dönemde erkeklere kadınlar üzerinde egemenlik tanınmış, evin reisi olmaları ve eşleriyle çocuklarından itaat talep etmeleri beklenmiştir. Erkekler kızları ve kadın akrabaları için uygun taliplerle evlilikler ayarlar. Tüm erkeklerden cesaret ve zekâ beklenir. Kraliyete ve kiliseye hizmet herkes için gereklidir.
Kadınlar saygın, itaatkâr ve ev içi konularda bilgili olmak zorundadır. Bir kadının görevi kocasına itaat etmek ve onu gururlandırmaktır. Kadınlara doğumlarından itibaren ev işlerini nasıl yapacakları ve evi nasıl yönetecekleri öğretilir, öyle ki evlendiklerinde, sınıfları ne olursa olsun, kocalarını gururlandıracaklardır. Kadın evlendikten sonra maddi servetini kocasına aktarmalıdır. Bu dönemde eğitim sadece soylu ailelerden gelen kadınlara verilirdi. Elizabeth dönemi kadınları hayatları boyunca erkek kocalarına bağımlı hale getirilmişlerdi ve bu konumdan sapmaları toplumsal bir suç teşkil ederdi. Bu durum bir kadının sosyal olarak dışlanmasına, cadı ya da diğer uygunsuz sıfatlarla etiketlenmesine yol açabilirdi.
Shakespeare’in büyük eserleri, esas olarak dönemin toplumunun sahip olduğu gerçekliği ele almasıyla tanınmıştır. Bununla birlikte, Shakespeare’in eserleri incelendiğinde, her bir cinsiyetin toplumdaki yerini nasıl sıkı bir şekilde vurguladığını fark etmemek mümkün değildir. Shakespeare’e göre, bu bir erkek dünyasıdır. Neredeyse tüm oyunlarında ve şiirlerinde Shakespeare, kadınları erkeklere boyun eğen, erkeklerle aynı fırsatlara ve özgürlüğe sahip olmayan, toplumdaki erkek figürler için çok şeyden vazgeçen kişiler olarak tasvir eder.
Tiyatronun ana işlevlerinden biri olan “topluma ayna tutmak” değerli meslektaşım tarafından güçlü bir şekilde yapılmıştır. Diğer birçok eserinde olduğu gibi, Romeo ve Juliet’te de tasvir edilen tüm kadınların dikkat çeken karakter özelliklerinden biri sessizliktir. Oyunda geçen cümlelerin yüzde 31’nin kadınlara ait olması, bunun bir kere daha bilinç seviyesinde olmasa da bilinç dışındaki yansımasıdır. Unutmayalım, oyun Juliet’in sonsuza dek susturulmasıyla sona erer.
Lakin biz en başa, temel bir soruya dönelim:
Montague ve Capulet ailesi birbirine neden düşmandır?
Bu soruyu günümüzde farklı “düşmanlık” alanlarında sorabiliriz. Toplum LGBTİQ+’ları ve onların birbirine olan aşkını neden kendisine düşman görmektedir? Bugün de toplumumuzda ve dünyada üretilen düşmanlıkların gerçekten “neden” ortaya çıktığını biliyor muyuz?
Oyun boyunca bu sorunun cevabını bulabileceğimiz tek bir veri yoktur. Tek bildiğimiz iki ailenin hem mensuplarına hem de çalışanlarına kadar sirayet eden bir derecede birbirlerine düşman olduklarıdır. Bugün LGBTİQ+’lara dair oluşturulmaya çalışılan düşmanlık gibi kök nedeni olmayan lakin birçok insanın hayatını etkileyen bir husumettir bu.
Bu aşk hikâyesinin herkesi etkileyen bir tarafı da şüphesiz değerli meslektaşım Shakespeare’in dilinin güzelliğidir. Her karaktere benzersiz bir hayat veren bu dil, pek çok kişinin ilişki kurabileceği farklı kişilik özellikleri yaratır. Shakespeare’in sözleriyle İtalya’nın Verona kentindeki toplum ile hem erkek hem de kadınlardan beklenen davranışlar, inanç ve değerler açıkça resmedilir. Ancak Romeo ve Juliet’in karakterleri bu fikirlere meydan okur ve karşı cinsin özelliklerini içerir. Romeo ve Juliet’in dönemin toplumsal cinsiyet standartlarına meydan okuma kararı, âşıkları yadsınamaz bir şekilde bir araya getirir, ancak daha sonra toplumsal beklentilere, kendilerine dayatılan kadınlık ve erkeklik rollerine yeniden uyma girişimleri, sonunda talihsiz trajedilerine yol açar.
Oyunda, Verona’daki erkeklerin dünyası şiddet, cinsel egemenlik ve fetih üzerine kuruludur. Yapılan her eylem, kendini bir başkasıyla kıyaslamanın ve daha güçlü olduğunu kanıtlama dürtüsünün bir ifadesidir. Verona’nın genç erkekleri, asla ulaşamayacakları, çerçevesini kimin belirlediği bilinmeyen “imkânsız erkeklik” tasviri tarafından kontrol edilmektedirler.
Ağlayamamak, üzgün ya da depresif hissettiğinde biriyle konuşamamak. Birbirlerini hem fiziksel hem de sözlü olarak sürekli incitmek. Bunların hepsi erkekleri şiddet yanlısı, duygusuz ve cinsel açıdan agresif olarak tanımlayan bir terim olan toksik erkekliğin özellikleridir. Toksik erkeklik, erkeklerin kadınlara, çocuklara, başka erkeklere ve kendilerine zarar vermeleriyle ilişkilendirilen bir dizi erkek davranışıdır. Bu davranışlar kadın düşmanlığı ve homofobinin yanı sıra sosyal olarak baskın olan cinsel taciz, saldırı ve aile içi şiddet de dahil olmak üzere şiddeti teşvik etmesi nedeniyle “toksik” yani zehirli olarak kabul edilebilir. Erkek çocukların şiddet içerikli sosyalleşmesi; zorbalık ve saldırganlık içeren “Erkek çocuk erkektir. Erkek böyle davranır” sözünde olduğu gibi şiddeti normalleştirmektedir. Aşırı özgüven, şiddet yoluyla diğer erkeklere hükmetme, kadınsılık ya da zayıflık görüntüsünden kaçınma nitelikleri, erkekler arasında dile getirilmeyen bir kod oluşturmaktadır. Bu zehirli erkeklik erkeklerin olabileceklerinin en iyisi olmalarını, insan olmalarını engeller.
Herhangi bir Shakespeare oyununun açılış satırları ve sahneleri önemlidir, genellikle incelikli bir şekilde daha sonra fark edemeyeceğimiz temel kaygıları ortaya koyar.
Romeo ve Juliet’in henüz ilk sahnesinde Capulet ailesinden Sampson ve Gregory konuşurken toksik erkeklik hemen ortaya çıkar. Sampson şiddet yanlısı bir adam olmakla övünmektedir. Bazı Montague hizmetkârları ortaya çıktığında, kılıcını çeker ve arkadaşı Gregory’den kavgaya yol açabilecek bir tartışma başlatmasını ister. Bu açılış, Verona’nın şiddetin yok yere patlak verebileceği bir yer olduğunu ortaya koyar. Bu noktada bir kere daha oyunun 16. yüzyılda yazıldığını anımsatmak isterim. Aradan geçen onca zamana rağmen burada belirtilen çerçeve ne yazık ki ülkemizde ve dünyanın farklı yerlerinde hâlâ geçerliliğini koruyor.
Sampson, Gregory ve Montaguelu rakiplerinin hepsi yasaları çiğnemekten korkmaktadır, bu da bize kavga etmenin cezasının en az kavga etmek kadar şiddetli olduğunu hatırlatır. Oyunun başından itibaren, kan davasına karışan tüm genç adamlar iki şiddet tehdidi arasında sıkışıp kalırlar: Düşmanlarının şiddeti ve kan davasını sürdüren herkesi idam etmekle tehdit eden Prens’in şiddeti.
Shakespeare, toplumdaki erkeklerin her alanda egemenliğe odaklandığı, erkek olmanın itmek ve itilmek anlamına geldiği bir dünya kurar. Bu adamlar nefret ve öfke doludur, kavga etmek için fırsat kollamaktadırlar. Erkek olduklarını kanıtlamak isterler. Düşüncesizce hareket ederler ve kadınlara karşı saygısızdırlar.
“Erkeklerle savaştıktan sonra hizmetçilere daha medeni olacağım; kafalarını keseceğim. Kızların kafaları ya da kızlıkları. İstediğin anlamda al.” (Perde 1, Sahne 1)
Evin hizmetçilerinden biri olan Sampson’un bu sözleri erkeklerin kadınları yalnızca birer nesne olarak gördüklerini ve istedikleri takdirde onları kolayca yok edebileceklerini göstermektedir. Montague kadınlarına tecavüz etmek ve onları öldürmekle ilgili rahatsız edici bir şaka yapmaktan çekinmez. Kadınları öldürmek bu genç erkekler için yeterli değildir; zaten korkunç olan suça açıkça kadın düşmanı bir ekleme yaparak, tecavüz gibi şiddet içeren bir eylemde daha bulunmaları gerekir. Her ne kadar bu bir şaka şeklinde sunulsa ve etkileşim tamamen varsayımsal olsa da erkeklerin kadınları güçsüz seks objeleri olarak gördüklerini ortaya koymaktadır. Bu sadece şiddeti normalleştiren bir sahne değildir, aynı zamanda erkekliğin kırılganlığını, erkeklerin “tam erkek” olduklarını kendilerine ve akranlarına kanıtlamak için ne kadar aşırıya kaçabileceklerini de gösterir.
Sokaklarda ve geçitlerde devam eden günlük hayat, özellikle şehrin iki güçlü ailesi Capuletler ve Montagueler arasındaki kan davası nedeniyle gergindir. Daha aşağı olduğu düşünülen herkesin aleyhine şakalar yapılır. Kadınlar ve hizmetkârlar hakkında. Bu, sorgusuz erkek egemenliği kavramının dayatıldığını açıkça göstermektedir. Karşı tarafın erkekleri düellolarda yenilmek içindir, kadınlar ise cinsel arzuları tatmin etmek için fethedilmesi ve alt edilmesi gereken nesnelerdir.
Sampson toplumsal standartlardan beslenir ve rakibiyle, karşılık verip dövüşmezse erkekten sayılmayacağını söyleyerek alay eder:
“Erkeksen çekil!” (Perde 1, Sahne 1)
Romeo ve Juliet dışındaki karakterlerde duygular üzerine, aşk üzerine düşünmeye ve duygusal iç gözlemlere yer yoktur. Romeo’nun en iyi arkadaşlarından biri olan Mercutio şöyle der:
“Eğer aşk sana kaba davranıyorsa, sen de aşka kaba davran; Aşkı iğnelemek için iğnelersen, aşkı yenersin.” (Perde 1, Sahne 4)
Bu düşünce, erkeklerin sürekli olarak zayıflık olarak kabul edilen duyguların üstünde olmaları gerektiğini pekiştirir. Kişinin aşk tarafından alt edilmesine izin vermemek için kendinden, insan olan yanlarından tamamen kopması ve “makbul erkeklik” saflarına katılması gereklidir.
Romeo ve Veronalı erkekler
Romeo bu erkeklik fikrine meydan okur ve daha kadınsı, itaatkâr özelliklerle tasvir edilir. Romeo kavgadan çok kendi iç çalkantılarıyla ilgilenir. Romeo erkekliğin son derece farklı bir versiyonunu sergiler. Döneme içkin erkeklik rollerinden farklı davrandığı için oyun boyunca farklı karakterler tarafından defalarca alaya alınır. Diğer erkeklerin aksine şiirsel bir melankoliyle konuşur.
Romeo:
“Aşk, iç çekişlerin dumanından oluşan bir dumandır,
Arınmak, âşıkların gözlerinde parlayan bir ateştir,
Kızgın olmak, sevgi dolu gözyaşlarıyla beslenen bir denizdir” (Perde 1, Sahne 1)
Romantizm ve özlem onun günlük düşüncelerini besler. Romeo aşk fikrine âşıktır. Sahnelerde Juliet ile karşılaştığında “makbul erkeklik” rolünden giderek uzaklaşır. Özellikle balkon sahnesinde, bir teslimiyet jestiyle kendini hem gerçek hem de mecazi anlamda Juliet’in altına koyar.
Romeo:
“Tekrar konuş, parlak melek! Çünkü sen
Bu gece kadar görkemli, başımın üstünde
Cennetin kanatlı bir habercisi gibi” (Perde 2, Sahne 2)
Bir Verona erkeği asla kendini bir kadından aşağı görmeyi hayal etmez. Çift karşılıklı aşk yeminleri ederken, adından vazgeçen Romeo’dur:
“Sözüne güveniyorum:
Bana aşk de, yeni bir vaftiz olayım;
Bundan böyle asla Romeo olmayacağım.” (Perde 2, Sahne 2)
Aşkı için adından vazgeçme eylemi, günümüz standartlarında bile pek çok insan için kabul edilebilir değildir.
Romeo şiir yazar, âşık olur, ailesine ve kavgalara mesafelidir. Romeo dövüşten nefret eder. Örneğin Tybalt, Romeo’yu kavgaya kışkırtmaya çalıştığında, Romeo nefret ve saldırganlık yerine sevgiyle karşılık verir.
Romeo:
“İtiraz ediyorum, seni hiç incitmedim,
Ama seni, senin tasarlayabileceğinden daha çok seviyorum,
Ta ki sevgimin sebebini öğrenene dek:
Ve böylece, ismi benim ismim kadar değerli iyi Capulet
Mutlu ol.” (Perde 3, Sahne 1)
Tybalt bilmese de Romeo’nun Juliet’le gizlice evlenmesi, aşkını bütün düşmanlıkların ötesinde etrafa yaymıştır. Romeo’nun Capuletlere duyduğu ailevi nefreti, henüz kimse aynı şeyi hissetmese de ortadan kaldırmıştır. Yine de Romeo’nun dövüşmeyi reddettiğine tanık olan Mercutio şöyle haykırır ve Tybalt ile ölümcül dövüşü kendi üzerine alır:
“Ey sakin, onursuz, aşağılık teslimiyet!” (Perde 3, Sahne 1)
Mercutio, Tybalt’la dövüşür ve ölümcül bir yara alır. Ölürken her zamanki alaycı zekâsıyla konuşmaya devam eder ve ölü bedenini tamamen fiziksel terimlerle hayal eder: Solucanlar için et olarak. Bu, oyunda bir dönüm noktasına işaret eder. Şimdiye kadar şiddet sadece tehdit olarak kullanılmış ve hem karakterler hem de seyirciler için kederden çok heyecan kaynağı olmuştur. Şimdi, oyunun en çekici karakterlerinden biri ölür. Bu noktadan itibaren, oyunun şiddeti acımasız ve amansız olacaktır.
Juliet ve Veronalı kadınlar
Veronalı kadınlar, erkeklere kıyasla tamamen farklı bir sınıf olarak kabul edilir. Daha aşağı, daha zayıf ve daha çok sahip olunması gereken nesneler olarak düşünülürler. Fikirleri değersizdir. Ebeveynlerini memnun etmek, evlenmek, sonra kocalarını memnun etmek ve çocuk doğurmak bir kadının hayal etmesi gereken yaşam hedefleridir.
Juliet hikâyeye toplumsal cinsiyet rollerini güçlü bir biçimde takip ederek başlar, ancak kısa süre sonra değişecektir. Ailesi Paris’le evlenmesi fikrini ilk ortaya attığında, ailesini memnun etmek için çok heveslidir ve onları mutlu edecekse evlenmeye isteklidir, “İyi bir kadının tarifi… itaati içerir”. Juliet anne ve babasına boyun eğer, onlar inandığı sürece evliliğin iyi bir seçim olacağını kabul eder. Kendi fikrine dair gerçek bir işaret göstermez, sadece bu fikre karşı kayıtsız davranır, güçlü hissettiği tek şey annesine itaat etmesi gerektiği fikridir.
Juliet’in mürebbiyesi, kocasının yıllar önce yaptığı bir şakaya birçok kez gönderme yapar:
“Yaşlandığında gözden düşeceksin.” (Perde 1, Sahne 3)
Juliet’in annesi Lady Capulet de kadınlardan beklenen onura vurgu yapar:
“Burada, Verona’da, saygıdeğer hanımlar,
Çoktan anne oldular. Tanrı aşkına,
Bu yıllar boyunca ben senin annendim.” (Perde 1, Sahne 3)
Bir kız çocuğu, bağımsız düşünme, hareket etme ya da büyüme şansı olmaksızın ebeveynlerinin evinden hızla kocasının evine transfer edilir.
Shakespeare, Juliet’i kadınlara yönelik bu standartlara meydan okuyacak şekilde tasvir eder ve ona toplumun aksine alışılmadık bir güç verir. Babasının maskeli partisinde Romeo’yla ilk karşılaşmasında utangaçlık belirtisi göstermez, aksine Romeo’nun ona olan ilgisine içtenlikle karşılık verir, Romeo’nun açık sözlü doğasından çekinmez, bunun yerine onunla açıkça şakalaşır ve flörtlerini geliştirir. Hatta onun kendisini öpmesine bile izin verir.
Bir genç kadının anne ve babasına itaatsizlik etmesi fikri, Shakespeare’in zamanındaki insanları dehşete düşürecek bir fikirdir. Nasıl bugün bir kadının erkek rollerine talip olması ve bir erkeğin de kadın rollerine talip olması bazı insanları dehşete düşürüyorsa, benzer bir durum söz konusudur. Ayrıca, Paris’le evlenme konusundaki görüşünü tamamen değiştirdiği ve aslında onların haberi olmadan evlenmesi bağımsız kararlar aldığının göstergesidir. Hatta Juliet, aşklarından birkaç gün sonra Romeo’ya hemşiresi aracılığıyla evlenme teklif edecek kadar ileri gider. (Perde 2, Sahne 4)
Oyunun Juliet’in karakterine ışık tutan bir diğer önemli bölümü de balkon sahnesi olarak adlandırılan bölümdür: Burada Juliet konumunu açıkça konuşmaya hâkim olacak şekilde geliştirmiştir ve bu nedenle kontrol biçimsel olarak da Juliet’tedir. Fikirlerinde açık sözlüdür ve cüretkâr bir şekilde evlilik fikrini önerir:
Juliet:
“Üç kelime, sevgili Romeo, ve gerçekten iyi geceler.
Eğer bu aşkın onurluysa,
Amacın evlilikse, yarın bana haber gönder.” (Perde 2, Sahne 2)
Bu sahneyi “Juliet’in Toplumsal Cinsiyet Rollerini Alt-Üst Ettiği Sahne” olarak adlandırabiliriz. Romeo’nun babasının baş düşmanının oğlu olduğunu öğrendiğinde, Romeo’yu adından vazgeçmeye ve ailesini inkâr etmeye çağırır; böylece toplum tarafından dikte edilen erkek ve kadın rolünü tersine çevirir ve Romeo’dan kimliğinden vazgeçmesini talep eder. Romeo, Juliet için kendi adını reddetmeye söz verdiğinde, ilişkideki geleneksel erkek egemenliğinden de vazgeçmiş olur.
Juliet, dönemin bir kadını için normal kabul edilebilecekten daha fazla arzuya sahiptir ve bunu saklamaz. Evliliklerini tamamlamayı beklerken Juliet son derece erotik bir konuşmayla iç çeker:
“Ah, bir aşk konağı satın aldım,
ama henüz taşınmadım. Ve ben Romeo’ya söz verilip satılmışken,
o henüz beni kendi malı olarak kabul edip tadını çıkarmadı!
Gün uzadıkça uzuyor ve
kendimi bayramdan bir gece önceki çocuk gibi hissetmeme neden oluyor.
Yeni ve güzel kıyafetlerim var ama onları giyemiyorum.” (Perde 3, Sahne 2)
Romeo ve Juliet’in düğün gecesi, Romeo’nun evliliklerini tamamlamak için Juliet’in odasına gelmesi beklenirken, Juliet odasında oturur ve beraber olabilmek için Romeo’yu özlemle bekler. Bu monolog özellikle ilginçtir çünkü daha önce keşfedilmemiş ve günümüz popüler kültüründe bile hâlâ tabu kabul edilen, bir kadının fiziksel arzularını ortaya koymaktadır. Kadın arzusu –her türlüsü ama özellikle de fiziksel olanı– erkek güdümlü, ataerkil bir toplum tarafından genellikle kabul görmemekle kalmaz, aynı zamanda bu tür özlemlerin samimi ve uzun bir şekilde ifade edilmesi kesinlikle uygun görülmez. Kendisinin böylesine dürüst bir parçasını seyirciyle paylaşan bu basit eylem, Juliet’in hem düşünme hem de toplum içinde kendini ifade etme biçimlerini dikte eden katı toplumsal cinsiyet rollerine karşı kendi başına bir direniştir. Juliet, suskun bir kız değil, olgunluk, içgörü ve retorikte ustalık konularında Romeo’yu aşan çok yönlü bir karakterdir.
O sadece ailesinin rızası ya da bilgisi olmadan evlenmekle kalmamış, aynı zamanda tüm geleneklere meydan okuyarak Romeo’ya evlenmeyi teklif etmiştir. Kendi kaderini tayin etme hakkını ele almıştır. Evliliğin kadın tarafından teklif edilmesi fikri bugün bile hoş karşılanmamaktadır ve bu nedenle Juliet’in bunu yapması dönemin oldukça ilerisindedir.
“genç yük, itaatsiz sefil!”
“ona (Juliet) sahip olduğumuz için lanetliyiz.” Lord Capulet (Perde 3, Sahne 5)
Eğer Juliet evlenecek kadar asi olmasaydı, hayatını Paris’le ve ailesiyle birlikte yaşayacak, iki aile arasındaki savaş sonsuza dek devam edecekti. Trajik son yaşanmayacak, barış sağlanamayacaktı. Romeo ve Juliet olmazdı.
Romeo, talihsiz gizli evlilikleri boyunca daha itaatkâr ve kadınlara daha saygılı biri haline gelmiş gibi görünse de, toplum baskısı üzerine çökmeye başlar ve erkeklik rolünü şiddet uygulayarak oynar. Geleneksel cinsiyet rolüne geri dönmeye çalışır. Romeo, Juliet’i kendisini yumuşatmak ve erkekliğini kaybetmesine sebep olmakla suçlar:
“Ey tatlı Juliet,
Güzelliğin beni kadınsı yaptı,
Ve öfkem de yiğitliğin çeliğini yumuşattı!” (Perde 3, Sahne 1)
Öldürülen arkadaşı Mercutio’yu ve bir erkek olarak onurunu savunmak için ölümüne bir kavgaya karışır, bu da sürgün edilmesine ve oyunun trajik hatasına yol açar.
Juliet ise daha eksiksiz bir dönüşüm geçirerek tamamen itaatkâr bir kızdan, istek ve ihtiyaçlarını savunan ve ailesine ihanet eden bir kadına dönüşür ki bu, o dönemde neredeyse hiç duyulmamış bir şeydir.Romeo ve Juliet toplumsal cinsiyet rollerine ters düşerek yükümlülüklerini terk eder ve ardından tekrar ailelerine itaat etmeleri ölümlerine neden olu.
Erkekler ağlamaz, Romeo ağlar
Keşiş Lawrence:
“Gözyaşların kadınsı, vahşi hareketlerin bir canavarın mantıksız öfkesini gösteriyor. Görünüşte bir erkeğin içinde yakışıksız bir kadın.” (Perde 3, Sahne 1)
Shakespeare bu sahnede, erkeklerin iktidarda olduğu ataerkil toplumda erkekleşmesi ve cesur davranması gerekirken bir kadın gibi ağlayan Romeo’nun kadınlığını öne sürmüştür.
Erkek benliğine yenik düşerken, aceleci yargıları ve davranışları artar; bu durum Juliet’in henüz ölmediğini fark etmeden onunla birlikte olmak için kendini ve yolundaki diğerlerini öldürmenin bir yolunu aramasına neden olur. Juliet, Keşiş Lawrence’ın planına boyun eğerek ve ebeveynleri arasındaki evlilik anlaşmazlığının çatışmasından kaçınmak için kendisini ölü gösterecek bir iksir alarak, kadınsı bir role geri döner ve başkalarının onun için verdikleri karara teslim olur. Güvenini ve kaderini kendisinden başka birinin eline bırakarak felaket için bir açık kapı yaratır. Standart toplumsal cinsiyet rollerine teslim olan çift, kaçınılmaz bir trajedinin içine düşer.
Dikkatimizi çekmesi gereken bir başka konu; günümüzle benzerliği beni şaşırtan oyunda aşk sahneleri gece ve karanlıkta hüküm sürerken, tüm kan davaları güpegündüz gerçekleşir. Hem Romeo hem de Juliet kendilerini çevreleyen karanlıkta birbirlerini ışık olarak görür.
“Güneş gibi, bir meşaleden daha parlak, gecede parlayan bir mücevher ve kara bulutlar arasında parlak bir melek gibi, gece içinde gündüz ve kuzgunun sırtındaki kardan daha beyaz.”
Bu aydınlık ve karanlık zıtlığı aşk ve nefret odağında genişletilebilir. Romeo ve Juliet’in aşkı, etraflarındaki nefretin karanlığının ortasında bir ışıktır. Bu imgesel paradoks ahlaki ikilemi de sorgulamamız için fırsat yaratır: Aşka sadakat mi? Şiddet içeren geleneklere, sebebi belirsiz husumetlere ve aileye sadakat mi?
“İsmin ne önemi var? Gül dediğimiz şey başka bir isimle anılsa da böylesi güzel kokardı.” (Perde 2, Sahne 2)
Buraya kadar yaptığımız okumadan sonra bu cümlenin bir kadın ya da erkek tarafından söylenmesi önemsizleşir. Cümleyi söyleyen bir cinsiyet değil karakterdir. Bir erkeğin güzelliğiyle bir kadının güzelliği arasında herhangi bir fark var mıdır?
Genel olarak, Romeo ve Juliet’teki ana karakterler Shakespeare’in bugün hâlâ ataerkil toplumların başına bela olan zehirli erkeklik türünü reddettiğini ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda o dönemde nadir görülen kadın eylemliliği ve özerkliği kavramını da destekler. Ayrıca, tarihteki en nadir ve neredeyse fantastik aşklardan birinin, her ikisi de kendilerine atfedilen geleneksel cinsiyet rollerinin dışında hareket etme eğiliminde olan Romeo ve Juliet arasında paylaştırılması tesadüf gibi görünmüyor. Shakespeare’in eşitsiz, cinsiyetçi güç yapılarının hataları üzerine bu yorumu, toplumun işe yaramaz cinsiyet dinamiklerinin, Romeo ve Juliet’inki gibi bir aşkı ayrı tutan gerçek trajedi olduğunu vurgulama yoludur. Juliet, Paris’le evlenmeyi kabul ediyormuş gibi yaparak hem Paris’in hem de babasının onu bir mal gibi kullanmasına izin verdiğinde kendi nesneleştirilmesine boyun eğmiş gibi görünse de, tesadüfe bakın ki bu aynı zamanda işlerin daha da kötüye gittiği yerdir. Dahası, Romeo’nun ölümü bir şişe zehirden kaynaklanırken, Juliet’in Romeo’nun ölümcül hançerini kendine saplayarak hayatına son verdiğini belirtmek önemlidir; bu hançer o dönemde erkekliğin tam da tezahürüdür:
“Aşkın hafif kanatlarıyla bu duvarları aştım, Çünkü taştan sınırlar aşkı dışarıda tutamaz…”
Patriyarka ya da ataerkillik yani sadece erkek otoritesine dayanan toplumsal yaşam biçimi âşık gençlerin ölümüne sebep olmuştur. Heteroseksüel bir ilişki olarak suretini bulan Romeo ve Juliet’e huzur vermeyen bu sistem birbirine âşık diğer bedenlere, yönelimlere nasıl huzur verebilir?
Bir kadın ve bir erkek arasındaki aşk değil, kendilerine uygun görülen kadınlık ve erkeklik rollerini oynamayı kabul etmeyen iki insan arasındaki aşk hikâyesidir Romeo ve Juliet.
Bu ölümüne birbirine âşık çifti neden hâlâ ve ısrarla biyolojik cinsiyeti kadın ve erkek olarak tanımlanmış oyunculara mahkûm ediyoruz?
Nazik bir hatırlatma: Rollerin cinsiyeti olmaz karakterleri olur. Hayatta ve sahnede cinsiyetimiz değil karaktere getirdiğimiz yorum hikâyeyi değiştirir. Hepimizin hem ele aldığımız hikâyelere hem de kendi hikâyelerimize bu gözle bakmasını temenni ederim.
5 Şubat 2023
#Cinsiyet kalıpları#LGBTİ+#LGBTİQ+#Romeo ve Juliet#Shakespeare#Toplumsal cinsiyet
Teşekkürler kapsamlı ve aydınlatıcı bir söyleşi olmuş.