6 Şubat depremleri peşine gerçekleşen mekânsal üretimi kentleşme ve koruma politikaları bağlamında derinlikli olarak incelemek gerekiyor. Genel olarak yıkıcı-yaratıcı bir sistem olarak tariflenen kapitalist kentleşme, deprem yıkımlarının da yaratıcı yeniden inşasına zemin yaratıyor. Aynı şekilde kültürel değerler de bu yaklaşımdan payını alıyor. Nihayetinde bir mekânsallaşma üzerinden bir değer üretimi söz konusu. Peki bu değer kim için, nasıl üretiliyor, paylaştırılıyor? Yeniden inşa yoluyla anaakım değer sistemine yeni olarak neler giriyor? Bu yazıda bu vb. soruları 6 Şubat depremlerinden etkilenen iki yerleşim, Antakya ve Vakıflı Köyü üzerinden sorgulayacağım. Neden bu iki yerleşim dersek, her ikisi de kadim değerleri açısından kuvvetli olmakla birlikte, deprem sonrası gördüğümüz üzere farklı saiklerle de olsa kültürel değer üretimi konusunda öne çıkan yerler oldular. Bu da mevcut değer sistemi içerisinde, neyin öncelendiğine işaret ediyor. Sıkça ifade edildiği üzere depremden etkilenen çok sayıda il, ilçe olmasına rağmen Antakya neden daha gözde bir konum aldı dersek, kestirme bir yolla metalaştırılacak değerlerinin varlığından söz edebiliriz. Değerleri yine çok yüksek olan ancak etnik kökeni nedeniyle toplumsal ilgide geri plana atılan Vakıflı Köyü ise, bu metindeki tartışmanın diğer bir boyutunu gösteriyor.
Anaakım koruma yaklaşımının sistemin mekân üretim ve yeniden üretim pratikleri ile paralel ilerlediğinin, değer üretimini de sermaye birikimi lehine sürdürdüğünün altını çizebiliriz. Peki anaakımın bu tutumuna karşı olan eleştirel miras çalışmaları değer üretimini nasıl değerlendiriyor? Eleştirel miras çalışmaları (critical heritage studies)[1] mirasın kullanım değerine işaret eden, tabandan, çoğulcu sesine alan açan, mirasın emek değerini gören, emeğin miras hakkını gözeten bir yerden yola çıkıyor. Böylelikle eleştirel miras çalışmaları bize kültürel değer sisteminin radikal olarak yeniden ele alınmasını işaret ediyor. Bu çalışmalarla mirasın başka bir dünya yolunda adaleti tesis edecek onarıcı yönünden, çelişki ve çatışmaların üstünü örten ya da –gerçekliği olmayan hoşgörü, kardeşlik gibi söylemlerle– değer sisteminin hiyerarşisini yeniden kuran değil, onu bozan bir yerden söz/eylem üretiliyor. Metin bu çerçevede mevcut kültürel değer üretimini yorumluyor, Antakya ve Vakıflı Köyü’ndeki güncel kentleşme politikasına değiniyor ve değer üretim sistemine radikal/rekonstrüktif müdahale önerilerini içeriyor. Antakya ve Vakıflı Köyü örnekleri üzerinden başka bir kentleşme ve değer üretim pratiğine yönelik bir tartışma açmayı arzu ediyor.
Politik-ekonomik, sosyal vb. bağlamlar içinde kültürel değer üretimi
Kapitalist üretim ilişkileri içinde kentsel mekânın üretim süreci, mütemadiyen süregiden bir yıkım ve yıkımın üstüne yaratıcı bir inşa ve sonrasında yeniden inşa döngüsü olarak kısaca tariflenebilir.[2] Kısaca yaratıcı yıkım (creative destruction) olarak da ifade edilebilen bu süreçte, ortadan kaldırılan eskinin yerine gelen yeni, yaratıcı bir tasarım değeri taşır. Diğer bir deyişle, eskinin yerine gelene, yenilik/tasarım gibi bazı değerler atfedilir. Bilindiği üzere temel ihtiyaçlarımızı karşılayan üretimlerin/metaların kullanım değeri karşısında bunların mübadelesi üzerinden ortaya çıkan bir değişim değeri var. Henüz kullanım değeri tükenmemiş ve/ya iyileştirilerek kullanım ömrü devam edebilecek olanın yerine yenisinin gelebilmesi için bir rıza ortamının oluşturulması gerekir. Bu nedenle yeni/yenilik birçok açıdan arzu duyulacak hale getirilir ve eski/eskimişin karşısında bir değer atfı kazanır. Bu atıflar da çoğu zaman birer toplumsal tasarım/icattır.
Yaşadığımız kapitalist üretim ilişkileri içinde eski/yeni meselesinin dikkate değer bir sorunsal olması gibi doğal çevrenin yapılı çevreye dönüşümü de kendi içinde çelişki ve çatışmalar barındırır. Sözgelimi insanlığın deniz, güneş, orman vb. doğal doku bileşenlerine duyduğu hayranlık, çoğu kez doğal çevrenin yapılı çevreye dönüştürülmesine zemin yaratır. Doğayı inşaat alanına dönüştürmeye neden olan bu arzu, zaman içinde yakın olma arzusu hissedilecek bir doğal ögenin kalmaması ile sonuçlanır. Bu hayranlığı kullanım değerinden dönüşüm değerine, diğer bir deyişle artı değere çeviren belirli bir yurttaş kesimi değil de sermayedar ve devlet ise, –yasalara rağmen veya çoğu kez de yasaların yardımıyla– doğanın hızlı ve çoğu kez niteliksiz bir kentleşmeye dönüşmesine neden olunur.
“Yaratıcı yıkım” kavramı çağımızın algı dünyasına göre kendi içinde hem olumlu hem de olumsuz bir anlam taşır. Zira yıkım yok etmekten kaynaklı olumsuzluğu, yaratıcılık ise yenilikten kaynaklı olumluluğu işaret eder. Tam da bu nedenle çelişki ve çatışmayı kendi bünyesinde barındırır. Eski ve yeni meselesinde olduğu gibi, yıkımın üstüne gelen yeni, kendisine atfedilen yenilik değeri ile bir arzu nesnesine ve/ya rızaya dönüşebilir. Öte yandan yıkmanın, yok etmenin olumlu olduğu durumlar (örneğin kapitalizmi yıkmak, ortadan kaldırmak) veya yaratıcılığın olumsuz olduğu durumlar da (ekosistemi tahrip eden yüksek teknolojik eserler vb.) vardır. Artık metalaşmış bir ürün olarak kent, ulusal veya uluslararası pazarda yer bulabilmek amacıyla 20. yüzyılın sonlarına doğru bir “dünya kenti”, “marka kent”, “yarışan kent” vb. yeni isimler alır. Bu isimleri “hak etmek” için de kapitalist modernitenin yaratıcı-yıkımı mütemadiyen süreklilik gösterir ve kentler sürekli dönüşür. Dolayısıyla bu döngü sistemin bekâsı için süregider. Bu durum kaçınılmaz olarak kendi içinde çelişkiler ve bu çelişkilerden doğan çatışmalar üretir. Bir yanda piyasada hızın, yeniliğin, akışın yoğun olduğu metropoller pazarlanırken, diğer yandan “citta slow-yavaş kent”, “tarihi kent” gibi sıfatlarla yavaşlığı, tarihi değeri ve sükuneti ile küçük ölçekli kentlere değer atıfları yapılır, bunlar kültür turizmi piyasasına sunulur.[3] Bu bağlamda örneğin yerel/geleneksel mimari, idealize edilmiş kayıp bir geçmişe ait otantik bir ürün olarak “eko-turizm”, “tarım turizmi” veya “kırsal turizm” gibi yaklaşımlarla sunulur ve bu yolla bir biçimde marjinalleştirilir. Bu kavrayış, yerel mimariyi ve geleneksel/kırsal yerleşim dokusunu kaçınılmaz olarak gelecekle ilişkili olmaktan çıkartır ve ondan geriye tatil veya turistik bir zevk ya da emeklilikte inzivaya çekilmek için anlamlı olabilecek bir içerik bırakır. Bu, sadece yerel ve geleneksel değerlerin bir tüketim ürününe dönüşmesine neden olmaz. Aynı zamanda yerel/geleneksel mimariden elde edilecek bilginin geleceğe aktarılmasının da önünü keser. Zira bu bilgiyi günümüzün kentleşme sorunları açısından yorumlayabilmek, insan-doğa ilişkisini daha adil bir zeminde mimari olarak da yeniden inşa edebilmenin olası yollarından birisidir. İklim değişikliği, doğal kaynakların uğradığı zararlar ve hızla tükenmeleri, deprem, sel gibi doğal etkiler ve kültürel çeşitliliğin yitimi gibi konularda yerel/geleneksel mimarinin kadim bilgileri kayda değer şeyler söyler. Ancak bunları sistemin sürekliliğini sağlayacak şekilde ele alan “sürdürülebilirlik, ekolojik tasarım, yeşil mimari…” gibi ifadeler amaçları gereği çözüm üretmez, yeniden çelişki doğurur.
Bu bağlamda koruma olgusuna bakalım. Kültürel varlıkların bir değer olarak kabul edilmesi ve resmi olarak koruma altına alınması endüstrileşmenin yaygın etkilerine paralel olarak gelişir. Endüstrileşme geleneksel dokunun hızlı bir şekilde dönüşümüne neden olurken, öncelikle yitirilen anıtsal yapıların geleceği gündeme gelir. Kırsal nüfusun kentlere göçmesi, kadim şehirlerin kapitalist modernite projesi kapsamında kentleşmesi, fabrikaların inşası, kentlerdeki üretim ilişkilerinin dönüşümü zaman içinde anıtsal yapılar gibi anıt olarak inşa edilmemiş yapı ve yerleşimlerin de dönüşmesine neden olur. Koruma kuramı da bu bağlamda kültürel varlık tanımını genişletir. Önce anıtsal yapılar, ardından sivil mimarlık yapıları ve yerleşimleri, peyzaj ögeleri derken sanayileşmenin yer değiştirmesiyle birlikte endüstri yapıları da koruma altına alınmaya başlar. Koruma altına alınma da bir seçme yoluyla olur. Sayısı azalan, işlevi kalmayan müşterek birikimler, çeşitli değer atıflarıyla seçilir. Kültürel bir varlığın değerinin ekonomik değere bağlı olduğu bir yerde, mirasın “endüstrinin” kendisi haline gelmesi şaşırtıcı değildir. Nostalji, turizm endüstrisinin bir aracı olabilir ya da turizm endüstrisinin çıkarlarına hizmet edebilir. Kültür ve sanat tesisleri yeniden metalaştırmanın bir aracı olabilir. Neoliberal kapitalist üretim sisteminde çokça örneğini gördüğümüz üzere kültür endüstrisi öyle ya da böyle emek ve endüstriyel iklim sorunlarını “culture-art-green washing” vd. gibi kültür, sanat, yeşil aklamalar yardımıyla görünmez kılmakta, üstüne bunları yeni bir tür endüstri olarak yeniden sanayileştirmektedir. Öte yandan ortak geçmiş, kolektif bellek, toplumsal tarih gibi ifadelerin karşılığı olan somut mirasın anaakım literatürde sıklıkla daha iyi bir gelecek için yaşatıldığı ifade edilir. Öyleyse endüstriyel toplumun yarattığı sistemsel eşitsizlikleri şeffaf bir biçimde açıkça ortaya koyan bir miraslaştırma pratiği, ters taraftan bir toplumsal dönüşüm de sağlayabilir.
Değer bir soyut ölçü olarak herhangi bir şeyin önemini belirlemek üzere gündeme gelir. Kültürel varlıklar da 19. yüzyıldan bu yana farklı düşünürlerin önerileriyle böyle bir soyut ölçü ile sınıflandırılır. Dolayısıyla değer sınıflaması öneren kişiye, zamana, toplumsal ortama, kültüre göre farklılık gösterir ve sürekli olarak değişir. Bu nedenle sabit bir sistemden değil, dönüşen ve ihtiyaca göre geliştirilebilecek bir düzenden söz ediyoruz. Bir seçme aracı olarak değer sistemi toplumsal kabullerle de ilişkilidir. Bu da toplumların politik-ekonomik, sosyal yaşam bağlamlarıyla şekillenir. 19. yüzyıl sonlarında kapitalist kentleşmenin Avrupa kentlerini hızla dönüştürmesi sırasında kültürel varlıkların neye göre seçileceği konu edilir. Avusturyalı sanat tarihçisi Aloïs Riegl (1858-1905) tarihi anıtlar komisyonu başkanlığı görevi sırasında anıtların korunması üzerine bir kanun taslağı hazırlar. Anıtlara atanacak değerleri tartıştığı metin bugün de sıklıkla referans verilen bir çalışmadır.[4]
Riegl değer sınıflamasını öncelikle anımsatma değerleri ve güncel değerler olarak ikiye ayırır. Anımsatma değerleri geçmişle şimdiyi bağlarken güncel değerler nesnenin bugünü ve geleceği arasındaki köprüdür. Anımsatma değerleri; eskilik değeri, tarihi değer ve amaçlanmış anımsatma değerlerini kapsar. Bunlardan eskilik değeri; nesne üzerindeki fiziki eskimenin ya da malzemenin yaşlanmasının onu deneyimleyenler üzerinde bıraktığı duygu halidir. Tarihi değer; her nesnede bulunan ve tarihsellik üzerinden şekillenen bir değerdir. Amaçlanmış anımsatma değeri ise bir olaya veya bir kişiye atıfta bulunmak amacıyla bilinçli olarak tasarlanmış nesnenin değeridir.
Diğer kategori olan güncel değerler; kullanım değeri ve sanat değeri olarak ikiye ayrılır. Kullanım değeri, eserin bugün işe yarama durumunu işaret eder. Sanat değeri ise yapının maddesel görüntüsünün yarattığı histir ve yenilik değeri ile görece sanat değeri olarak ikiye ayrılır. Yenilik değeri, eskilik değerinin tam aksine yeniliğe işaret eder. Görece sanat değeri ise eserleri birbirinden ayıran, kişiye ve zamana göre değişen değerdir.
Riegl her ne kadar anıtların bu değerleri kendiliğinden taşıdığını ifade etse de değerlerin kendi içlerindeki çatışmalara da değinir. Söz gelimi eskilik değeri ve tarihi değer birbiriyle çatışır. Tarihi değer yapıların eskimesi yoluyla değil, restore edilmesi, hatta bazen neredeyse yeniden inşası (rekonstrüksiyon) yoluyla da üretilebilir. İlerleyen yıllarda Riegl’in bu değer sistemi üzerine Venedik Tüzüğü başta olmak üzere uluslararası düzeyde kabul gören farklı düzeyde belgeler de üretilir. Hepsinde de kültürel varlıkların nasıl korunacağına esas teşkil eden seçim ölçütleri yorumlanır.
Değer ataması ağırlıkla kültür alanındaki kurumlara katkı veren uzmanlar tarafından gerçekleşir. Koruma alanındaki uzmanların da bulundukları dönemin politik-ekonomik, toplumsal niteliğinden etkilenme olasılıkları vardır. Bu nedenle mekâna ilişkin bilginin uzmanlık alanlarının mülkiyetine bırakılmaması gerektiğini savunan Lefebvre’den hareketle, böylesi bir değer üretimini de katılımcı yollarla geliştirmek mümkündür.[5] Nitekim halihazırda sistem içinden hareket edildiğinde, sistemin de dayattığı üzere, yeterli düzeyde bir katılımcılık sağlanamadığı da açıktır. Bu nedenle eleştirel bilgi ve değer üretiminin dönüşümü, toplumu başka bir yaşam biçiminin kurucu iradesi olacak şekilde güçlendirici de olabilir. Bu noktada terminolojinin de dönüşümü gerekecektir. Söz gelimi Lefebvre’in “şehir hakkı” kavramını (right to the city – kent hakkı olarak da ifade edilir), “emeğin miras hakkı” (labour’s right to heritage) olarak genişlettiğimizde mirası üreteni de görünürleştirmiş oluruz.
Antakya ve Vakıflı Köyü’nde güncel kentleşme politikası
Depremin hemen ardından deprem illerine hızla inşa yapmaya olanak sağlayacak, mevcut bütün yasaları bertaraf eden ve en önemlisi de bir planlama yapma gereğini ortadan kaldıran OHAL 126 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ilan edildi. OHAL 126 No’lu CB Kararnamesi mülkiyet konusunda neler getiriyordu? Öncelikle depremden etkilenen alanlarda toprağın vasıf değişikliği yapılabiliyor ve bu alanlar Hazine’ye devredilebiliyor. Köyler dahil olmak üzere, imar planları beklenmeksizin, bunun süreçleri olan planın ilanı, askısı, itirazlar vb. uygulanmaksızın mülkiyete el koyma izni veriliyor. Taşınmaz mülkiyeti ve imar hakları kısmen veya tamamen başka bir alana aktarılabiliyor. Kamu kurum ve kuruluşlarına ve de özel mülkiyete ait bütün taşınmazların Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) tarafından devir ve acele kamulaştırma kararı alınabiliyor. Bu işlemler ÇŞBİD dışında TOKİ tarafından da yürütülebiliyor ve alanda hemen inşaat başlayabiliyor. Bunlar ne anlama geliyor? Daha önce 6306 Sayılı Afet Yasası kapsamında da İstanbul’dan Diyarbakır’a defalarca yaşadığımız gibi, yurttaşların mülkiyetine el konuluyor. Bu arada zaten deprem nedeniyle travma geçiren, yerinden-yurdundan olan, başka bir yerde hayat kurmaya, gündelik hayatını idame ettirmeye çalışan kişiler bu uygulamalardan haberdar olmayabiliyor, haberdar olsa bile hukuki süreci işletmesi bir dolu nedenle güçleşiyor, daha önce Sur gibi çok yerde yaşandığı biçimde. Sonuç olarak kenti, kültürel değerleri, yaşamı tüm bileşenleri ile kuran kişilerin yerinden edildiği ve mülksüzleştirildiği bu durum bir sosyo-ekonomik, kültürel yok oluş olduğu gibi, bir bellek-kırım, kent kırım, mekân kırımdır. İnsanların ve tüm canlıların toprağıyla suyuyla doğasıyla ait oldukları bir yerde hayatlarını yeniden kuramayacak olmaları temel bir hak ihlalilidir. Diğer bir deyişle depremde canını, geçmişini yitirmek kadar, şu anın kurucu iradesini ve gelecek tahayyülünü de yitirme olasılığıdır.
Yine büyük ölçekli bir yıkım peşine hızla inşa edilen Diyarbakır Sur ilk akla gelen örneklerden biri olmuştu. O nedenle Antakya Sur’a dönüşebilir mi veya Sur’un başına gelenler Antakya’nın başına gelebilir mi sorusu gündemdeydi.[6] Açıkçası 126 No’lu kararnameyle 6306 Sayılı Afet Yasası’nın uygulandığı Sur’dan daha ağır sorunlar bile olabilecek. Sur’da ne oldu diye bakalım. 2016’da acele kamulaştırma kararı alındı. Riskli alan ilan edilen 6300 parsel kamulaştırıldı. Zaten 40.000 kişi yerinden edilmişti. Önce ilçenin yüzde 60’ı acele kamulaştırıldı. 2013’teki kararla da birlikte Sur’un yüzde 98’si kamulaştırıldı, yani neredeyse bütünü. Buna karşı itiraz hakkı vardı, ancak süresi çok kısıtlıydı. Zaten halk çatışmadan dolayı aynı deprem koşullarında olduğu gibi travma geçiriyordu, yerinden edilmişti, hayatını kurmaya çalışıyordu ve bu koşullara rağmen kamulaştırmaya karşıydı. O dönemde yapılan anketlerde halkın yüzde 95’i kamulaştırmaya karşıydı. Diyarbakır Barosu’nun desteğiyle birlikte davalar açılabildi, ancak halkın yüzde 95’i karşıyken, sadece yüzde 15’i dava açabildi o koşullarda. Ardından burada hızlı bir dönüşüm gerçekleşti, kötü restorasyonlar, rekonstrüksiyon, yani yeniden inşalarla taklit yapılar inşa edildi. Halk mülksüzleştirilmişti, mülkiyet devriyle birlikte özgün olanının kopyası istenilen biçimde yeni bir Sur inşa edildi. 126 No’lu kararname ile bu süreç pekâlâ Antakya ve başka yerler için de geçerli olabilir. Nitekim bu kararın peşine ekosistemi etkileyecek ÇED projelerinin askıya alınması, moloz döküm yerlerinin denetime tabii tutulmaması için müdahaleler derken, henüz imara açılmamış yerler hızla imara hazır hale getirildi. Üstüne de 6306 Sayılı Afet Yasası’na müdahaleler geldi. Rezerv yapı alanı ilanından itirazların süresini kısaltmaya uzanan bu bir dizi değişikliğin pilot uygulama alanlarından biri de Antakya’da olacak.
20 Ekim 2023 tarihinde katıldığımız “Hatay Antakya Atatürk Caddesi ve Civarı Özel Proje Alanı Bilgilendirme Toplantısı”nda Antakya’daki bir pilot alana yönelik sunumda Türkiye Tasarım Vakfı Başkanı Mehmet Kalyoncu şunları ifade etti; “…Hedefimiz bütün ada için bir master planı yapmak, bunu deprem bölgesi geneline yayıp ilişkilerin çok üst ölçekten kurulduğu bir Hatay ortaya çıkarmak. Fakat şu anda burada pilot proje olarak belirlenen alanı konuşacağız, ama şunu bilin, tasarım yolunu oluşturduğumuz, Türkiye Tasarım Vakfı adı altındaki tasarım grubunun çalışma ölçeği bütün Hatay ili ve deprem bölgesini kapsayan aslında bölgesel plana kadar gidebileceğimiz bir çalışma var. Bunlar şu anda proje çalışan paydaşlarımız…”. İşbirliği yaptıkları mimar, plancı, akademisyenlerden oluşan ekiplerin yaptığı proje sunumları 126 No’lu CB kararnamesi ile açılan yolda planlamaya ve planlamanın gerektirdiği türlü analizlere gerek duymaksızın mimari tasarımın yolunun açıldığını gösteriyordu. İlgili toplantıda Kalyoncu’nun; “…Biz şehrimiz Toledo olsun istiyoruz. Toledo İspanya’da gerçekten yaşam standardı yüksek, dünya çapında bilinen bir miras. Toledo Antakya gibi olursa başarılı olmuş oluruz…” sözleri Davutoğlu’nun Diyarbakır’ın Sur ilçesi için kullandığı “Sur’u Toledo yapacağız” sözlerini hatırlattı. Bu nedenle yukarıda ifade ettiğim Sur’un dönüşümü ile Antakya’nın yeniden inşa söyleminin karar vericiler tarafından aynı şekilde ele alındığını iddia etmek mümkün. İki yerleşim için de bir kentleşme politikası sürekliliği söz konusu. Hatay’daki yeniden inşa sürecinin TOKİ (Türkiye Konut İdaresi Başkanlığı) ve GYODER (Türkiye Gayrimenkul Geliştiricileri ve Yatırımcıları Birliği) gibi kuruluşlara ve şirketlere emanet edilmesi, GYODER başkanının aynı zamanda Antakya’nın mimari yeniden inşa projesinden sorumlu Türkiye Tasarım Vakfı’nın başındaki kişi olması, bu kişinin de Kalyoncu firmasıyla ilişkisi, sistem-içi inşa süresinin sürekliliğine işaret ediyor. Halk “katılım” toplantısı da katılımcılığın en alt basamaklarından biri olan bilgilendirme aslında. Toplantı yönetim tarzı, bu denli önemli mevzuları tartışmaya asla yetmeyecek hayli kısa bir zaman diliminde, gelen kısıtlı soruları yanıtlama şekilde gerçekleşiyor. Bu tutum, yeniden inşa sürecine gerçek ve etkili bir yurttaş katılımını engelliyor. Halkı manipüle eden, itirazları bastıran, üç-beş sorgulamayı “sizi arayacağız” diye öteleyen bir ortama dönüşüyor. “Boş gösteren katılımcılık yerine radikal katılımcılığı” sorguladığım yazıda katılımcılık mevzusunu açmıştım.[7] Bu yazıda 20 Ekim 2023 tarihli toplantıya da kısaca değindim. Söz konusu toplantıda Kalyoncu’nun TMMOB Mimarlar Odası Hatay Şubesi’ne katkıları için teşekkür etmesi ise hayli düşündürücüydü. Konuyla ilgili şu haber ortamdaki eleştirel düzeyin nasıl olduğunu açıkça gösteriyor.[8] Eşitlerin masaya oturmadığı bir ortamda, belli sermaye gruplarının lehine projeler üretildiğinde, kuralları egemenlerin kurduğu bir burjuva katılım ortamında, sermayenin kâr beklentisinden geri adım atmasını beklemek, halklar lehine bir kazanım ummak en hafif tabirle saflık olacaktır. Bu nedenle mevcut kuralları bozacak ve ezilenler lehine yeniden kuracak bir katılım tarifi olarak boş gösteren yerine radikal katılımcılık gerekir. Kentleşmenin sınıfsallığını gören, kenti devrimci bir siyasetin konusu haline getiren adil bir planlama, her şeyden önce bir uzlaşmadan ziyade, sistemin içindeki çelişki ve çatışmaları açığa çıkarmalıdır.
Vakıflı Köyü ise, deprem sonrası kendi imkânlarıyla yıkımın hasarlarını onarmaya çalışırken merkezi hükümet desteği alamıyor. Vakıflı Köyü’ndeki durumu sahada yaptığımız söyleşilere dayanarak Aslı Uluşahin Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeki sunumunda şöyle açmıştı: Köyün insanları yerleşimlerini tüm değerleri ile birlikte koruma ve yaşatmaya hazırlar, istekliler. Ancak deprem öncesine kadar dayanışma içinde sürdürdükleri ortak yaşam, deprem sonrasında tüm deprem illerinde olduğu gibi maddi zarara uğramış. Diğer yandan köy, kadim değerleri, yerle kurulan aidiyet ilişkisi, oluşturulan yapılı çevre, doğayla kurulan uyumlu ilişki, dayanışmacı-kolektif üretim yolları gibi örnek alınacak bilgiye haiz. Ancak bu değerler anaakım değer sistemi içinde metalaşacak, pazarlanacak, öne çıkarılacak şeyler değiller. Tam da eleştirel miras çalışmalarının sahasına giren bu özellikleri yaşatacak bir düzeni, mevcut sistem içinden kurmak da mümkün gözükmüyor. Aynı şekilde Antakya’daki tescilli yapıların ağırlıklı olarak yeniden inşa sürecinin durumunu da sahada yaptığımız söyleşilere referansla şöyle yorumlayabilirim: Kültür ve Turizm Bakanlığı depremin ilk zamanlarından itibaren alanın değerlerini turizm rotası vb. yollarla metalaştıracak yönüne dikkat çekerken, kültür varlıklarının hızla yeniden inşa edileceğini duyurdu.[9] Bu denli ağır yıkımın olduğu bir sahada, daha yıkıntılar sağlıklı bir şekilde tespit edilmemiş, kayıt altına alınmamış, eserlerin parçaları düzenli bir şekilde tasniflenmemiş ve tüm bunlar üzerine yeterli düzeyde bir inceleme yapılmamışken alanın hızla inşasına yönelik bir söylem, aynı yeni yapı inşa etme süreci gibi bir zihniyeti işaret ediyordu. Tescilli yapı ölçeğinde durum böyleyken, bir de arkeolojik birikim ve tümünü içeren koruma planı düzeyi sorunsalı var. Aynı imar planı düzenlenmeden yapı ölçeğinde tasarım yapıldığı gibi, henüz koruma amaçlı imar planı da onaylanmadı ve bu koşullarda kentte inşa süreci başladı. Bu koşullarda sistem-içi onarımın dahi işe yaramayacağı, daha kötüsü olmasın diye vasata ikna olunacağını, hatta vasatın bile aranacağını söylemek iddialı olmayacaktır.
Değer üretim sistemine radikal/rekonstrüktif bir müdahale (yıkıcı-yaratıcı)
Daha önce işaret ettiğim sistem-içi yaklaşımlara karşı radikal tutumu yinelemek isterim[11]. 6 Şubat Depremi ve sonrası süreçlerde yaşadığımız kentleşme, kültürel değerlerin korunması, barınma, hukuk, göç vb. sorunsallar karşısında gitgide inandığım şey; sistem-içi onarıcı çözümler yerine sistemsel sorunları merkeze alan dönüştürücü radikal çabalara ağırlık vermek. Sistem-içi onarıcı çözümler olarak;
- mevcut işleyiş sisteminin sorunlarını açıkça irdelemeden,
- özneleri/kurumları/üretimleri aksayan yönleriyle (öz)eleştiresel bir şekilde ele almadan,
- “normal koşullarda” sorun yokmuş gibi salt akut durumlara eğilen,
- kök sorunları görmezden gelen ve/ya görünmez kılan-üstünü örten,
- iktidardan/karar vericilerden talep siyasetine indirgenmiş vb.
yaklaşımları işaret ediyorum. Bu yaklaşımın tam aksine yol alan, dönüştürücü, kurucu iradeleri, özneleri/kurumsal çabaları ise radikal tutumlar olarak okuyorum. Türkiye gibi demokratik süreçlerin tıkandığı ve uluslararası ilişkilerin ekonomi-göç vb. konularda sorunları daha da çözümsüz kıldığı ülkelerde köklü bir dönüşüm isteniyorsa radikal çabalara ihtiyaç olduğu açık. Diğer yandan sistem-içi onarım yerine radikal çabalarda bulunanlara da baskılar artıyor. İşte kısır döngü de burada başlıyor. Bu çabalar susturuldukça da sistem sorunlarıyla sürüp gidiyor…
Kadim sistemleri, yerel malzemeyle, yerinde, ihtiyaç kadar yapılan bir yapılı çevreyi en az iki asırdır kesintiye uğratan bir sistemdeyiz. Son yüzyılda da ölçek değişti, yayılım arttı. Yeniden eski bilgileri hatırlamak, çağdaş yollarla güncellemek elbette mümkün, neden olmasın? Zira bunu üreten topluluklar, meslektaşlar var, dünya üzerinde çok sayıda başka mimarlık pratikleri, dayanışma örnekleri var.[12] Arzu ettiğimiz eşit-adil bir kentleşme, doğrudan ihtiyaçları karşılık gelen, canlı sisteme iyi gelecek bir mekânsallık çabası içindeki bu oluşumlar mimarlık disiplininin de ülkelerin sınırlarını da aşıyor. Söz ettiğim örnekler karşı çıktıkları şey ölçeğinde kendi içlerinde çokça çatışma ve zorluk da içerebiliyor. Ancak sistemsel olanla karşı cepheden bir karşılaşma, aynı zamanda sistemin biz bireylere nüfuz etmiş arızaları ile de karşılaşmayı gerekli kılıyor. O nedenle bu çaba, kimi zaman konfor alanlarından taşmayı, eleştiriye açık, şeffaf olmayı ve her daim bir devinim, dönüşüm içinde olmayı gerektiriyor. Fakat sonuçta bu bize insanlık suçlarının bir parçası olmama özgürlüğünü sunuyor. Bu da mimarlığı başka bir şekilde icra etmeyi denemek için gayet yeterli bir sebep kanımca.[13]
Sadece kendi sınırlarında değil, küresel ilişkileri dikkate alarak her yerde eşit-adil bir kentleşmeyi hedefleyen bir politik-ekonomik sistemde mimarlık da özgür olacaktır. Mimarlık, hele de yapı ölçeğinde bir mekân üretiminden söz ediyorsak, tabii ki iklim vb. herhangi bir krize çözüm üretemez, en fazla krize katkı sağlamayacak bir örnek ortaya koyabilir. Ancak küresel ölçekte bir çözüm sistemsel bir çabayı gerektirir. Bu elbette bir devrim iddiasını ortaya koyuyor. Ancak devrimin bugünden olmayacağı açıksa, öncelikle yeniden eşitsizlik üretmeyen ve adaleti sağlayacak geçiş süreçlerini önceleyen bir mimari pratik gündeme gelmeli diyebiliriz. Fakat bu da üst ölçek sistemle çakışacağı için sistemsel dönüşüm şiarı her zaman ana hedef olmalıdır.
Mimarlık mesleğinin eğitimden, tasarım ve sahada üretim sürecine dek demokratikleşmesi, sorunları üreten değil, açıklıkla tartışan ve cesurca üstüne giden bir yerden örgütlenebilmesi ısrarlı bir emek istiyor. Ve Mimarlar Odası, mimarlık okulları vb. ilgili tüm kurumlardan başlayarak… Günümüzde buna dair naif çabalar yok değil. Ancak kanımca ülke çapında etkili olabilmesi çok daha güçlü adımlar gerektiriyor. Bu mümkün, ama halihazırda buna yönelik kapsayıcı bir irade maalesef yok.
Bugüne dek uygulanan kentsel dönüşüm projeleri ülkedeki ne konut sorununa ne de yaşam kalitesinin arttırılmasına karşılık geldi. Aksine sorunların yerini değiştirdi, etkisini arttırdı; yoksulu daha yoksul yaptı, insanları kiraları ödeyemez hale getirdi, müşterek alanlarımızı imara açtı, ekosistemi de tahrip etti. Şimdi 126 No’lu bu kararname bugüne dek uygulanan kentsel dönüşüm projelerinden çok daha ağır ve çok daha büyük ölçekte sorunlar doğurma ihtimali taşıyor. Bu sorunlara karşı meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri ve ilgili herkesin topyekun bir arada mücadele vermesi gerekiyor. Ancak şunu da eklemek isterim. Sadece deprem illerinde değil, ülkenin birçok yerinde karşımıza çıkabilecek bu tür hukuki ve fiili müdahaleler karşısında, bugüne kadar verdiğimiz mücadeleden daha farklı yöntemler düşünmemiz gerekiyor. Zira çok daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız ve bu da bizim mevcut pratiklerimizi, yöntemlerimizi de güncellememizi, hatta dönüştürmemizi zorunlu kılıyor. Karşı-hegemonya üretimlerimizi ve ağlarımızı güçlendirecek yolları artık başka şekillerde örmemiz gerektiğini düşünüyorum.
[1] https://www.criticalheritagestudies.org
[2] T. Gül Köksal (2022). “İstanbul Kanalı” Üzerinden “Yaratıcı Yıkıma” Dayalı Yapılı Çevre Üretiminin Çelişki, Çatışma ve Mücadele Hallerine Eleştirel Bir Bakış”, içinde “Kanal İstanbul Projesi”ndeki Türkiye, Ed. Fuat Ercan, Tuğçe Tezer, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2022, s. 586-607.
[3] T. Gül Köksal (2021). “Yerdeniz’den Yeryüzüne Başka Bir Dünyanın Tahayyülü”, En Uzak Sahilin Kıyısında Yeni Bir Yaşam Kurabilir miyiz? Editör: Ali Yalçın Göymen, İstanbul: Habitus, 247-277.
[4] E. Ceylan, (2015). Anıt Değerlerinde Dönüşüm, Alois Riegl ve Modern Anıt Kültü Üzerine. Modern Anıt Kültü, Doğası ve Kökeni. Çeviren: E. Ceylan,s.7-47. İstanbul: Daimon Yayınları.
[5] H. Lefebvre, (2014). Mekânın üretimi. Sel yayıncılık, İstanbul, s. 70-72.
[6] T. Gül Köksal, “İnsanı Ürettiği Kültürel Değerlerle Birlikte Yok Eden Kırımın Bize Söyledikleri”, Kültür Meclisi, https://kulturmeclisi.com/insani-urettigi-kulturel-degerlerle-birlikte-yok-eden-kirimin-bize-soyledikleri/
[7] https://www.evrensel.net/yazi/94445/bos-gosteren-katilimcilik-yerine-radikal-katilimcilik
[8] Samandağ Ayna Haber, “İhya mı, imha mı?”, 24 Ekim 2023, https://www.samandagaynahaber.com/2023/10/24/ihya-mi-imha-mi/
[9] https://www.aa.com.tr/tr/asrin-felaketi/bakan-ersoy-hatayda-depremden-zarar-goren-tarihi-ve-kulturel-yapilarin-restorasyonuna-gelecek-ay-baslanacak/2822973
[11] T. Gül Köksal, “İnsanı, Ürettiği Kültürel Değerlerle Birlikte Yok Eden Kırımın Bize Söyledikleri…”, Kültür Meclisi, 22 Şubat 2023, https://kulturmeclisi.com/insani-urettigi-kulturel-degerlerle-birlikte-yok-eden-kirimin-bize-soyledikleri/; T. Gül Köksal, “Toplumsal kırıma karşı başka bir kolektif inşa olasılığı”, Yapı Dergisi, sayı: 464, Mart-Nisan 2023, https://yapidergisi.com/toplumsal-kirima-karsi-baska-bir-kolektif-insa-olasiligi/; Vecih Cüzdan, Bianet, 6 Nisan 2023, https://m.bianet.org/bianet/toplum/276913-doc-dr-koksal-sur-daki-gibi-yeni-insa-sureci-icin-zemin-hazirlandi; T. Gül Köksal, “Toplumsal belleği yaşatarak hayatı yeniden inşa etmek; sistem içi onarımla mı, başka bir kamusalı kurarak mı?”, Dosya: “Asrın Kapitalizmi” Felaketin Sürekliliği içinde, Yeni E Dergisi, sayı: 73, Nisan-Mayıs 2023, https://www.ginkokitap.com/yeni-e-dergisi-sayi-73-nisan-2023-mayis-2023; T. Gül Köksal, “Sistem-içi Çözümlere Karşı Radikal Çabaların Gerekliliği Üzerine; 6 Şubat Depremi ve Sonrası”, Mimar.ist, sayı: 77, 2023, http://www.mimarist.org/mimar-ist-sayi-77-yaz-2023/
[12] Bu konuda çok sayıda yayın, araştırma, makale, lisans üstü tez, Web sitesi vb. olmakla birlikte burada yer sınırı nedeniyle sadece birkaç örneğe yer verebileceğim. Yerelden ulusal ve uluslararası ölçeğe sırasıyla; benim de parçası olduğum, Başka Bir Atölye, https://www.baskabiratolye.com/; Türkiye ölçeğinde bir girişim olarak kitabı da olan, Dayanışma Mimarlığı, https://www.dayanismamimarligi.org; dünya ölçeğinde bir derleme olarak; N. Awan, N., T. Schneider T. ve J. Till, Spatial Agency: Other Ways of Doing Architecture, London: Routledge, 2011 ve https://www.spatialagency.net/.
[13] Mülkiyeliler Birliği, Barış Arslan ve T. Gül Köksal söyleşisi, “6 Şubat Depremi’nin Birinci Yılında: Başka Bir Kentlilik Mümkün…”, Podcast kaydı: https://open.spotify.com/episode/1DbgEDf832HV7tqlwawZ4m?si=6bac4bfa19814b8c
#Antakya#deprem#Hatay#kültür varlıkları#Kültürel Değer Üretimi#Vakıflı Köyü